İlk defa bir köpekle bir köpekle tanışmam lise yıllarıma dayanır. Yağmurlu bir bahar ünüydü. O da sırılsıklam olmuştu benim gibi. Ben lisedeydim ve o eğitimsiz, tatlı, bembeyaz bir köpekti! Sadece kulaklarında siyahlar vardı. Sonra dostluk ilerledi “aile boyu.” Ağabeyim --ki o zaman da benim “adam olmadığımı” söylerdi--bile sevmişti Kıtmir’imi! Kıtmir de onu sevmişti. Yanından ayrılmaz olmuştu. Bahçeye, tarlaya gidecek kadar...
Bir kamyon altında kaldı, ezildi Kıtmir bir gün. Son hatırası, beni kurtar dercesine gözyaşlarıyla gözüme bakması oldu. Öldü. O acıdan sonra bir daha köpek edinmedim.
Ancak…
Biricik kızımla kedi sevgisi girdi dünyama yedi yıl önce. Sitede bir ayağı yaralı kediyle başladı maceramız. Sonrasında tedavisidir, sevgisidir derken “bizden” oldu Rüya. Ha, bir de zehirlendi ki sormayın! Kızım, veterinerin “bu ölür!” dediği kediyi dua ve gözyaşıyla ayağa kaldırdı. Bir gözyaşı, bir ömür hayatımdan. Sonra Üzüm geldi, sonra Zeytin. Tam ideal “üç çocuklu” aile olmuştuk ki, yeni sürprizler geldi.
Bizim Üzüm’le takılan bir sarışın kedi vardı. Gelir Üzüm’le beraber balkonda yemek yer, arada içeri girer kolaçan ederdi evi. Dinleme cihazı filan da görünmüyordu üzerinde. Belki deri altında bir şeyler olabilir. Ya da kafatasında! Hani, Mançurya’lı Aday filminin etkisi olsa gerek bu…
Meğerse evi beğenmiş! Bundan üç ay önce, gaflet anımızda içeri girmiş sarışın kedi. Kütüphanenin tam ortasında açık duran bir valizi bularak oraya yavrulamış! “Mission accomplished!” yani. Bir kitap için aşağıya inince baktım, dört tane yavru! Orhan Veli’nin şiirindeki gibi, “gözleri kapalı” bana bakıyorlardı. Naçar, artık aileye katıldılar. Sonra gözlemler başladı bende. Onca yardım ettiğimiz sarışın, yavrularını valizin içine doğurmuş ve üç metre öteden pıslamaya başlamıştı.
Sonraları anladık tabii… Annelik refleksiyle yavrularını korumak istiyordu. Tüyleri dikleşiyor, kabarıyordu. Çakma arslan pozlarına giriyor ve yüz hatlarına kadar da “Chucky” olma çabasındaydı. Arada “bizim oğlan” görünüyor ve “gelin hanımla” anlamadığımız bir şeyler konuştuğunu görüyorduk. Belki adlandırma konusunda itilafları vardı, bilemiyorum.
Ama “gelinimiz” tüm sorumlukları üstüne almış gibiydi. Kızdım önce ama sonra hayran oldum sarışın geline. Tek başına yavrularına sahip çıkmak isterken benim gibi bir tehlikeyi bile umursamıyordu. Yanına yiyecek koyarken bile bu tavır. La havle…
Sonra gözleri açılmaya başladı yavruların, üçü sarışındı biri esmer. Daha isimlerini bile koymaya cesaret edemedik. Vatandaşlık numaraları da yok. Vergi numaraları da. Ekmek elden, su gölden hani! Tedavi masrafları da evden…
Sonra kabarmaya başladı yavrular. Gözleri açıldı. Ve anne sarışın her daim yanlarındaydı. Anadolu gibi emziriyordu onları. Sonra çiş yapmalarına diliyle yardımcı oluyordu. Temizliklerini de onları tek tek yalayarak yapıyordu. Baba gene ortada yoktu.
Bir ay bu fasıl devam etti. Bu arada anne sarışın diğer maharetlerini sergilemeye başladı. Yavrularla oynuyor, bazen kavga ederken aralıyor, bazen ileri koşarak onları “gelin arkamdan” dercesine davet ediyor, sonra onlara oynamayı ve koşmayı, parende dâhil bazı hareketleri yavrularına öğretiyordu. Ve yavrular ondan gelen her şeyi “rol modeli” gibi alıyorlardı. Artık hem emiyorlar hem yiyecek yiyorlardı kendi başlarına. Yine de annelerinin ayrı bir rolü vardı. Kuru, sulu demeden hangi yiyecek olsa yiyorlardı. Ama onlar annelerini emmeyi tercih ediyordu.
Ve ikinci aya geldik…
Anne yavrulara kızmaya başlamıştı. Hatta başta bana yaptığı gibi yavrularına pıslıyor, onları itiyordu adeta. Yavrular şaşırıyordu tepkilerine. Kızdım, “ne diye bunları doğurup da böyle yapıyorsun!” diye, ama onun da hikmeti vardı… Meğerse “bizim gelin” o işi de biliyormuş. Dört yavrusu olup da sütü de yetişmeyince, dışarıya çıkmaya başladı onları kendi başlarına bırakıp. Arada bir yerlerden fare bulup getiriyordu. Onlara gösteriyor, yemelerini bekliyordu. Yani onlara avlanmayı öğretiyordu. Emzirmek bitmişti artık…
Kendi ayakları üzerinde durmalarını bekliyordu. Eğitim bitmişti. Saha uygulaması… İkinci ayın sonunda gelinimiz bir daha görünmedi. Gitmişti işte. Yavrular bize kaldı. Sonra yavruların arasındaki farklara dikkatimiz akmaya başladı. Anne birdi, baba birdi, ama hepsi farklı tavırdaydılar. Kimi kavgacıydı, kimi uyumlu, kimi yanlışlıkla ayağına basınca önce viyaklıyor, ama sonra kucağına alınca patilerinin içindeki pençeleri saklayarak kucağa gelmek istiyordu. Kimi yaklaşmak istemiyordu. Daha neler neler!
Kedilerin hala isimleri yok. Bir tanesi hariç: Adını “Vefa” koyduk onun. Ona da diğerleri gibi muamele ettik. Diğer kediler de üç aylık oldu. Onlar da sağlıklı. Onlar da acıkıyor, susuyor. Kapıyı açınca balkondan içeri “sızıyorlar” hemen. Onu da aynı şekilde sevdik. Bazen kazayla benim patimi kuyruğunda hissettiği de oldu. Lakin o bambaşka bir şey! Hatta bunun ruhu çok “rafine” diyoruz aramızda Vefa için.
Vefa çok farklı. Diğerleri verdiğimiz yiyecek ve suya koşuyorlar. Doyunca oyuna dalıyorlar yine. Çıkıp gidiyorlar. Vefa’ya gelince… Arada koltukları tırmalıyor, koltuk takımında silinmez izleri var şimdiden. O yiyecek, su zamanlarında kapıyı açınca yiyeceğe koşmuyor, önce bana geliyor. Kucağıma atlıyor, sarılmak istercesine özlemle, patilerini çarmıha gerilircesine açıyor. Kucaklamak istiyor. Hatta kucağımdayken gözlerini gözlerime dikiyor. İki âşık gibi bakışıyoruz. Aklında ne yemek ne su oluyor. Adeta zorla yemeğini yediriyorum Vefa’nın. Öyle bir şey ki, bir ara adını “Sufi” koymayı bile düşündüm. Öylesine “sofiyane” bir ruhu var. Derviş ruhlu ancak, miskin değil, sabırlı ama hımbıl değil, yaramaz ama nankör değil.
Neden diye merak ettim. Ana’ya bağlı olması mı? Beni annesinin yerine mi koyuyordu? Hayır! Annesi varken de böyleydi Vefa. Aramızda acayip bir rabıta var. Aşk gibi, yuva gibi, vatan gibi. Sıcacık!
Fareler de en çok ondan korkuyor zaten, hem içerdeki hem de dışarıdakiler.
Kavalcı da!