Aşka dair
Evrenin başlangıcında aşk vardı.
“Aşk” ışıktı, sarmaşıktı.
"Aşk" kelimesi hem ışığı idi dünyanın, hem sarmaş dolaştı ilk insanlarla.
Evreni aşk kuşattı evreni.
Yaradan aşkı yarattı; aşk ile yarattı.
Aşk Yaradan'dan huzmelerini aldı.
Ve Yaradan Aşk idi.
Ölüm sonradan geldi.
Çünkü ölüm, aşksızlığın eseridir. Yaşamak için aşk lazımken, terk edilen aşk ile tersini doğurdu hayat. Ve ölümün geleceğini bilerek aşk ile yarattı Yaradan. Maşuk iken önceleri, Âşık da olduğu için yarattı.
Âdem’di, Havva’ydı ilk sakinleri evrenin.
Bir anlık dalgınlık ile sürçme ile başladı ölüm. Çünkü Maşuk'un aşksızlığa tahammülü yoktu. Çünkü insanı kendi nefsinden ruh üfleyerek yaratmış, kendi varlık özünden bir nebze de olsa insana katmıştı. İnsanın hamuruna aşkı katmış, aşk ile toprağa suyu salarak insanın çamurunu öyle hazırlamıştı. Aşkın özünde toprağı unutmamak vardı. Lakin insan çamurunun özünü yanılıp unutmuş, aşka karanlık düşürmüştü. Işık ise tahammülsüzdür karanlığa. Ki zulümdür karanlık. Elbise gibi sarar aşkı, zulüm. Toprağı unutan insan, o zamandan beri düşer toprağa ki, aşkın önemi ve aşkın hallerinin bir nişanesidir ölüm. Ve insanın ölümü bir ibrettir aşkın ihmale gelmediğine dair.
Aşkı tadan ölmez, yaşayan ölmez.
Lakin hatıralarda yer etmek önce bir yaşanmayı gerektirir. Âdem’de aşkın yönü değişti biraz, biraz muhatabı değişti. Hâlbuki melekleri ve İblis'i kıskandıracak bir aşk ile yaratılmıştı. Ve sadece kendine secdeyi, bir aşığın kıskançlığıyla sadece kendine saklayan Yaradan, Âdem’i yüceltmiş ve meleklere, ona secde etmelerini emretmişti. Hem meleklere hem İblis'e. Bu anlamda, İblis'i de yoldan çıkaran aslında aşktır. Yaradan katında ikincil bir konuma düştüğünün kıskançlığı vardır onda. Fakat esas hatası, aşkı Yaradan'a rağmen ve insana nispet yaparak kibir karıştırarak, aşkın sapkınlığa giden bir modelini oluşturur. Kendisine yar olmadığını düşünerek ve fakat yine Yaradan'ın izniyle insana ölümü getirecek, aşkın muhatabını değiştirecek işlere kalkışır ki, bu muhatap Havva olmuştur ilkin…
"Olmak” ve "ölmek” arasında iki nokta idi fark “o”nun üstünde.
Biri Âdemdi noktanın, diğeri Havva. Ve insan, Allah’a en yakın varlıktı. “İnsan” yakınlık ve irtibatlı olmak anlamına geliyordu. Ölümle aşkın nöbetleşmesi böyle başladı. Çünkü insan hak etmeden kendisine bahşedilen nimetin kıymetini bilememiş, iki nefs arasında bocalayıp, kendine nefes vereninkine, kendi nefsinden yaratılanı tercih etmişti. “Zulüm” ise karanlıktı.
Karanlıkla başladı insanın kendinden utancı ve yine aşk örttü ışığıyla insanı.
Merhametin örtüsü galebe çaldı. Maşuk döndürürdü karanlığı aydınlığa istese. İsterse kalpleri döndürürdü, isterse kalıpları. Sonra Hâbil ve Kâbil, kan ve intikam… Sonrası akil ve şair. Gitgide böyle erdi kemale belagat ve aşk’ın ıstırabı da güzeldi. Havva’sız Cennet’e konan insan, Havva’sız Cennet’i hayal edemez oldu. Hatta Havva’sız cenneti Havva’lı dünyaya tercih eder oldu. Köprünün bir ucunda o, diğerinde O vardı.
İblis ve Havva tarihin varlık özünü, miladını oluşturur.
Havva ile başlayan tarih, kıyametle biten zamanın hikâyesi terennüm edilir. İblis tetikleyicisi oldu tarihin; Havva ise, tesellisi aynı zamanda. İşte sürgün başlamıştı. Sürgündeki insanda, yeni sürgünler çıktı. Âdem’in tarih, Havva ve aşk arasında parçalanması tecrübe alanını açtı. Bilgiden tecrübeye geçişti bu. Bilgi verilir, tecrübe ise kazanılırdı, ama acı ama tatlı. Aşk ile nurlanan insanın üzerine çöken gölge, gözlerine tüneyen karartı. Ve Karanlık ölümdür.
Tevrat’taki yılan Kur’anda hiç olmadı. Kur’andaki Âdem, Tevrat’taki Adam gibi hiç, kaşlarını çatıp hatasını Havva’ya yüklenmedi. Âdem’ce, Âdemoğluna yakışır bir usulde kabullendi. Belki de nefislerin ikinci defa mutabakata vardığı nokta buydu: “Biz nefsimize zulmettik. Bizi affet, ey Rabbimiz!” dediler. O “Rab” idi, Rab terbiye eden, eğiten idi ve insanın ilk eğiticisi de oydu. İkincisi İblis…
Tevrat’taki muadili gibi, Yehova’ya adeta kurnazca diklenen ve hatta gizlice onu da suçlayan Adam gibi “Şu senin kaburga kemiğimden yarattığın kadın var ya! O verdi ben de yedim” (yasak meyveyi) demedi! Kur’anda İblis vardı, ama kadına iblislik yakıştırmadı Kur’an. İblis olan, iblise uyan herkesti. Birine yaklaşan diğerinden ırak düşerdi.
Ve tekrarı vardı olanların…
Çünkü zaman başlamış, süreölçer nazlı nazlı çalışıyordu. Tarih başlamıştı. Zaman bitmiş, tarih başlamış, sınır başlamıştı insan için ve her bitişte bir yeniden başlama, her başlangıçta bir sona yuvarlanma… Ve tekerrür ederdi tarih bir nebze. Züleyha ve Yusuf böyle çıkar sahneye. Kur’andaki “Züleyha”, Tevrat’taki Potifar’ın karısı gibi “hadi yat benimle” demez. Aksine Yusuf’un güzelliği üzerinde hem Kur’an durur, hem Züleyha’nın kendisi. Hatta çıkan şayialar üzerine Züleyha kadınları toplar ve Yusuf’u gösterir geçerken. “Bakın da görün” demek ister, “ona olan aşkımda haksız mıyım?” Ve kadınlar Yusuf’un güzelliğiyle bakışları mıhlanmış bir halde, ellerindeki bıçaklarla parmaklarını doğramaya kadar şuursuzlaşırlar.
Züleyha’nın bir gömlek yırtması ne ki!
Yusuf da güzelliği takdir eder. Hatta Kur’an onun da kalbinde hafif bir meyil olduğunu, ama güzellik takdir hissinin, Allah’ın hakikatine muhatap olmasından dolayı ileri gitmediğini anlatır. Yusuf ceddi Âdem’in hatasını tekrar etmiyor. Demek o ki, ders iyi verilmiş ve alınmıştır. Bu nedenledir ki İslam kültürü Züleyha’ya bir süfliyet abidesi olarak bakmamış, Yusuf’a çektirdiklerine rağmen onun sonradan -kocasının ortadan çıkması ile- mutlu bir son bağlamında değerlendirmiştir. Yusuf’u hem kardeşleri kuyuya attırıyor, hem Züleyha zindana. Ama kardeşleri nefretten, Züleyha aşktan. Zapt edemediği ve uğrunda kıvrandığı tutkuya dönüşen aşktan. Aşk tutkusuz da olmaz ki! İblisin başlangıçta Âdem’e olan hasedi, kardeşlerinin Yusuf’a olan hasedinden farklı değildir…
Sonraları Yusuf ve Züleyha, Leyla ve Mecnun olur, Ferhat ile Şirin olur. Kerem ile Aslı, Tristan ve İsolde, Abelard ve Heloise, Romeo ve Juliet olarak önce İslam coğrafyasında başlayıp sonra Avrupa ve Asya’yı sarar. Endülüs’e varıp yedi yüzyıl yankılanır ve Amerika’ya sıçrar. Önce dillerden gönüllere, sonra gönüllerden şarkılara akar, sonra kâğıtlara ve perdelere. “Romance” olur, şarkı, şiir olur, “chanson” olur, “lied” olur. 17. yüzyıldan itibaren roman olur, resim olur ve film olur aşk. Hayata her zaman tutunur. İnsanları hayata tutturan
Bugün çoğumuza normal gibi gelen bu tür hikâyeler Batı tarihinde ilkçağ ve Ortaçağ ortalarına kadar görülmez. Bunun sebebi de Troubador ve bugün adı gitar olan müzik aletleri ile bu kültürün, yani aşk kültürünün Batı’ya özellikle Endülüs’ten girmiş olmasıdır. 12. yüzyıla kadar Batı’da böyle bir anlayış, aşkı, aşığı, maşuğu kutsayan bir anlayış yoktu. İsa kültleri böylece evrilir Meryem kültlerine…
Aşkın halleri, muhatapları, süreçleri farklı farklıdır. Bir şey ya da varlığı herşeyin önünde görmek, her şey ve her varlığın ötesinde kutsarken, kendini maşuk karşısında tutkun, zelil görüp, başkalarına karşı rezil rüsva olmaya aldırmadan, kendine rağmen kendinin ötesi hislerle bağlanma işidir aşk. İnsanlık tarihini yönlendiren hadise ise, aşkın muhatapları olmuştur. Yani tarihteki dönemleri oluşturan bir sürü dönemler vardır. Ama hepsinin özünde yatan aşkın hangi muhataba aşığın yönlendiğidir.
Bu manada, tarihi yönlendiren etken aşktır.
Burada benim yaklaşımım aşkın tarzı ve maşukuna göre, aşığın aldığı tavra göre tarihi dönemleri yeniden ele almaktır. Âdem, Havva ve İblis tarihte mütemadiyen isim ve şekil değiştirerek tarihi oluşturdular. Şuurun oluşmasıyla kaybedilen aşkın muhatapları tarihsel dönemlerin esas aktörleri oldular. Kim neyi herşeyin ötesine koydu, ne için kendini ortaya koydu ise, Âdem oldu, Havva oldu, kimi zaman İblis oldu. Hem fertler hem de milletler bazında bu tezin doğru olduğuna inanıyorum.
O halde, aşkın ne olduğu sorunsalı ortaya çıkıyor hemen.
Aşkın Türkçedeki kullanımı onu anlam açısından daraltmış olsa da kelime Arapçadır. Kelimenin anlamı da “ışık” ve “sarmaşık” ile bağlantılı. Dilimize ne zaman girdiğini bilmiyorum, ama Kaşgarlı Mahmut’un Kamus’unda geçiyor bu kelime. Kaşgarlı Araplara Türkçe öğretmek gibi bir kültürel amaç ile kaleme aldığı Kamus’unda aşkı tanımlama da zorluk çekmemişti. Yani Türk dilinde aşkın karşılığı vardı…
“Yârim!” diyen yarımdır.
Aşkın insan içine güneş gibi doğandır. Aşk, aşığı fiziki âlemden alıp götüren, uzaklaştıran, kimi zaman yeme-içmeden kesilmesine, maşuk ile arasındaki zihin ve gönül bağı haricinde her şeyle arasındaki irtibatı kesmektir. Gözlere nakkaşın işlediği ilahi bir perdeyi aralamaktır Aşk. Öyle derin işlenen bir nakış ki, bizzat maşukun nakışları gözdeki iris tabakası ile yer değiştirir. Beyne hatırayı, iki çift kelamı, bir kalem endamı, telkari inceliğiyle işleyen, kulaklara hücum eden hangi ses olursa olsun, sadece onun sesini duyan, “bir dünya iki yoldaş” bir yürek iki beden, yarım yarım paylaştırılmışçasına ve her yarımın, yarımlığının ıstırabını hem kendine hem diğer yarısına her bakışta hatırlatan ve tekrar sarmaşıkların sırrına erme halidir. Yâr olmak, gönüllü ve gönülden yarım olmaktır. Kendi yarımındaki eriyikle varlığını yeniden tanımlar yâren…
Sarmaşık ve asma bahçeleri, aşk ve şaraptır...
Bir kadehten diğerine akan ve fakat her doluşta kabını sarhoş eden bir şaraptır aşk. Şarabın etkisiyle “onun” haricinde herkes ve her şey bulanık bir hal alır, nazardan düşer. Ve fakat eksilmeyen, yeter ki dökülmesin aktarılırken! Etkisi azalmaz ve âşıklar şarap olurlar zamanla sermest. Sermest olmakta ki sırdır zaten serbest olmak. Özündeki suyla şarabın yer değiştirmesidir aşk. Aşk dünyaya mahkûm olan insanın, dünyada maşuku hariç, kendini bağlayan her şeyle irtibatını koparıp dünya ötesi âlemi ruhen yaşama hamlesidir. Cesedinden sıyrılan ruhların sarılması, sarmaşıkların zamanla sadece gövde değil köklerde de birliğe yönelmesi. Öyle ki, âşık maşuktur artık. Kendini onun yerinde görür, onun yerine, onun için, onun lehine, onun rıza ve mutluluğuna göre hareket eder. İşte bu nedenlerdir ki--Arap edebiyatından aldığı hikâyeyi yeniden tasavvuf hamuruyla yoğuran Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u uzun engel ve arayışlardan sonra bağırları kadar yangın çölde buluştular çölde alev alev. Ve “Mecnun!” sedasını işitende, Mecnun garip garip bakar ve mealen “Eğer ben Mecnun isem, sen kimsin ey Leyla?/ Eğer sen Mecnun isen, ben kimim ey yâr!” der.
Anne rahmine düşen çocuk için beden kendini yeniden kurgular.
Aşığın gözleri de gözün, gönlün rahminde “onun” için kurgular kendini. Mecnun normların üstündedir, çünkü normlar onu normalliğe gark edecek şeylerdir. Bu nedenle, aslında lakabı olan “Mecnun” adı olmuştur. Yani “cinli,” cinlerin dadandığı adam. Herkesin itibar ettiğine itibar etmediği için, herkesin gözüyle Leyla’yı görmediği için, Leyla’yı Mecnunî tarzda gördüğü için. Yani deli olduğu için…
Leyla aşktı, bir huzme gibi süzülen fani gözlerinin fani olmayan kirpiklerinde ve aşk geceydi. “Leyl” gece idi. Leyla gecenin güzelliği. Onun haricinde kimsenin görmediği ve yalnız onun göreceği ölüm idi Leyla. Bu nedenle Leyla ve Mecnun sadece aşkı değil aynı zamanda aşk içinde ölümü yaşama abidesi olarak geçtiler tarihe. Cesetlerinden sıyrılıp aşkın mutlakıyetinden bir katre gölge oldular birbirlerine. Aileleri husumetin peşinde, onlar aşka özgü bir birliğin.
Ne kadar karmaşık olursa olsun, ne kadar insan kadrosu zengin olursa olsun, tarihteki her olay, okunan her roman ya da şiir, izlenen her film, yapılan ya da yapılamayan herşeyin içinde aşk oldu. Çoğu zaman ikili olarak karşımıza çıktı bu aşk, bazen de üçlü bir merkezde cereyan ederken, merkeze yönelen ve merkezden uzaklaşan bileşenleri ile çeşitlendi. Âşık insan olarak kaldı bazen, maşuk da insan oldu çoğu zaman, ama maşuğun değişken tabiatı yönlendirdi zamanı.
Bazen Nirvana veya Solomon’un şarkısı oldu aşk, bazen İsa veya Meryem, bazen Allah veya Resulü, “Kelime,” “kelimeyi yüceltmek” veya bazen saadetin asrı, “kızıl elma” oldu maşuk, aşığın kendini aştığı dönemlerde. Erkek oldu, kadın oldu. Ve insan neyi herşeyin ötesinde gördü, neyi sadece kendi ve o varmışçasına kutsadı ise, o Leyla’sı oldu, O Mevlası. Leyla geçti dönem dönem, dönem dönem Mevla. Mevla diye sığındığı yeni şeyler de buldu insan. Mevla’nın önüne neyi koyduysa, o oldu Mevlası. O kıskançtı ve istemezdi kendisinden çok başkasının sevilmesini. Aşkın kendisi bazen maşuku da aştı dönem dönem. Aşka âşık oldu insan. Bazen de kendisine âşık oldu.
Havva tarihsel sürecin hayat aktrisi, Âdem’e hem korkuyu hatırlattı hem aşkını, hem şuursuz mutluluk hem şuurla mutluluğu. Şuurdan öteye götüren mutluluk ve şuursuzluk, derin bir şuur anaforuna iten ıstırap oldu. Hem güç hem korku; kabul ve reddi, kovulmayı getirdi. Cennetin tebessümü, cehennemin ağzını açarak sırıtması. Var olmanın hüznüne nispet olarak verilen bir teselli hüsün abidesi, yok olmanın özündeki daire. Yaşamak ve ölmek, ölmek ve yaşamak.
Âdem Havva’yı severken, hayatı sevdi. Hayatı severken, ölümün ayak seslerini duydu. Onu her sevmede biraz kendini sevdi, kendinden olanı, kendinde olmayanı. Eros ve Thanatos beraberdi çoğu zaman. Kopuşun önce sancısı, sonra teselliye dönüşen coşkusu, sonra hafızaya nakşolunan hafıza ve tarihe dönüşen zamana rücu edişi. Ruh buutunda zamanın hiç kopmayan irtibatı, eksilen rabıtayla tarihe dönüşen ceset. Tecrübe ile hafıza, aktarılan tecrübeyle tarih oluştu. İlhamdı, mahremdi, ölümdü artık. Mısırda Ishtar, Tammuz, Eski Yunanda Gaia oldu. Havva sevgiliydi evvela, aşkı çeken, ona yeni yön tayin eden unsur oldu. Sonra eş oldu, sonra anne ve kız kardeş ve kız evlat.
Dört temel unsurdan ruh tecelli etti insanda ve insan topraktı. İnsan toprak, İblis ateş, Havva ruhtan ona dönmek üzere ayrılan ruh. Aşkın coşkunluğu raksa döndü, rakkaseye döner oldu aşk için, semaya açılan elleriyle semazen oldu. Aşkın yaşandığı an zihnen ve bedenen maşukun doldurduğu andır ki, bu nedenle aşk zihne nakşolunan resmin hem zihnî hem bedenî esaret derecesinde göğüs kafesine hapsolunan bir kuşu yaşatmak için var olur. Aşk o ki, aşığın tutkudan dolayı dar gelen göğüs kafesi kendisini tecrit ederek sadece maşuka mekân kılar. Âşık kalkar o zaman, aşk ve maşuk kalır sadece. Aşığın kendini maşuk yerine koyduğu süreç başlamıştır. Aşk oluşun gizemi, göğüs kafesini de içindeki kuşla uçmağa vardırmasındadır.
Aşk olsun! Ölüm ne ki!