Üç tarz-ı hal ve mahalle
Eski “mahalle” bir organik mutabakat kurumuydu.
Aile ile cemiyet arasında, aileden büyük ama temsili küçük milletin yaşam alanıydı. Bu yapısıyla mahalle, aile ile millet arasında bir ara geçit oluyordu. Bazen devleti de arasına almayan, bazen kendi devletini içinde barındıran bir kurumdu. “Töre”sini ve adetlerini yaşam alanının ortaklarından, nizamını kendince var ettiği bir asayiş ve sükûnet anlayışından alıyordu.
Eski mahalle, kavgalarını, barışlarını, evlenmelerini, boşanmalarını daha devlete hissettirmeden kendi içinde halletmeyi “adet” edinmiş bir kurumdu. Mahalleye yazılı olan kanunlar değil, örfi olarak yaşanan ve şifahi olarak aktarılan tecrübeler hâkimdi. Sünnet, düğün törenlerinde, bayramlarda “iç hizmet” kanunlarına göre hareket ederdi. Genlerini geçmişin yaşanmış tecrübeleri ve halin ihtiyaçlarını harmanlayarak oluşturmuş bir organizma yapısı vardı.
Osmanlı tecrübesini Cumhuriyete; Eski mahalle de bir sonrakine aktardı.
Uzlaşmacı bir cemiyet eviydi eski mahalle. Osmanlı’nın vakarı ve çöküşü ile Cumhuriyet’in enerjisi, hedefleri arasında iki Mustafa’yı bir arada tutmaya çalıştı: Hz. Muhammet Mustafa ve Mustafa Kemal. Haluk ve Asım arasında kendini kaybetmeden bir denge aradı. Eski mahalle “tecrübe”nin hale faydasını olduğu kadar, haldeki dinamikleri “fazla ileri gitmeden” tecrübe edinmeye, dengelemeye teşvik etti. Eski mahalle kendi tecrübelerini, orta dönem mahallesine büyük oranda aktardı. Hürriyet onun için, devletin ve milletin diğer devlet ve milletlerin sultasından uzak olmaktı.
Eski mahallede Dede devletlû olup, erkek torun üzerinde asıl otoriteydi.
Eski mahallede dede, babanın otoritesini aşarak torununa “torpil” yapıp şımarttır; nine gelini, kızı ve kız torununa onlara yabancı gelmeyecek tarzda nasihatler verirdi. Çeyiz sandığındaki işlemeler, oyalar ve kanaviçelerdeki hüzün ve sevdayı, üç neslin tecrübesini, mazi ve istikbal kadar bir araya getirirdi. Nine dedenin “reisliğini” zımnen onaylarken, kendi tarafından akrabalık ilişkileri ile onu hem kendine hem hısım-akrabaya daha çok bağlar, bir anlamda reisin “reislik” alanını sınırlardı. Devletin bunlardan haberi bile olmazdı! Dedenin, göründüğü kadar “ceberut” olmadığını en iyi nine bilirdi. Nine bu tecrübesini gelininden çok, oğlu ve erkek torunu ile paylaşırdı. Nine hem ailenin erkekleri ve kadınları, hem de aile ve akrabalar arasında “arabulucu” idi. Savaş ve yokluk zamanlarında, dedenin olmadığı zamanlarda dedenin yerini almayı da bilmişti.
Ve değişti eski mahalle, evler apartmanlara dönüştü.
Evlenen orta kuşak kendi evini kurarak yuvadan uçtu. Mahallenin mahiyeti, Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet döneminde toplumun siyasal, kültürel ve ekonomik şartları doğrultusunda değişti. Üç neslin bir arada yaşadığı mazbut, paylaşımcı mahalle “ev halkı” yeni ve “ideal” sandığı apartmanlara taşınmaya başladı. “Apartman sakinleri” oldu. Mahallenin yatay gelişen yapısı, apartmanla dikey olarak değişti. Dede otoritesi ve tecrübesi--oğlu ve torunu artık ayrı mekânlarda yaşadığı için—nine ile kendi arasında bir “ah, eski günler!” nostaljisine dönüşmeye başladı. Bu arada babanın otoritesi arttı evde. Devletin otoriterliği apartmanda babaya geçmişti.
Ve baba ile devlet arasındaki çatışmayı mahalle daha çok hissetmeye başladı.
Orta kuşak mahallenin üzerinde devletin kontrolü arttı. Devletin sesi sadece hoparlörden gelmiyordu artık. Daha yakında, hatta dairelerin içindeydi. Artık sadece muhtar değil, “apartman yönetimi” de vardı. Mahallede yaşamayan, ama mahallede varlığı derinden hissedilen etkenler girdi devreye. Önceleri radyo, zamanla açık hava ve kapalı sinemalar, siyah-beyaz TV, sonraları tele-iletişim ve e-iletişimin katkılarıyla devamlı bir evirilme ve dönüşüm yaşadı.
Kültürel hayatın hem geçmişten kopma hem de hali yakalamadaki tereddüt ve direnmeleri buna katkılarda bulundu. Dilden kültüre, fiziki altyapısından hanelerde yaşayan ahaliye kadar dörtnala bir değişim oldu. Mahalleli eskiden birbirini konuşurken, artık mahalle dışından kitle iletişimle gelen kişi ve olayları konuşur oldu. Klasik Yeşilçam aslında bu orta dönem mahallenin bir yansıması oldu. Cep telefonlarıyla konuşmalar yerine, cep telefonu konuşmak faslı başladı. Araçlar araçsallıktan çıkarak kimlikleşmeye başladı. Telefonu kadar konuşması lazımdı insanın!
Ve yeni mahalle kulağında dinleme aletiyle geldi.
Yeni mahalle tele- ve e-mahalle hem devletin hem de babanın tahtını sarstı. Yeni kuşak gelmişti artık. Ama mahallesi dağınıktı onun. Aynı apartmanda olsa da, kulaklığından gelen ses ve “kendi” odasındaki görüntü onu salondaki anne-babadan ayırdı. “Misafir odası” artık genç odası olmuştu. Coğrafi olarak orta kuşak mahallede yaşarken, ontolojik olarak “küresel” mahalleye taşındı. Mahallesi sadece yemek ve yatmaktan ibaret bir anlam kazandı.
Tele- ve e-mahalle hem devlet, hem okul hem de ailenin terbiye ve kontrolünden uzakta kendi mahallesini oluşturdu. Baba da, devlet de, mahalle de, çocuk da şaşkındı artık… Yeşilçam bitmiş, Amerikan filmleri ve videoları ortalığı kasıp kavurmuş, bir yandan halk müziği ve sanat müziği alanında “nostalji” serileri ile orta kuşak mahalle direnmeye çalışmış, arabeskten kurtulduk derken, Amerikan müziğine esir olmaya başlamıştı.
Kıyafet, giyinmek ve süslü giyinmekten çıkmış, marka cemaatlerinin temsillerine, ayaklı panolarına dönüşmeye başlamıştı. Okulda tek-tip önlüklere tarihe karışmış, önce renklenmiş sonra normal kıyafet serbestîsi gelmişti. Ama yeni kuşak okul dışında tek-tipleşmeye başlamıştı! Devlet elindeki radyo ve TV’ler renklenmiş ve özel sektör eliyle “halk bunu istiyor” kılıfında, sermayenin istediği yeni kuşak oluşturmaya ve orta nesli de “kelebek etkisine” tabi tutmuştu.
Bakkal bitmiş, bakkallık da zincire tabi oldu. Terzi çok önceden kaybolmuştu, ya da hazır giyim ürünlerin söküklerini-yanıklarını tamir ediyordu. AVM’ler mesire yerlerine, mahalle ev tarzı otellere dönüşmeye başladı. Eski mahalle kendi yemeğini evde yapar ve yerdi. Aynı kaptan paylaşırdı yemeğini, kaşıklar ayrıydı. Sonra herkes ayrı tabaklardan yemeğe başladı. Hatta aynı yemekte ayrı ayrı tabaklar kullanıldı. Farklı egolar meşruiyet kazanmış oldu. Orta dönem mahalle lokantaya “arada bir değişiklik” ve “özel” günleri kutlamak için “takıldı”. Yeni kuşak, evdeki olanı zaten anlamsız, lezzetsiz, gereksiz görmeye başladı. Mümkünse, hep dışarıda yemeli ya da “fast-food” yemeliydi.
Seramik tabaklar yerini plastik “kullan at” tabaklara bıraktı. Elle yemekse, çatal-kaşığa kıyasla daha bir “Amerikan” tarzıydı. Ninenin ördüğü yün çorap, annenin satın aldığı naylon çoraba, sonra çorapsızlığa, dolmakalem tükenmeze, tükenmez cep telefonlarının tuşlarına dönüştü, dijital kalem oldu. Kokulu kumaş mendil, kâğıt mendillere bırakırken, yanında onunla gelen anlamın pabucunu da dama attı. Mendilden eksilen koku, parfümlere telafi edildi biraz. Ancak mendile sinen koku ve ona işlenen desen, ne mentolde ne de kâğıt mendilin selülozunda vardı. Mendil hatıra değerini yitirirken, onun anlam evrenindeki aşklar da “kullan at” marka oldu. “Kör olası çöpçüler”, süpürdüler kalanları!
Sonuç olarak…
Geldiğimiz noktada, pek çok şey gibi mahalle de üç ayrı kuşağa --kırsal ve kentsel ayrımı yapmadan-- üç ayrı şey hayat tarzını ifade eder oldu. Eski kuşak için mahalle, herkesin birbirine aşina olduğu ve bazen de magazin türü mahalli haberlere konu olan, doğumda, ölümde, nişanda, düğünde, yeni bir şeylerin sahibi olunduğunda, sevinçleri, bazen de kıskançlıkları bastırarak paylaştıkları, bakkaldan, manavdan gerekirse veresiye mal aldığı, ayaküstü hal hatır sorduğu ortamı ifade ediyordu. İmam ve öğretmen bu mahallede önemliydi. Devletin zabiti ve polisi de korku ile karışık saygı duyulan konumdaydı.
Orta kuşak, bunların bir kısmını birinci elden tecrübe edinerek yaşarken, yeni dönemin sıkıntı ve gerilimlerini de göğüslemeye çabaladı. Sadece 1950’lerde değil, 1980’lerde de hızlanan dünya şartları Türkiye’deki mahalleyi de hemen aynı oranda onu yakalamaya itti. Telefonların yaygınlaşması, yolların alt yapılarındaki büyük değişimler, piyasaya giren yeni arabalar adeta iletişim ve ulaşım araçlarına muvafık oranda orta kuşağı, hem eski kuşakla bağlarını devam ettirme çabasına soktu hem de yeni kuşak ile arasında açılan uçurumu kapatma endişesini yaşattı.
Orta kuşak mahalle, kendi görmediklerini kendinden sonraki nesle imkân olarak sunmaya çabaladı. Aynı zamanda yaşlı kuşak ve siyasal yapının evdeki otokrat yansıması değişmeye başladı. “Meritokrasi” zaten beklenmiyordu. Demokrasi isteniyordu, ama demokrasiyi Orta kuşak, “pediokrasiye” dönüştürdü. Siyasal yapıda bulamadığı demokrasiyi ev içinde minyatür model olarak oluşturma çabasında, “çocukların idaresi” hâkimiyet kazandı. Orta kuşak hali kurtarmaya çalışırken geçmişe yabancılaştı. Yeni kuşak kendine de yabancılaştı. Yakın olduğu, fiziki çevrenin ötesinde “kendi hayatı”nı kuşatan sanal evren oldu. Hüznü yaşamadan, hazzın dünyasına daldı.
Eski kuşak sadece “sorumluluk” anlayışıyla yetişti. Çocuk yaşta olgunlaşırdı. Varsa yoksa mahalle ve ailesi vardı hayat felsefesinde. Orta kuşak sorumluluklar yanında “hak” arayışını da dile getirdi. Askerlik sonrasında olgunlaştı. Mahalleyi bıraktı, ailesine yöneldi. Şiarı diğerkâm olmak ve vermekti. Bir yandan eskinin hatırasını bayramlarda yaşadı, diğer yandan aktarmaya çalıştı. Yeni kuşak ise, sorumlulukları Orta kuşağa devrederken sadece “hak” arayan, ama sorumluluk almayı istemeyen bir nesle dönüştü. Onun ne mahallesi oldu ne de ailesi. Vermek kadar almak da istedi. Onun mahallesi fiziki olan olan mahalden çıktı ve tamamen elektronik, siber-mahalleye dönüştü. Yeni kuşak ise olgunlaşmayı geciktirmek suretiyle, ergenlik dönemini uzattı gitti. Ne Doğu’nun saygısı ne de Batı’nın üretme bilinci tam olarak oluştu onda. İkisi arasında tüketmeyi, kendine kimlik “markası” yaptı.
Yeni kuşak, orta kuşağa havlu attıran yeni “süpper!” egoları tattırdı.
Cep telefonları ve internet gibi araçların getirdiği, MTV ve benzer kanalların sunduğu dünyalar, patlayan tüketim iştahları orta kuşak ve onun devamı olan yeni kuşakları, daha da uzak bir âlemin ellerine, kendi sağladığı imkânlarla terk etmek zorunda kaldı. Bir “bireysel” takılan, ama bireysel takılmanın maliyetlerini orta kuşağa yükleyen yeni kuşak mahallesi çıktı. Bu mahalle artık ne yatay ne de dikey yapılaşma etkisinde kalmadan, hem de adeta oturduğu yerden oluşturdukları e-mahalle ve tele-mahallelerin huzursuzları—sakinleri değil--oldu. Ev içindeki insanlarla irtibatı kesen, ama uzaktaki insanlarla irtibat kuran siber gerçeklerin katkısıyla oluşan bir mahalleydi yeni mahalle.
Her türlü sosyolojik genellemenin aptallığını unutmadan, şunu ifade etmek mümkündür: Eski kuşak, 1980’lere kadar hala eski mahalle değerleriyle yaşayan, nispeten kapalı, stresten genelde uzak, hala Yeşilçam filmlerini izleyerek doğru ve yanlış arasındaki ilişkiyi, hala siyah beyaz arasındaki kadar net gören, doğru ve iyi olanların kazanmasını her şeye rağmen ve hala ısrarla isteyen, yenilerde TV ile tanışmış kuşakları ifade ediyor. Orta Kuşak ise, 1980’lerde orta-lise sıralarında ya da üniversiteye yeni adım atmış ve/ya bitirmek üzere olan, askeri darbenin akabinde sıkılaşan eğitim şartlarını bizzat yaşayan ve hatta darbenin kurallarına göre, aslında o zamana kadar çok da tatmadığı bireysel özgürlük alanlarının kısıldığında anlayan kuşaktır (kız-erkek beraber yürümeme, ya da kalabalık gruplar halinde yürümeme vb. gibi). Yeni kuşak hürriyet değil, özgürlük peşinde koşmaya başladı. Bu özgürlük ise, kendini sorumluluk yükleyen her kes ve her şeyden uzak durmak ama akranların oluşturduğu mahalleyi tek gerçek mahal olarak gören özgürlük oldu. Öz’ünü bulmadan “gürleşme” nin adı yeni kuşak oldu.
1950’lerden 2000’li yıllara kadar dikey yapılaşmayla vücut bulan bu değişim, mahalle içinde tecrübe ve akrabalık şeklinde var olan ahali psikolojisini, hem fiziken dikey hem de ekonomik ve ruhsal olarak dikey çıkmak isteyen insanların yaşadığı mekânlara dönüştürdü. Toplumsal hareketliliğin artması, bir anlamda toplumsal yalnızlıkların da artmasına, iş ve fırsat için sık çevre değişikliklerine neden oldu.
2000’li yıllarda yeniden biraz özlemli, biraz artan gelir seviyeleri ve azalan diğerkâmlıklar sonucu, sınıf atlama arzularıyla oluşmaya başlayan ve artık “villa” denilen ev komplekslerinin yapılması ise, eskinin mahallesini diriltmek yerine, artık büyük alışveriş yerlerinde eğlence dâhil her şeyini halletmeye çalışan, insanların bireysel rekabetlere tekabül eden yakın arsalarda yaşama hissinden öteye geçmedi.
Marksın beklediği, toplumsal sınıfın köklerinden kopan işçilerin zamanla yeni ortak hedefler etrafında birleşerek şehri, burjuva kuşatıp proleter devrimine giden silahı tetiklemesi de, Türk kültürünün kendi içindeki uzaktan dayanışma hisleri, toplumsal kafanın her şeye rağmen işler durumda olması nedeniyle gerçekleşmedi.
Tele- ve e-bağlantılı kelimeler uzakları yakın ederken, yakınların uzaklaşmasını da engelleyemedi. Mahalle artık yaşanılan mekân değil, tele-mekânlar, e-mekânlar halinde, din dâhil her şeyi tüketmek esasına dayalı bir mutluluk daha doğrusu anlık, günlük tatmin araçlarına bıraktı kendini. Gecekondusundan lüks semtlere kadar uzanan bu yeni durumda, ortak tele-mahalle siber-mahallenin gerçekliği kendi kuralları ve özgürlük alanlarını oluşturdu.
“Mehlenin yakışığı” nerden geliyor derseniz, kesin alışveriştendir.
Kendini değiştiremediği için, kıyafet değiştirmekle meşgul hâlâ!