Tanrı, insan ve takvim
Tanrıyı, insanı, tarihi nasıl algıladığı bir medeniyetin diğerlerine göre farkını ortaya koyar. Tanrı ve insan arasındaki ilişki de bu paradigmanın bir parçasıdır. İkisi arasındaki ilişkide zamanın tarihe, tarihin takvime dökülmesi, o medeniyetin hangi insan problemine çözüm aradığını da anlatır.
Çoğu insan, tarihi kendi doğruluğu içinde içselleştirir. Sağlam “gerçek” ve “verilere” dayalı bir bilim dalı olarak görür. Hâlbuki tarih, ideoloji ve çıkar ilişkileri içinde kişisel tercihlerin ürünü bir anlatıdır. Öne çıkarma, geri bırakma, veri uydurma, veri çarpıtma, veri göz ardı etme gibi unsurlardan dolayı, tarih yazımı aslında bir hikâye yazımından öte değildir. İşte bu nedenledir ki, yaklaşık iki asırdır --aradaki anlam farklılaşır gibi görünse de-- “hikaye” tarihleşmektedir.
Batı dillerindeki “tarih” ile “hikâye” kelimesi aynı kökten gelmektedir (“history” ve “story”). Farklı disiplinlermiş gibi görünür, ama bugün de geçerli olan bir şey var ki: tarih yazarı ile anlatı yazarının söylem evreni aynıdır. Herhangi bir hikâye ile herhangi bir tarih vakası arasında gerçeklik açısından hiçbir fark olmayacağı gibi, tarihin kurgusal hikâyeselliği düşünülürse, hikâyenin gerçekçiliği daha da ağır basabilir. Hikâye edebiyatın bir alanı, yani sanat dalı iken; tarih, bilgi ve gerçekliğin, yani bir bilim dalının izlerini taşımak ister. Tarih diğer pozitif bilim ya da laboratuar bilimlerine olan komplekslerini, o bilimlere metot açısından öykünerek tatmin etme sevdasındadır. Ancak tarih yazımından, tarihsel dokümanlara kadar bir tayf içinde bu anlamsız kalır.
İlk tarihçi sayılan Herodot’tan beri tarihsel vesikalar, onun ve sonraki tarihçilerin yazdıkları, vakanüvisler çoğu zaman vesayet altında yazıldı. Bu vesayetin bir kısmı mitoloji bir kısmı da siyaset oldu. Sadece siyasi tarih ya da aristokrasi tarihi mahiyetindeki yazılanlar, antropologların karbon testleriyle takip etmeye çalıştıkları insanlık tarihi özelde kısa bir kayıtlı dönemi içerir. Kainatın var olma yaşıyla kıyaslandığında zaten çok önemsiz bir kesite şahitlik eder. Ve her halükarda tarih ile hikaye arasında estetik yaklaşımdan öte, fazla bir fark yoktur. İkisi de “anlatı” ve kurgu özelliklerini taşırlar.
Aslında Herodot’un faydalandığı kaynakların çoğu zaten edebiyat ürünleri, efsane, destan türü malzemeler olup şifahi kültürün muhayyile ile birleştirdiği bir kurgu dünyasına dayanır ve o tarihin “babasıdır.” Tarihin zaten “tarih öncesi” diye adlandırılan dönemi, kayıtlara geçmemiş olan dönem anlamında kullanılır ki, arkeolojik bulgular, karbon testleri bu tarihsel dönemi uzatmaya yönelik çabalardır.
Sümerlerde oluşturulan yazı ve takvim, daha sonra Akat, Mısır, Asur ve Babil ve Fenike medeniyetlerine uzanan, oradan eski Yunan ve Roma’ya sarkan bir silsileyi oluşturan tarih halkasının başlangıcıdır. Sonraki dönemlerde Tarihin başlangıcı, zaten oluşan yeni kültür ve anlayışlar doğrultusunda “yeni takvim”e göre yeniden ayarlanmıştır. Bunu yaparken de yeni takvim ilan eden kültür, diğerini, kendinden öncekini silmek ve tarihin merkezine kendini koymak amacıyla yeni takvimler ihdas etmiştir. Buna örnek olarak Hintlilerin kullandığı takvimler, Hıristiyanların kullandığı Hz. İsa’nın hayatının başlangıcını esas alan takvim, Müslümanların kullandığı Hicri takvimdir.
Mevcut tüm tarihler olayların vuku bulduğu zaman dilimini temel alarak yazar. İşte o zaman dilimi önceki zamana göre kendi farkını oluşturma amacını taşır. Daha sonrakilerin onlarla ilgili yorumları ise, esas yönlendirici etken olarak karşımıza çıkar.
Tarih, galiplerin geçmişi yargılayıp mahkum etme aracıdır çoğu zaman. Hatta geçmişi tahrip etme silahı olur ve geleceğe yön vermede kullanılır. Sovyet Rusya’da belli bir dönem basılan gazeteler tamamen çıkartılıp yok edilmiş, yerine aynı tarihle ve farklı haberlerle o günü anlatan yeni sayılar basılmış ve bunlar sonradan “tarihsel” doküman olmuşlardır. Yakın çağ Türk tarihi de benzeri uygulamalarla inanırlık problemine dipnotlar düşmüştür.
Tarih elbette ki insanla başlar. İslam’da Tanrı’nın tarihselliği yoktur; O zaman ve tarih üstüdür. Dün-bugün-yarın, insanlara özgü zamanı parçalı gören, tarihi geçmişten geleceğe uzanan bir doğrusal çizgi mantığının ürünüdür. Kompartımanlara ayrılan ve müteselsil cüzlerden oluşan tarih anlayışıdır bu. Tanrının katındaki zaman ise, bütüncül bir manzara arz eder. O’nun için yaşadığı mazi, yaşamakta olduğu hal, yaşayacağı ise istikbal değildir. Saint Augustine ve Bergson’un buluştuğu noktalar temelde budur zamanla ilgili olarak. İslam anlayışında Allah’ın “Hayy” olması onu zamanlar üstü olmaklığını ifade ederken, zamanın onun varlığını bağlamadığını da ortaya koyar.
Zaman insanı bağlar. İnsan zamanla var olan, zamana endeksli bir süreyi doldurup ölen varlıktır. Semavi ya da mitik olsun, bilinen bütün kozmolojilerde aynı mesele, yani insanın tarihselliği üzerine yapılan aşikâr ya da ekseriya zımni ifadelerle yer alır.
Zamanlar üstü olmak ilahi kitaplarda hep bir tanrısallık unsurudur. “Pagan” sayılan kozmolojilerde de aynı mantığı görmek mümkündür. Yunan mitolojisindeki Zeus ancak babası “Kronos’u—ki, zaman ve tarihsel akışı ifade eden “kronoloji” buradan gelmektedir—alt edince “tanrıların tanrısı” olur ve hâkimiyet tahtına oturur. Tevrat’ta Yehova dünyayı altı günde yaratır. İlk yarattığı, zamanın belirleyici göstergeleri olan karanlık ve ışık, yani gece ve gündüzdür. Zaman yedinci günde istirahata çekilen Yehova’yı değil onun yarattığı kainatı ve içindekileri bağlar.
Asıl zamana tabiiyet insanın cennetten kovulduğu andan itibaren “ölümü tatması” yani zamana tabi olması faslındadır. “Havva” kelimesi “hayat” sürmek kökünden gelmekte olup “Adem” kelimesi de “yokluk” anlamına gelen ve “kan” çağrışımı da yapan İbranice bir kelimedir. Ve tarihsellik bir cezadır Tevrat’ta. Havva ile tadar insan soyu ölümün ilk tohumlarını. Artık tarih üstü bir mekandan çıkarılacak ve tarihe tabi oldukları bir mekana yani dünyaya ineceklerdir.
Kur’anda yine altı günde yaratılan bir kainat “göklerin ve yerin” yaratılmasıyla tarihselliğin içine gark olacaktır. Tevrat’ta özellikle İsaiah’da vurgu yapılan mahşer, tarihselliğin sonunu ilan eden bir kehanet olarak çıkar karşımıza. Hıristiyanlıktaki İsa, her iki rolü birden yani tanrısallığı ve aynı zamanda insanlığın tarihselliği sürecini birden yaşadığı için bir istisna oluşturmaktadır. “Müjdelenen İsa” olana kadar çocuk İsa, sonra tebliğci İsa--ki Yahya’nın onun vaftiz etmesiyle tevsik edilir—çarmıha gerildiğinde “normal” insan gibi acılar içinde kıvranarak “baba”sına “Ey Tanrım, niye beni terk ettin!” diye serzenişte bulunur.
“Ölen” İsa, öldükten sonra dirilir ve bir kısım insanlara “ben size demedim mi bak dirildim!” der ve sonra meçhul bir zaman içinde tekrar gelmek için kaybolur. Ölüleri diriltirken tarihe meydan okuyan, ölürken tarihe mağlup, dirilince tarihi Zeus gibi alt eden İsa’dır o artık. Hıristiyanlıktaki İsa’nın tanrısallığı onun ölmemişliği ile irtibatlıdır. Ve aslında Yuhanna incilindeki “iptida kelam vardı. Kelam Tanrı ileydi. Ve kelam Tanrıydı.” çelişkisini hem incil’in hem kendisinin şahsında yansıtan İsa figürü olarak yeni bir takvimi ifade eder.
Hasılı, toplumsal tarih ve takvimleri ciddiye almadan münferit tarih ve takvimleri yaşamak ve onları yazmak zamanı gelmiştir. Beyhude yaşamların tarih yalanlarından kurtulması için başka bir yol varsa onu görmek lazımdır. Aksi halde, eski ve yeni yalanlar üzerine kurulan yeni yaşamların kendisi de eskileri kadar yalan olacaktır.