Mücahit Denktaş’ın ölümü
Ölüm fikrinin farkında olan tek varlık insan belki. İnsan olduğunun farkında olması da insana özgü. Diğer canlılarda yaşamaya odaklı bir algı ya da içgüdü varken, insan doğumlarda bile ölümü hatırına getirebilen bir varlık. İstemeden doğarız, ölürüz istemeden. Bize asıl üzüntü veren, ölümün soğukluğu değil, ölümün sevdiklerimizi alıp götürmesidir esasen.
Mücahit Denktaş’ı aldı ölüm. KKTC’ye hayat vermek için hayatını adadıktan sonra.
Kurşun ağırlığında yürek, eriyen zaman içinde külçe külçe olur da bedeni sürükleyemez. Menziller arası bir menzilde, menzillerce hasrettir ölüm; ramak mesafede, sonsuzluk çarpı ramaktır. Hayat zaten asî bir kopuşla gelen mutî atılmışlığın sürgün hâliyle, bir tür ölümle başladı evrende. Başlangıcın sonu kadar, sonun da başlangıcı oldu ölüm. Her ayrılık, o’nca ölümdür, her sürgün bir ölümdür içinde, dışında.
Denktaş aslında yedi yıl önce ölmüştü. Cleopatra’yı kıyılarında ağırlayan ada ona sürgün yeri olmuştu.
Mecnun’suz Leylâ sürgündür; Leylâ’sız dünya, cinnetin zindanıdır Mecnun’a. Şems’ten ayrı Mevlânâ, dosttan ayrı yüzülen posttur. İsterse, güneşin ışığıyla varlığını ışıklandırsın, o gidince yine hilâle dönüşür. Işıyan çehresinden çok, kanayan karanlıkları vardır.
Sezar gibi kanayan yarası çoktu Denktaş’ın. Aleyhinde yürütülen propaganda küçük adanın boyutlarından büyük, küresel ölçekteydi. Mücahit Denktaş küresel anaforda savruldu. Adayı üstüne kuma gelmesine dahi dayanamayacak kadar seviyordu. O ada olmuştu. Ada’nın sıkıntılarından, bir tür Ergenekon’dan çıkmasını istiyordu. Ancak birden bazı çevrelerin “Ergenekoncu” ithamlarına muhatap oldu. Kahramanların “hain”leşmesini anlamamış, rahmetli Erbakan’a serzenişte bulunmuştu. Türkiye Cumhuriyetini "Rum" ağzıyla “işgalci devlet” görenleri gördükçe ıstırabı derinleşmişti.
Hasretin özeti, daralan göğüs kafesidir, gözbebeklerinde küllenen közdür, yürekte yanan özdür. Mil çekilse de gözlerine, gözbebeklerinde beliriveren daralma, o gözlerle göreni kapanarak içine almak ister, göz ile göz kapağı da yaşar hüznün güzelliğini. Gözkapakları tabut olur gözlere.
Denktaş’a mezar oldu adası sürgün sonrasında. Sürgünlüğünün acısına, evlat acısı da binmişti zaten. Yazılarına döndü, kamerasına, papağanına anlattı derdini. Dinleyen kalmamıştı Anavatanda.
Hüznün parmakları, bedendeki damarları ve sinirleri, kanunun tellerine benzetir de, her vuslatı bir münasip makamla şakır tel tel eder. İçinden yürek uçunca daralır, daralır da, hatıraların arta kalanını çeperlerinde yakalamak, dermek ister. Daralmanın hacmince kesilen nefes, ancak yüreğin kafeste şakımasıyla can bulur.
Hüzünlüydü Denktaş yıllardır. Tek başına da kalsa Kıbrıs davasını anlatacaktı. Anlattı. “Rum”u anlattı, Annan planını anlattı, değiştirtti. Biz onaylasak bile “Rum” oyun oynayarak diyordu. Oynadı. Diplomaside her konuda olduğu gibi Türkiye’nin hafızası sıfırlanarak yaklaşınca, “AB” önünde engel olmuştu Denktaş.
Ayrılıkların kokusu, ölümün kokusundan da acı gelir. Ölümle hayat arasındaki nöbet değişimi, ayrılıkla vuslat arasında yoktur. Ya vardır, ya yoktur o! Varlık hayat, yokluk ölümdür. “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir de ölüm!” Mezarda ayrılanla, iki duvarın ayırdığı arasındaki fark, mezardakinin ayrılığın bilincinde olmamasıdır. Ayrılığın yastığına, tenine, gömleğine sinen koku ise, nesnelerden uzaklaşır, diğer tenin özünü muhasara altına alır, istilâ eder. Eyüb’ün tenine düşen kurtlar, Yakub’un kokladığı gömlek onca muhasara altındaydı.
Denktaş muhasara altındaydı. Talat’ın ekibi ve Anavatan girişimleri sayesinde olan hasarı azaltmaya çalıştı.
Zaman erir, yelkovan delirir. Sarkacın yüreği atar güm güm! Onunla hemhâl andır yaşamak. Kendince, kendini unutarak, onca var olmayı, onunla var olmayı, O’nca var olma derecesinde hissetmek. Yalnızlık bir ölümdür, yalın kılıç dilim dilim ederek yeni “ben”ler çıkaran kendinden. Her beni bir “sencileyin” var etmek. Kalabalıkta kayboluş bir ölümdür; “ben” râm olmuştur onlara. Aldanış ölümdür, aldatış ölümdür. Hayat bir aldanıştır Havva’ca. Ve ölüm uçmaktır. Uçmağa varmaktır…
Denktaş yalnızdı. Yalınkılıç yalnızlığında yaşıyordu yıllardır.
Ölüm neydi ki Denktaş’a?
Yapmayı planladıklarının yarım kalmasıdır. Yazılan, okunan bir kitap bitmeden meselâ… Bir çocuğu tastamam yetiştiremeden, Kıbrıs’ı mükellef bir olarak görmeden.
“Hayat nedir?” sormadan, hayatın anlamını hayattan kaçmak şeklinde değil de hayatla bizzat yüzleşerek ve ölümü de hayatı da “eyvallahsız” bir şekilde ölmek ve yaşamak. Ölmeyi öldürmektir yaşamak.
Yaşamak halvet hâlidir ölümle; hayata darılmadan. Tekerlekli sandalyede en son bedeni bükülen ama başı dimdik bir kahraman vardı. Darılmamıştı, daralmıştı.
Pişman olduğunuz her fiil bir nevi ölmektir aslında. “Keşke!”ler lahdine defnedilen nice ölüm vardır! Ve beraberinde tekrar yaşamaya dair yapılan taahhütler, yeminler. Mesafe ve zamanı kuşatmaktır yaşamak, şimdisi ve “hemen!”i ile.
Kıbrıs’a dair keşkeleri yoktu Denktaş’ın. İstikameti belliydi.
Kıbrıs’ı yaşadı ruhunda. Hayatın coşkusuyla yatağına sığmayan sular gibi, kâh başını kayalara vurmak belki kâh kayalardan - minnacık da olsa - parçalar koparmak kayanın içine işleyerek Eritemese de, kayanın ağırlığını artırmak, üzerinin yosun tutmasını sağlamak. Belki kayalardan koparmak minnacık parçaları ve özündeki toprağa dönüştürmek... Yaşadıklarımızdan pişman olmadan, kendimizle iç içe. İç içe olmayı bile bir ayrılık mesafesi bilip, eriyerek zaman içinde, zamanı içinde eriterek.
Denktaş’tan kopan ömrü oldu sadece. Abidevi kişiliğinden kopan olmadı.
Denktaş öleli onca yıl oldu aslında. Arayan, soran, yazan, konuşan yoksa zaten ölümdür yaşanan. Yaşadıklarımızla, kendimizle sınırlı ise ölümdür bu. Yaşam alanı sadece hatıralara ise, ölümdür. Ölüm kendini aşmaktır tepeleri tepe tepe. O anlamda Denktaş kendini çoktan aştı, ölmedi. Hakikatin yaşmağını sıyırıp, yaşamanın derunî hüznünü özümüze giydirmekle varılan bir kendini giyinme hâlidir onunki.
Korku ile değil cüretle, belki sevilenlerden sevilmesi gerekene bir yolculuk. Meşgalenin bittiği an, istirahatın başladığı ve yeni enerjilerin depolandığı an. Gidilecek yerde de seveceklerimiz olduğunu bilerek.
Aslında, her daim şikâyet eder gibi olduğumuz ve fakat her nedense yaşamayı hâlâ biyolojik fonksiyonlardan öteye algılayamadığımız bir sürece son verilmesidir ölüm. Sevda otağına girer gibi, karasevda gülleri dermek için. Denktaş karasevdalı idi Kıbrıs’a, ve Türkiye’ye.
Ruhun şad olsun ey Mücahit Denktaş!
Musalla taşında saf tutanlardan epey yüreği daralanlar olacak!
Nasıl bilirdiniz deyince hele!