Kaburga kemiğimdeki sızı?
1848 yılı iki önemli olaya şahitlik etti.
Biri Marks’ın Komünist Manifesto’sunun yayımlanmasıydı. Diğeri ise, Amerikalı bazı kadın gruplarının Seneca Falls’da yaptığı toplantı. Her iki olay da farklı sınıftaki insanların ezildiklerinden dem vuruyordu.
Marks Darvin’in fikirlerinden ilham almıştı. Natüralizmin prensiplerini de sosyolojik bakış açısına katarak, toplumu ekonomik ilişkiler açısından incelemiş, ekonomik ilişkiler yumağı içindeki toplumsal kurumların “altyapı” ve “üstyapı” oluşturmaları üzerinde durmuştu.
Darvin, hayvanlar arasındaki “en güçlü olanın yaşaması” esası üzerinde durmuştu. Marks, toplumsal ilişkilerde ekonomik açıdan daha güçlü olanların--üstelik de zayıf olanları sömürerek--zayıf olanların aleyhine işlediği sonucuna varmıştı. Bunu yaparken Marks üretimde esasın “emek” olmasına rağmen, emekçilerin “artı değer” olarak yine güçlü olanların (yani sermayenin) daha da büyümesine yarayan bir ağ kurduğunu ifade ediyordu.
Benzeri şekilde, Amerikan Bağımsızlık Savaşını yaşayan Amerikalılar, daha önceleri imkânsız sandıkları bir gücü, yani “ceberut” İngiliz sultasını, en azından resmi anlamda topraklarından atmayı başarmışlardı.
“Amerikalı” kimliğini böylelikle kazanan ve tarih sahnesine Cumhuriyet olarak yeniden doğduğuna inanan Amerikalılar, önce herkesin aynı oranda bağımsızlık mücadelesine katkıda bulunduğunu sanıyorlardı. Yavaş yavaş durumun olmadığını anlamaya başladılar. Daha bir Cumhuriyet nesli ömrünü tamamlamadan, yeni bir sancının eşiğine geldiler: Kuzey-Güney Savaşı.
Her iki savaşın da insanlara kazandırdığı bazı özellikler oldu. Öncelikle, farklı kesimlerden insanlar--daha önceleri olmadığı kadar--siyasi birliktelikler oluşturup beraber bir amaç uğruna hareket etmenin ve örgütlenmenin yararını gördüler. Daha önceleri enerjilerini yeni coğrafyalar keşfetmek ve ondan kendilerine hisse çıkarmayı amaçlayan ferdiyetçi kitleler, daha toplumsal amaçlı birliktelikler oluşturmayı becerebildiler.
Bir başka önemli değişim daha vardı. Erkek egemen savaşlarda yetişkin erkekler cephede ve cephe gerisi levazımat işlerinde yer aldıklarından, sivil hayatta erkeklerden boşalan yerleri birçoğu kadınlara kaldı. İlk zamanlarda bocalayan kadınlar daha sonra “erkek işlerini” öğrenmeye başladılar. Hemşirelik gibi kimi işler haricinde, kadınlara kapalı olan cephe işleri böylelikle kadınlara sivil hayatta bir şeyler yapma imkânını zorunlu olarak vermiş oldu. Çocukların eğitimi de bu dönemlerde hemen tamamen kadınlara kaldı. Dolayısıyla her iki savaş da Amerikalı kadınların sosyal hayatlarında çok etkili oldu.
Daha önce İngilizlerin yaptığı işleri kendileri de yapabildiğini gören Amerikalı erkekler gibi kadınlar da erkeklerin yapabildiği işlerde başarılı olabileceklerini gördüler. Psikolojik olarak arada vehmedilen kimi farkların olmadığı sonucuna vardılar.
Aynı psikolojiyi siyahlarda da görmek mümkündür. Şuuraltındaki kimi komplekslerin yıkılma zamanıydı onlar için. Özellikle kölelik karşıtı ve taraftarı olmakla özdeşleştirilen--ama aslında siyasi ve ekonomik savaşın ta kendisi olan--iç savaştan iki unsur çok değişerek çıktı. Kadınlar ve siyahlar. Tamamen şuuraltı çağrışımlarıyla “kölelere özgürlük!” faaliyetleri kadınlara özgürlük ve eşitlik sloganlarına dönüşmeye başladı.
Bu durum hemen her kadında olan bir “uyanış” anlamına gelmiyordu elbette. Eğitim ve etkinlik alanları olan Başkanının eşi Abigail Adams gibi kadınlardan, ilk kadınların mevcut durumlarına olan itiraz veya serzenişlerle başladı. Siyahlar beyaz erkeklerin nazarında neyse, beyaz kadınlar da siyah erkeklerden biraz yüksek, beyaz erkekten daha düşük bir konuma sahipti. Miras ve diğer medeni haklar dâhil kadınlar pek çok haktan mahrum idiler.
Siyah kadın da siyah erkeklere oranla daha düşük bir konumu geleneksel olarak kabullenmişti zaten. Böylesi bir katmanlaşma olan toplumda farklı grupların taraçalama usulüyle birbirine destek olduğu bir yapısallaşma vardı.
Köleliğe karşı verilen savaş bitmiş, ama kölelik bitmemişti. Savaş zamanlarında “biz” diye kitleleri harekete geçirenler aslında o “biz”in içine çok dar bir kitlenin girdiğini kendileri biliyorlar, fakat savaş sonrasında ortaya çıkan bu durumu insanlara anlatmıyorlardı. Efendiler değişmiş, kölelerde değişiklik pek olmamıştı. Yerliler zaten hepten “şeytandı”! Amerikan cennetindeki Âdem’i tehdit ediyordu. Çinliler ve diğer gruplar ya “sapık inançlı” ya da Allah’ın “belası”, ama az parayla çok iş yapan gerekli unsurlardı.
Her ideoloji toplumdaki güçsüz kitlelerin sırtında iktidara tırmanır, sonra onların tepelerine otururdu. Lidya ile Habil’in birleştiği noktaydı yeni kurumsallaşmalarla gelen güç odaklanmaları. Önce sorunlar biterdi, sonra sesler, sonra sözler, sonra o sorunu bitirenlerin bir kısmı. Övülmekten, düşünmeye vakit bulmak çok zor olurdu böylesi zamanlarda.
Zaten 17. yüzyılda kadınlar üç temel kategoride yer alıyorlardı tanıtımlık olarak: Onlar ya “çenebaz” idiler ya “itaatkâr eş” ya da “Âdem’in kaburga kemiği” idiler.
Zaten Yehova kadını erkeğe “yardımcı olsun”, “canı sıkılmasın” diye yaratmıştı!
Kadınlar da kendilerine biçilen rolü oynamak ve başka şeyleri kurcalamamak zorunda idiler. Zaten Batı’ya göç sırasında erkeklere de epey “ayak bağı” olmuşlardı. Onların tahsil yapmaları da “gereksizdi.” Bildiklerini kullanmayacaklardı nasılsa. Kadınla bilgi bir araya gelince, tehlike baş gösteriyordu! Dahası onlar tahsil içi zihin gücünden “mahrumdular”.
Eğitim alanlar ise İngiliz aristokrasisinin uzantılarında ve özel hocalar vasıtasıyla oluyordu --ki bu da onlara daha eğitimli ve zengin eşler bulabilmeleri için potansiyel bir denge imkânı sağlıyordu. Entelektüel olmaları zaten “muhaldi”. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ya korsan olarak basılan İngiliz yazarların ya da onları taklit eden Amerikalı yazarların eserlerini okumak durumundaydılar. Tabii ki onların yoldan çıkmalarını engellemek için sapkın türdeki eserler sansürlenip yasaklandı. Ağırlık onların iyi eş olmalarına yardımcı olacak kitaplara ve dergilere verildi. Babasının kızı kaldıklarında zaten bir kimlik gerekmiyordu, zaten evlendiklerinde de eşlerinin kimliği onlar için yeterli idi. Onların işlerini zorlaştırmadan, kendilerini bu alanlarda yetiştirmeleri en iyi yoldu.
Dinin kadınlara daha çok hitap ettiği, kadınların fıtraten dine daha yatkın olduğu inancı oldukça yaygındı. Erkekler sosyo-ekonomik arenada matadorlar peşinden koşturan kızgın boğa gibi olmalıydı. Dinin alanı, ekonominin alanının başladığı yerde bitiyor, orada başka kanunlar, hükümler, başka kimlikler yarışıyordu. O halde arenadan çıkıp evine dönen erkeğin istediği dışarıdaki yorgunluğunu kendisine unutturacak unsurlardı.
Kaburga kemiklerimde bir sızı var: Siyah, ezilmiş, kırılgan ve kindar!