Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı Devleti’nin devamı olduğunu,
“80” yıldır diye başlayan müptezel tarih algılarının sakatlığını,
Yitik bir medeniyetin kavgalı ergen çocukları olmaktan vazgeçmek gerektiğini,
Mustafa Kemal’in Vahdettin’le ilişkisinin, Kemalistlerle Osmanlıcılardan anlamlı olduğunu,
Birini sevmenin maliyetinin diğerinden nefret etmek olmadığını, Halife’liğin ilga edilmeden önce zaten hükmen işinin bittiğini; hilafet ilga edilmeseydi, bugün halifenin muhtemelen İngiliz vatandaşı bir Hindistanlı olacağını, İngilizlerin Osmanlı mirasına olduğu gibi, hilafete de konmak istediğini,
Osmanlı’nın dilinin Türkçe olduğunu, diğer imparatorluk dilleri gibi farklı dillerden kelimeleri içerdiğini, ancak zengin bir Türkçe olduğunu, Arapçanın değil Kuran ı Kerim’in kutsal olduğunu,
Vahiy “oku!” diye başlar diye başkasına anlatırken, Müslümanların Kuran-ı Kerim dâhil pek kitap okumadığını,
Garip ama gerçek türünde, Tanzimat Fermanının bugünlerde Sümela Manastırında tecelli ettiğini, darısı Ayasofya’nın başına diyenler olduğunu,
Bir Osmanlı padişahının, Londra’da bale izledikten sonra hayran kalıp, “işte bu benim ülkemde olursa, iş tamam olur geliştik demektir!” kabilinden laflar ettiğini,
İtalyan Verga’nın Cavaliero Rusticana adlı operasının İtalya ve Avrupa’dan önce Osmanlı’da özel taleple oynandığını,
Mustafa Kemal’in rakı sevdiğini, ama bazı Osmanlı sultanların hatta halifelerin şarap içtiğini,
Mustafa Kemal’in Klasik Osmanlı müziğini çok sevdiğini ve Rumeli Türkülerinden “Bülbülüm Altın Kafeste”yi dinlerken çok duygulandığını ve bu türkünün “kafes planıyla” alakası olmadığını,
Cumhuriyet döneminde bir ara “her köye bir piyano” hedefinin Batılılaşma projesinin bir uzantısı olarak görüldüğünü,
Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti ilan etmek yerine, istese yeni dönemde Monark olarak ülke idare etmesinin mümkün olduğunu,
Alfabe değişikliği ile Osmanlı tebaasının “bir gecede cahil” olmadığını, Osmanlı tebaasının zaten kahir ekseriyetinin cahil olduğunu, Latin alfabesinin kabulünden sonra da Osmanlıca alfabenin kullanımda epey kaldığını ve fakat bugünkünden daha cevval bir fikir hayatı olduğunu,
Mustafa Kemal’in Türkçesinin süzülmüş bir Türkçe olduğunu, Osmanlı Türkçesini en iyi konuşup yazanlardan biri olduğunu, Risalelerin Osmanlıcasının bozuk olduğunu,
Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkarken kullandığı yatın zamanının en iyilerinden olduğunu ve hiç de pejmürde bir balıkçı sandalı olmadığını,
Vahdettin’in “hain” olmadığını, Mustafa Kemal’i sevip saydığını ve onu şarapnelden koruyan altın saati hediye ettiğini, sürgünde de ona kötülemediğini,
Mustafa Kemal’in Anadolu Kulüpte etrafındaki bazı meddahları yerden yere vuran sözler ettiğini ve hatta kendisini eleştiren dış basın için, “neden yasaklayacağız? Adamlar hakkımızda doğruları yazmış diyecek kadar öz eleştiri yapabildiğini,
“Atatürk’ü “Koruma Kanunu”nun adı çok anılan Menderes tarafından ve Demokrat Parti döneminde yasalaştığını,
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken farklı ülkelerin yasalarından aparmalar oldu diye eleştirenlerin, bugün ilahi vahiy gibi AB yasalarına ve ABD “teamüllerine” biat yarışına girdiklerini,
Mustafa Kemal’in hayatında ve ölümünden sonra, dünyanın sayılı zenginleri arasında hiç yer alamadığını,
Koçi Bey Risalesi’nde, zamanın Osmanlı muktedirlerinin bilim insanlarını nasıl dalkavuk ve meddah haline getirdiğini anlattığını, devletin çöküş nedenlerinden birinin bu olduğunu,
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Avrupa ziyareti sırasında, oradaki bazı icatları görerek, Frenklerle dalga geçtiğini, bu icatların sonradan anlaşıldığını,
Osmanlı’yı çökerten nedenlerden birinin toplumda “hayret ve merakın” tükenmesi olduğunu,
Mezhep imamlarından çoğunun bizzat Müslüman emirler tarafından sürgüne ya da hapse mahkûm edildiği zamanlar olduğunu, nedeninin ise onların isteklerine noterlik değil, ahlaki prensiplerine göre yorumlar olduğunu,
Fes giymenin Osmanlı’da önce küfre denk algılandığını, kaldırılınca da dinin elden gittiği şekilde yorumlandığı ve aynı şekilde şapkanın da bir serencamı olduğunu,
Osmanlıda matbaanın Batıdan iki yüzyıl sonra gelmediği, bugünkü matbaaların da ülkeyi kendi başına ileri götürmediğini,
İmam Gazali’nin cami imamı değil, Nizamiye Üniversitelerinin rektörü olduğunu ve Aristo’nun felsefesini çürütmek amacıyla kitaplar yazdığını,
Ortaçağ’ın ya da Karanlık Çağların ideolojik tanımlar olduğunu ve sadece Batı dünyasının bir yıllık bir tarihine tekabül ettiğini, Müslümanların Ortaçağının aslında 20 yüzyıl olduğunu,
14. Yüzyılda Endülüs’te bir milyon toplam kitap varken, Paris Kütüphanesinde sadece altı adet kitap olduğunu,
Mustafa Kemal’in Fransızca, İngilizce kullanabildiğini, Arapça ve Farsçasının de her Osmanlı aydını kadar olduğunu,
“Ulu Hakan Abdülhamit Han” döneminde en çok yabancı okulların açıldığını ve bu okullarda gizli saklı Haçlı zihniyetinin beslendiğini, Osmanlı’ya “şer devleti” dendiğini,
Benim dediğimi dediktir dedikten sonra, seçilmenin çok da anlamlı olmadığını,
Demokrasinin çoğunluk oyları alınca her şeyi yapabilmek olmadığını,
Evet ve hayır ayrımlarının cennet cehennem ayrımları olmadığını,
Müslümanların da katliam yapabileceklerini ve hem tarihte hatta Asr-ı Saadette yapabildiklerini,
Sünni ve Alevi ayrımlarının ikisi de Türk olan Osmanlı Sultan ve İran Şah’ı döneminde kurumsallaştığını,
Yedi göbek sülalesi Türk de olsa, soyadı Türk ya da Öztürk ya da Türköne de olsa, bir insanın aslında kimliğinin kendisinin ne hissettiğiyle ilgili olduğunu,
Özal döneminde faizin nerdeyse dinen yasaktan çıkıp vecibe olmaya başladığını,
İlk “Kürt Raporu”nun CHP tarafından hazırlandığını,
MHP-DSP iktidarında Öcalan’ın adeta koruma altına alındırıldığını,
Erbakan hükümeti döneminde İsrail’le büyük ve kapsamlı anlaşmalar yapıldığını,
Bu ülkede solculuğun, ABD karşıtlığı, sağcılığın ise anti-komünizm olduğunu ve ikisinin de icazetlerinin aslında ABD’den onaylandığını,
Sıkıştıkça halkı, kokuştukça Halik’ı hatırlamanın gerekmediğini, onların her zaman var olduğunu,
Abdullah Öcalan’ın “bir tarafım Türk” dediğini ve Türkçeden başka dil bilmediğini,
Adaletin mülkün yani devletin temeli olduğunu, birilerine mal-mülk temin sloganı olmadığını,
Demokrasinin seçimden ibaret olmadığını, asıl ondan sonrasının demokrasi açısından önemli olduğunu,
Türkiye’de “antitez” diye çıkan oluşumların aslında, “tez”den farkının sadece daha tez canlı olmalarından ibaret olduğunu, sistemin kendini farklı şekillerde klonladığını,
Eskiden bunalma durumlarında “Bu da geçer yahu!” denildiğini ve “La Havle” çekildiğini
öğreneceğiz.
Öğrendikçe de gölgeye ve gölgeden yumruk atmalar bitecek…
Umarım.
“Hiç…”