Aşkın Bar/kodları
Aşk aslında aşkın olmayla aynıydı evvel zamanda. Bir şey ya da varlığı her şeyin önünde görmek, her şey ve her varlığın ötesinde kutsarken, kendini maşuk karşısında tutkun, zelil görüp, başkalarına karşı rezil rüsva olmaya aldırmadan, kendine rağmen kendinin ötesi hislerle bağlanma tutkusuydu aşk.
Aşkı tüketen âlem, sevgiyi de tüketime dönüştürdü. Nasıl ki doğayı bitirdi insan ve kalanı balkondaki saksıya sıkıştırmak istedi, aşk da kavramsal olarak aynı akıbete maruz kaldı. Ve Sevgililer Günü aslında bir taziye günüdür. O nedenle, sevgiyi ya yatakta ya da romantik atakta aradı insan. Aşamadı onları.
Kastım ille de “ilahi aşk” diye topu taca atmak değil. Gelenekte var işte; aşk da “yokuşlardan çıkar hep basamak basamak” ve yokuşlarda susamak da bunun mutat parçası. Kendini sevmeyen başkasını sevemez. Kendiyle kavgalı olan, başkasıyla barışık olamaz. Nefsiyle kavgalı olan nefes alamaz hale gelir. Kavgada muhatabı kendisi olur. Adına sonra yine nefis der. Ve “nefis” nedense her daim “Şeytanîdir!” Daralan geleneğin dar alanlarındaki çatışma modeli bu olsa gerek.
Aşkın halleri, muhatapları, süreçleri farklı farklıdır. İnsanlık tarihini yönlendiren hadise ise, aşkın varlığı değil, muhatapları olmuştur. Yani tarihteki dönemleri oluşturan bir dolu etken vardır. Ama hepsinin özünde yatan aşkın hangi muhataba aşığın yönlendiğidir. Bu manada, tarihi yönlendiren etken aşktır.
Bu yaklaşımın gerekçesi aşkın, tarzı ve maşukun aşığın aldığı tavra göre tarihi dönemleri yeniden ele almaktır. Hz. Âdem, Hz. Havva ve İblis tarihte mütemadiyen isim ve şekil değiştirerek tarihi oluşturdular. Şuurun oluşmasıyla, kaybedilen aşkın muhatapları tarihsel dönemlerin esas aktörleri oldular. Kim neyi her şeyin ötesine koydu, ne için kendini ortaya koydu ise, Âdem oldu, Havva oldu, kimi zaman İblis oldu.
O halde, aşkın ne olduğu sorunsalı ortaya çıkıyor hemen. Aşkın Türkçedeki kullanımı onu anlam açısından daraltmış olsa da kelime Arapçadır. Kelimenin anlamı da “ışık” ve “sarmaşık” ile bağlantılı. Dilimize ne zaman girdiğini bilmiyorum, ama Kaşgarlı Mahmut’un Kamus’unda geçiyor bu kelime. Kaşgarlı Araplara Türkçe öğretmek gibi bir kültürel amaç ile kaleme aldığı Kamus’unda aşkı tanımlama da zorluk çekmemişti. Yani Türk dilinde aşkın karşılığı vardı…
“Yârim!” diyen, yarımdır. Aşk insan içine güneş gibi doğandır. Aşk, aşığı fiziki âlemden alıp götüren, uzaklaştıran, kimi zaman yeme-içmeden kesilmesine, maşuk ile arasındaki zihin ve gönül bağı haricinde her şeyle arasındaki irtibatı kesmektir. Gözlere Nakkaşın işlediği ilahi bir perdeyi aralamaktır Aşk.
Öyle derin işlenen bir nakış ki, bizzat maşukun nakışları gözdeki iris tabakası ile yer değiştirir. Beyne hatırayı, iki çift kelamı, bir kalem endamı, telkari inceliğiyle işleyen, kulaklara hücum eden hangi ses olursa olsun, sadece onun sesini duyan, “bir dünya, iki yoldaş”, bir yürek iki beden, yârim yârim paylaştırılmışçasına ve her yarımın, yarımlığının ıstırabını hem kendine hem diğer yarısına her bakışta hatırlatan ve tekrar sarmaşıkların sırrına erme halidir. Yâr olmak, gönüllü olarak ve gönülden yarım olmaktır. Kendi yarımındaki eriyikle varlığını yeniden tanımlar yâren…
Aşk sarmaşık ve asma bahçeleri, şaraptır. Bir kadehten diğerine akan ve fakat her doluşta kabını sarhoş eden bir şaraptır aşk. Şarabın etkisiyle “onun” haricinde herkes ve her şey bulanık bir hal alır, nazardan düşer. Ve fakat eksilmeyen, yeter ki dökülmesin aktarılırken! Etkisi azalmaz ve âşıklar şarap olurlar zamanla sermest. Sermest olmakta ki sırdır zaten serbest olmak.
Özündeki suyla şarabın yer değiştirmesidir aşk. Aşk dünyaya mahkûm olan insanın, dünyada maşuku hariç, kendini bağlayan her şeyle irtibatını koparıp dünya ötesi âlemi ruhen yaşama hamlesidir. Cesedinden sıyrılan ruhların sarılması, sarmaşıkların zamanla sadece gövde değil köklerde de birliğe yönelmesi. Öyle ki, âşık maşuktur artık. Kendini onun yerinde görür, onun yerine, onun için, onun lehine, onun rıza ve mutluluğuna göre hareket eder. İşte bu nedenlerdir ki--Arap edebiyatından aldığı hikâyeyi yeniden tasavvuf hamuruyla yoğuran Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u uzun engel ve arayışlardan sonra bağırları kadar yangın çölde buluştular çölde alev alev. Ve “Mecnun!” sedasını işitende, Mecnun garip garip bakar ve mealen “Eğer ben Mecnun isem, sen kimsin ey Leyla?/ Eğer sen Mecnun isen, ben kimim ey yâr!” der.
Aşkın kendi mi maşuktur?
Anne rahmine düşen çocuk için beden kendini yeniden kurgular. Aşığın gözleri de gözün, gönlün rahminde “onun” için kurgular kendini. Mecnun normların üstündedir, çünkü normlar onu normalliğe gark edecek şeylerdir. Bu nedenle, aslında lakabı olan “Mecnun” adı olmuştur. Yani “cinli,” cinlerin dadandığı adam. Herkesin itibar ettiğine itibar etmediği için, herkesin gözüyle Leyla’yı görmediği için, Leyla’yı Mecnunî tarzda gördüğü için. Yani deli olduğu için…
Leyla aşktı, bir huzme gibi süzülen fani gözlerinin fani olmayan kirpiklerinde ve aşk geceydi. “Leyl” gece idi. Leyla gecenin güzelliği. Onun haricinde kimsenin görmediği ve yalnız onun göreceği ölüm idi Leyla. Bu nedenle Leyla ve Mecnun sadece aşkı değil aynı zamanda aşk içinde ölümü yaşama abidesi olarak geçtiler tarihe. Cesetlerinden sıyrılıp aşkın mutlakıyetinden bir katre gölge oldular birbirlerine. Aileleri husumetin peşinde, onlar aşka özgü bir birliğin.
Ne kadar karmaşık olursa olsun, ne kadar insan kadrosu zengin olursa olsun, tarihteki her olay, okunan her roman ya da şiir, izlenen her film, yapılan ya da yapılamayan her şeyin içinde aşk oldu. Çoğu zaman ikili olarak karşımıza çıktı bu aşk, bazen de üçlü bir merkezde cereyan ederken, merkeze yönelen ve merkezden uzaklaşan bileşenleri ile çeşitlendi. Âşık insan olarak kaldı bazen, maşuk da insan oldu çoğu zaman, ama maşukun değişken tabiatı yönlendirdi zamanı.
Bazen Nirvana veya Solomon’un şarkısı oldu aşk, bazen İsa veya Meryem, bazen Allah veya Resulü, “Kelime,” “kelimeyi yüceltmek” veya bazen saadetin asrı, “kızıl elma” oldu maşuk, aşığın kendini aştığı dönemlerde. Erkek oldu, kadın oldu. Ve insan neyi her şeyin ötesinde gördü, neyi sadece kendi ve o varmışçasına kutsadı ise, o Leyla’sı oldu, O Mevlâsı. Leyla geçti dönem dönem, dönem dönem Mevla. Mevla diye sığındığı yeni şeyler de buldu insan. Mevla’nın önüne neyi koyduysa, o oldu Mevlâsı. O kıskançtı ve istemezdi kendisinden çok başkasının sevilmesini. Aşkın kendisi bazen maşuku da aştı dönem dönem. Aşka âşık oldu insan. Bazen de kendisine âşık oldu.
Sevgililer Günü, çoğu insan için taziye günüdür. Herkesin âşık takıldığı zamanlarda maşuk olmak için aşkı yaşatma gücü zayıf kaldı. O nedenle aşkı olmadan âşık olmak zamanın bir güzellemesi oldu. Doğayı öldüren insanın, saksılarda doğayı yaşaması neyse Sevgililer Gününde “sevgiyi” aramak da böyle bir şey oldu. Ama aşk her zaman oldu.
Meyhane bar oldu; aşkın kodları barkodla değişti sadece.