Gelenek mürtetleri ve kimlik
“Mürtet” kelimesini başlıkta özellikle kullandım.
Malum, lügatte ve ıstılahta farklı çağrışımları vardır.
Yaygın anlamıyla dinden vazgeçme veya din değiştirmeyi ifade eder.
“Ulemaya” göre, “Mürtet” “İslâm dininden küfre dönen” kimse demektir. Ve yine “ulemaya” göre, erkek olsun kadın olsun İslâm dininden dönen kimse, akıllı ve buluğa ermiş ise İslâm'a dönmesi için üç kere çağrılır ve telkin edilir. İslâm'a dönerse serbest bırakılır. Aksi takdirde öldürülür.
Benim ilgilendiğim “mürtet” bir gelenekten diğerine geçendir.
Gelenek reddiyecisidir o.
“Katli vacip” de değildir.
Ancak bu gelenekteki irtidadın nedenlerini incelemek lazımdır. İrtidat bu anlamda gelenekle bir irtibat kaybıdır. Gelenek mürtetleri, reddettiği veya terk ettiği geleneğin hazzına çoğu zaman hiç varmamış, dolayısıyla başka gelenekleri daha cevval, mütenasip ve/ya makbul görmüş ve ona ram olmuştur. Bu anlamda, gelenek mürteddi kendi geleneğini anlamadan öven gelenek müritleriyle aynı psikolojiyi paylaşır. Tahkik değil, taklit esasına göre hareket eder. İkisinde de bireysel süzgeçler çalışmaz. Bir mahallenin geleneğini diğerinin geleneği ile takas etmiş olur. Yeni mahallenin normları, eski geleneğin tersyüz edilmesinden ibaret kalır.
Kültürel çatışmaların doğrudan müzakere ve istişare ile halledilemediği zaman ve mekânlarda, geleneğe vurmak o geleneğin eksik ve aksak taraflarını ortaya koymak için değildir. Bilakis, körü körüne reddedilen geleneğin yerine bir başka geleneği körü körüne ikame etmekten kaynaklanır. Gelenek mürteddi geleneğe vurmak suretiyle geleneğin sırtından kendine ve tasvip ettiği kültüre paye ve mekân sağlamak ve bunu rasyonelleştirmek ister.
Gelenek mürteddi geleneğe vurmak işini doğrudan yapmak yerine, tepki çekmemek için geleneğin bazı cüzlerini temsil ettiğini sandığı kimi değerlere saldırarak aslında gelenek namına ne varsa parça esaslı imhasına çalışmaktadır. İslamı eleştirirken, Arapları; Mustafa Kemali eleştirmek için, İnönü’yü; Sekülerliği eleştiri için, ateizmi öne çıkarmak bu fasıldandır. Benzer şekilde, Necip Fazıl’ı övmek için Nazım Hikmet’i, Mustafa Kemal’i yermek için Rıza Nur’u veya Fevzi Çakmak’ı göklere çıkarmak da böyledir. Çerkez Ethem’le, Şeyh Sait’le ilgili anlatılarda da benzer yanılsatmalar vardır. Siyah ve beyazların geleneğidir. Batı’da Kiliseye karşı çıkmak için Aristo’yu yüceltmek de böyle olmuştur.
Geleneğinin cahili ve bigânesi olması, gelenek mürteddinin hem reddini hem düşmanlığını beraber getirir. Hem gelenek müritleri, hem gelenek mürtetleri geleneksel olarak diyalektik akışkanlıktan uzak ve teatiye kapalıdırlar. Geleneğe, gelenek adına pek çok farklı sebepten dolayı “toplum” sahip çıksa ve “koruma ve kollama” görevini üstlense de, aslında onu muteber ve “muhterem” kılan kendisidir.
Ekseriya, farklı sebepler ve imkânların rüzgârını dolduran bir kişilik kayık, zamanla toplumun önce binmek, sonra tapınma derecesinde ihtiram izafe etmek istediği bir seyyal tapınağa dönüşür. Ne anlaşılır, ne tartışılır ne de yarına bakılır. Aslında belki onu başlatan bir kişinin bile istemediği şekilde yüceltme hem onu yüceltip putlaştıran toplum hem de onu aşma melekesine ve istidadına sahip fertler nazarında her ikisinin de önünü tıkayan bir engel halini alır.
Ortaçağ Avrupası’ndaki dini taassup ve Rönesans’la başlayan Aristocu felsefe taassubu böylesine bir skolâstikliği sergiler. Onu aşma çabaları içinde bazen korku ve endişe bazen beklentilere binaen oluşan bir yeni dil peyda eder toplumda. Bunu adı tevildir. İletişim kesilince, hedefler somut olsa da dil ile beynin, beyin ile gönlün bağları kopar. Karşılıklı hedefler doğrudan meselelerin halline yönelik değil de bilardo oyunundaki gibi gelişir. Topu önce banda, sonra esas göze kestirilen hedefe doğru usta manevralarla atma şeklinde tezahür eder. Top oyuncuların ustalığı, gerçeği ifadenin maliyeti ve beklentilerin büyüklüğü ile orantılı olarak, masada bantlara vurarak üçgen çizdikten sonra esas hedefe yönelebilir.
Adı üstünde oyun işte!
Körebe gibi…