Korku ve alkışlar arasında Ortadoğu
Ortadoğu böyledir…
Önce Sezar’ı alkışlar. Sezar iktidardır; hatta kimilerine göre “tanrı”dır. İktidar kudreti, kudret Tanrı’yı anıştırdı Ortadoğu’da. Öyle ki, kader, takdir ve iktidarla beraber oldu adeta. Ve halk ile iktidar arasındaki ilişki bu nedenle Tanrı ile kul arasındaki ilişkiye denk bir hal aldı.
İktidarı Tanrı ile özdeş tutarak Tanrı’nın isimlerinde var olan rahmet, merhamet, şefkat, adalet gibi özellikler de tek bir odağa indirgenmiş oldu. Bir bakıma “kudret” diğerlerinden soyutlandı. Böylece, hayatı ve siyaseti Hak ve hukuk değil, iktidarın varlığı tayin etti. “Demokrasi” filan derseniz, onu da takdir eden iktidardı zaten.
Tek tanrılı dinlerin beşiği Ortadoğu. Her nasılsa, Eski Yunan’a alfabe, düşünme ve sanat ilhamını veren, üç İbrahimî dinin ortaya çıktığı bölgede gelenek böyle inşa edildi. Evet, Hz. Musa, Mısır’daki zulme karşı lider olarak çıktı. Misyonu, halkını zalim Firavun’un Mısır’ından “arz-ı mev’uda” kavuşturmak oldu. Halkı arkasına düştü önce; On Emir’i almak için dağa çıktığında halkın altın buzağıya taparken buldu.
Evet, Hıristiyanların “Tanrı’nın oğlu ve Tanrı” olarak algıladığı Hz. İsa yerleşik statükonun tamamına başkaldırdı. Sadece kendinden önceki yozlaştırılan geleneği değil, aynı zamanda dünyada değer olarak algılanan ne varsa, Yahudilikten yozlaşan ve Roma’yla kemikleşen ne varsa karşı çıktı. Ölüm gibi insanî bir gerçeği ve dünyaya ait olan şeyleri aştığı yazdığı İncil’lerde. Bir değil iki ihanete uğradı. Havarinin biri onu inkâr etti; diğeri Yahudilerin tahrik ettiği Romalı askerlere onu ihbar etti.
Evet, Hz. Muhammed, “güneşi sağ eline; ayı son eline verseler” inandıklarından vazgeçmedi. Ve onun ifadesiyle, “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan”dı. Zulüm karşısında adaletin varlığını dünya ve ahiret dengesini kurarak O tebliğ etti. Ortadoğu’nun hem hakikat hem de adalet algısı, ancak hakikat ve adalete riayet eden liderle oldukça var oldu.
Onun öğretileri, Hıristiyanlıktaki gibi, her yanlışlığı ahirete, ya da “diğer dünyanın krallığına” havale etmek şeklinde olmadı. Hukuk ve davranış biçimleri üzerinde kendine gelenle yaşadıklarını birleştirdi ve Hak-hukuk’un bu dünya için de geçerli olduğunu anlattı. “Meddahları gördüğünüzde, yüzlerine serpin!” demişti. Asr-ı Saadet sonrasında meddahlar siyaseti yönetir oldu. Ebu Bekir sadakati, Ömer adaleti, Osman rikkati ve Ali ilim ve cesareti ile ün saldı. Ancak Ömer, “adalet” timsali olarak mazlumların en çok andığı halife oldu. İktidarı olmasına rağmen, adalet hissiyle yönetti.
Ortadoğu’nun değişmeyenleri
Ortadoğu’da değişen onca şey arasında, değişmeyen tek şey Ortadoğu insanının iktidarla olan ilişkisidir. Ortadoğu’da kimlik sadece iktidar üzerinden elde edilir. Toplumların kimliksizliği onları ancak bir yere yamanarak var olmayı zorunlu kılar. Doğal olarak ontolojik varlığına kendisi de inanmayan kitleler, ancak politik olarak varlıklarını sürdürebilirler. Bu nedenle, mesela Osmanlı’yı alkışlar önce; sonra Osmanlı’ya tarihe gömenleri. Sonrasında durulmaz elbette. Baasçıların peşine düşer Ortadoğu. Sonra siyasi İslamcılar girer devreye. Ve Ortadoğu’nun tarihi kurtarıcılardan kurtaran kurtarıcılar tarihi olur. O nedenle de “Mehdi” beklentisi her fetret döneminde etkin olmuştur. Napolyon’un dahi “Mehdi” olarak olarak alkışlanmış olması bu nedenledir.
Ve aslında asırlardır, gelenle gidenin ipleri aynı ellerdedir Ortadoğu’da. Asanla, asılanın iplerini aynı eller temin eder. Saddam’ı alkışlar. Sonra Saddam’ı deviren Conileri. Hüsnü Mübarek’i alkışlar, sonra onu kafese koyanları. Kaddafi’yi alkışlar önce; sonra onu öldürüp leş muamelesi yapanları. Suriye’de Esad’ı alkışlar, sonra Esad’ın kuyruğuna teneke bağlayanları.
Batı gibi görünen Doğu’da Sezar da öyle olmadı mı? Haşmet ve zaferle döndükten sonra hem de. Alkışladılar delicesine Sezar’ı. Sonra oğlu kadar Sezar’a yakın olup onu öldürenler arasında yer alan Brütüs’ü. Sonra Anthony devreye girer. Sezar’ın cesedini gösterir ve bir konuşma yapar ağlayarak. Onu da alkışlar Ortadoğu. Sonra Anthony‘nin arkasına düşer ve Brütüs’e savaş açar.
Ortadoğu’da Tanrı korkusu söylemde, korkunun tanrılaşması eylemde hâkimdir. Roma İmparatorluğu Doğu Roma (Bizans) ve Batı Roma olarak ayrılmadan önce, Roma’nın topraklarının çoğunluğu Doğu’daydı. Maya öylesine güzel tuttu. Bir yandan Allah’ın evrenin yaratıcısı olduğuna inandı; öte yandan, devlet aygıtını yönetenler ağır bastı bölgede.
Ortadoğu’da en az üç bin yıldır yönetilen ve yöneten arasındaki ilişki, “sürü-çoban” bağlamında anlatılır. Devletle halk arasındaki ilişki böyle tesis edildi. Ziraat-hayvancılık aşamasından kalan bu mecaz siyasi bir gerçekliği anlatır oldu. Eski Yunan’da “Kaos” (“Gaia”) kadındı. Doğa’yı temsil ediyordu. Sonra “ Tanrı” Zeus galebe çaldı, babasını öldürdü, doğaya da hâkim oldu.
Eski Yunan’da iyi kötü bir demokrasi vardı. Eski Roma’da bir Cumhuriyet. Eski Yunan’da sofistler sistemi yok ettiler. Eski Roma’da sofist hukukçular. Roma Ortadoğu’ya açıldıkça, Kartaca’dan, Mısır’dan, Kudüs’ten yeni şeyler öğrendi.
“Doğu”, özellikle “Afrika” tecrübesi Roma’nın kendini algısında bir dönüm noktası oldu. Roma’nın kimliğini nerdeyse, “Afrika husumeti” oluşturdu başlangıçta. Yani Roma, Afrika neyse, tam tersi olmalıydı. Roma belagatte ileri gittikçe adalette geriledi. Önceden doğrudan söylenen sözler, sonradan dolambaçlı anlatılmaya başlandı.
Mısır’da kralın “Tanrı’nın oğlu” olarak bilindiğini öğrendi. Yani kral “Tanrı” idi. Onlar vatandaş değil, tebaa da değil, “Tanrı”nın kulları gibi biliyorlardı kendilerini. Orada İmparator ve tebaası arasındaki gibi değil, Tanrı ve kulları arasındakine benzer bir ilişki vardı. Çünkü oluşturulan teolojik yapı temelde insanlar arası ilişkide kutsal metinlerdeki Tanrı ve insan ilişkisini model almıştı. Yani epistemolojisini oluşturamayan toplumsal yapıların teolojik olarak var olma çabası galip oldu.
Kartaca’dan nefret ederdi Romalı. Hatta Senato’da tartışmalar sırasında uyuyan meşhur senatörler vardı. Konu ne olursa olsun, “Kartaca’yı yakalım!” önerisi her zaman geçerliydi. Ancak farkına varmadan, hasımı olduğu şeyleri sevdi Roma. Sevdikçe ondanlaştı.
Kudüs’ten de benzer şeyler öğrendi Roma. İsa’yı çarmıha gerdiren siyaset oradan geldi. Nietzsche’nin “köleliklerinden” dolayı kınadığı Yahudi siyasetiydi bu. Kartaca’dan Cleopatra’yı öğrendi Roma. Cleopatra kraliçeydi, “fettandı” ve Kartaca kadar “fethedilmesi gerekiyordu… Anthony’ye hükmeden bir yanı vardı Cleopatra’nın. Roma, pederşahi kafasında kendini “erkeklikle”, Kartaca ve Ortadoğu’yu “kadınlıkla” özdeşleştirdi. Ve Roma kadından korktuğu kadar korkardı Kartaca’dan.
Anthony Kartaca’yı fethetti, Cleopatra Anthony’yi. Cleopatra Romalı generalleri birbirine düşürmüştü; Kumasını yok etmeyi bilmişti Anthony’nin gözünde.
Batı’da kalsa ne olurdu imparatorluk, bilmem. Ancak Roma’nın tanrılarının çoğu, Eski Yunan’dan, onların ki de Ortadoğu’dan ödünç alınmıştı. Roma Hıristiyan olup “kutsal” Roma olunca, artık tartışılmaz da olmuştu. Tanrı İsa’nın katili Roma, İseviliğin devleti olmuştu.
Doğu-Batı, siyah-beyaz, biz-ötekiler ve benzeri kavramlar aslında sadece Roma ve Kartaca arasındaki ilişkinin farklı uzantıları olarak gelişti tarihte. “Işık “Doğu”dan gelir” Latince bir vecize. Işığın gölgesi düştükçe Roma’ya, Roma karaltılara karıştı.
Ve Roma’da insancıl bir rejim olmasını isteyen Cicero’nun kellesini kestiler. Yetmedi, kopmuş kellesinden dilini çıkarıp iğne batırdılar. Sonra da halka gösterdiler. Cicero konuştukça onu alkışlayan halk, onun kellesini koparanı da alkışladı. Diline iğne batırınca alkışlar ikiye katlandı. Ortadoğu’da gelenek böyle gelişti.
Korku ve alkışla…