Tanrı, totem ve muta nikâhı
Habermas’ın Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü’nde geliştirdiği “kamusal (devlet değil halka ait) alan” kavramı demokratikleşme unsurlarını anlatır.
Türkiye’de ise, ya devletin ya da farklı gettoların komünleştirme alanlarıdır.
Komünler tek tipleştirip eritir ve sosyalleşme yerine “içselleş/tir/me”, mekânları olarak işlev görürler. Burada oluşan kamu aklı da akl-ı selimden farklı anlamda “akl-ı tekil”in temeyyüz ettiği, “benden içerû” bir üst-benin bireysel titreşimleri ve ekolarıdır.
Yine Habermas’ın dediğinin aksine, bu alanlar “temsili” kültürden çıkış alanları olmak yerine, bir temsilî kültün diğer temsilî kültten çalmak istediği alanlardır.
Kültlerin oluşumunda şifahi etkileşimler kadar ticari medya ve misyon medyası, sadece kendi doğrularıyla oluşturdukları ve diğerlerini tekzip ve inkâr ettikleri pasif tüketim “mahalle”leri oluşturmakta, kendi aralarında ticari hatta siyasi iletişimi devam ettirirken, pasif tüketim kitleleri arasındaki farkı da açmaktadırlar. Basit gıda konularında bile, oluşturulan tercihli ve/ya çarpıtılmış yönlendirmelerin özünde bu yatmaktadır. Dolayısıyla, ticari ve misyon medyasının birleştiği ana nokta, holistik bir halk anlayışıyla rasyonel ve vicdan temelli bir uzlaşma değil, devletin (yani milletin kurumsal hali) kaynaklarını ele geçirme ve yöneltme konusudur.
Bunun sonucunda, katılımcı demokrasi yerine, halka açık ve mahrem alanlar, birey ve toplum arasındaki mekân, sistem ve hayat arasındaki sınırlar azalırken, tüketim özgürlüğü özgürlük alanlarının zirvesinde yerini almakta ve ironik bir şekilde “marka”ların totemleştiği toplumda kendi gettolarını oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, ifade özgürlüğünün yansıması olan bir tavır, çatışan ideolojik, etnik, dini grupların dışa dönük görünümünde birleştiği bir pota olurken, dar mahallenin açılmasında olumlu etki yerine, dar mahallelerin kendi içinde alt mahalle tabakalaşmasını körüklemektedir.
Tükettiği ile varlığı ve cevherini yeniden tanımlayan mahalle ve çevre ise, tüketim kimlikleri ile ortak alan oluştururken, aslında hem mahalle, çevreye hem de çevre küresel “neigborhood”a evirilmektedir. Bu evrimle sürecinde bireysel olarak mahalle ve çevrenin unsurları örneğin markayla gelen kimlik birlikteliklerini, yine markayı edinmekteki çabalarla ideolojik bir başka savaşım alanına dönüştürmektedir.
Diyalojik mahalle ve diyalojik ilişki geri planda kalır.
Üst çevre sakinleri, alttan gelenleri kendince değerlendirir.
Belki kimi korkularından sıyrılıp onları kendilerine benzeştiği kadar ilişki alanına sokarken, alttan gelen çevre mensupları, hem kendi gruplarının “ehl-i dünya” gibi tanrısal yargılarını dünyalığa çevirmeye devam ederler.
Öte yandan…
Benzeşmeyle gelen zahiri yapının köprüden çok, evleri çeviren duvarların üzerinden omuz üstünden bakışma olarak görmekte, bir yandan da fiziki mekânlarını yakınlıkları vesile kılarak, üsttekileri kendilerine çekmeye çalışmaktadır.
Bu başkalaşım içinde mahalle ve çevre birbirlerine karşı getto özellikleriyle hareket etmektedirler. Aynı şeyleri konuşur gibi yapan, ancak göstergelerin aynı şekilde telaffuz edildiği, fakat gösterilgelerin komünal boyutta algılandığı bir iletim siyaseti oluşur.
Jung “kolektif şuuraltı” konularına önceden girmişti.
Sadece bireysel psikolojilerin üzerinde duran Freud’un aksi bir yol tutturdu.
Yirminci yüzyıl, seri üretim mekanizmalarının mantığını kolektif bilinç üretmede kullandı.
Bunun bir kısmı okullar oldu.
Bir kısmı medya ve diğer kitle iletim unsurları.
Kolektif bilinç mühendisleri bireysel bilinci ancak eritince kendi kalıbına dökebilir.
Özne nesnelleşir önce.
Sonra üst-ben, özne olarak yerine geçer.
Merkez üsler Lacan’ın tanımladığı şuuraltı “grameri”ni yazar.
Gramerden ibaret olan mamul, semantiğini yitirmiştir.
Özne olmak zordur. Varlığınızı birey olarak algılamak lazım.
Öznel olmak daha zordur.
Çünkü varlığınızı nesnelere rağmen devam ettirmektir. Bireyin içine doğduğu dil, kültür, yasa, iklim, coğrafya, çevre ve zaman, aslında onu zaten kendi için hazırlanmış olan bir hazır kalıp doğrultusunda yetiştirir. Farkında olmadan o kalıpla, o kalıbın bir parçası olarak şekillenir insan. Nesnel” bakmak bu unsurların etkisiyle aslında imkânsızdır.
Her öznel olma çabası, özne olanın da nesneleştiği süreç içinde, kendini nesneleştirenlerin kendilerine telkin ettikleri öznellik statüsü ile avunur. Bir taraftan nesnellik kendi başına fazilet ve inanırlık göstergesi olur. Diğer taraftan, bir yanılsama sarsılmaz gerçeklik konumu kazanır.
Yorumları oluşturmakla, metni yeniden yazarak yorumlamak arasındaki fark aslında kendi başına bir olmanın ötesinde, oldurmak çabasını ortaya koyar. Diyebildiğini demek, diyemediğini saklamak, diyemediklerini kodlamak, çağrıştırmak, hacıyatmazlık abidelerine dönüştürmek, dinlediklerini yeniden yazmak da, bilginin perspektiften ibaret kaldığı bir başka adil olmayan öznel alan oluşturmaktır. Gerçek hayatı tayin eden bir merkez algı olmaktan çıkar ve nesneleşen ve nesneleştikçe seyyarlaşan enstrüman olur.
İki unsurun çatışması sonucunda “normal,” yani “üst-ben”in çizdiği “norm” içinde “ben” artık bir “üst-ben” içinde erir, onu hem oluşturan hem de onun oluşturduğu bir etkileşime girmiştir. “Ben” ile “üst-ben” arasındaki ilişki, “olma” çabasına engel olan bir “oldurmak” eylemidir. “i-mek (=olmak)” ilmekler arasında dokunan bir kumaştır artık.
“Olmak” bir kimlik ifade ederken, “oldurmak” bir başka kimliği giydirme çabasıdır.
İnsan toplumlarının doğayı oldurması ve oldurma şekli de medeniyet dairesinde kültürlenmeyi ifade eder. “Cemiyet”in müşahhas ya da “cemaat”in mücerret şekillendirme metodları, insanın doğayı şekillendirmesine benzer şekilde, bireyin doğasını şekillendirmek ister.
Bu süreç içinde farklı etkiler sonucunda beşeriyet, cemiyet ya da cemaat bilinci oluştur. Bireysel bilincin “birlik” adına gemlenmesi ve/ya törpülenmesi aslında cemiyet ya da cemaati kendi başına bireyleri ve bireyliği kendi içinde eriterek bünyesine ekleyerek, kendi “ben”ini oluşturur. Bu “ben”in gelişimi, diğer “ben”lere benzeme ya da onları kendine çabasına gider ve toplumsal çatışmanın özüne bireysel ilişkiler değil, bireyi eriterek var olan hırslı “ben”ler arasında oluşur.
Erittiği bireye “ben”in şeytaniliğinden bahsederken, onların eriyiğinden kurduğu heyula “ben”i ilahlaştırır. Kendi içindeki bireylerin sanal eriyiğinden yeniden kalıba dökülen “ben” ise --bireylere salık verdiklerinin aksine-- bencil, ganimetçi, saldırgan tutumu ile sadece ötekini şeytanlaştırır. Kendi içinde çıkabilecek kopmaları da oluşturduğu tanrısal yargılama mekanizmalarıyla meşrulaştırır.
Tanrı etrafında ve ona itaat adına girilen süreçte, bizzat Tanrının kendisi nesneleşir ve Tanrının kullandığı misyoner insanlar, Tanrıyı kullanmaya başlar. Devletin milleti kendi varlığının takviye ve bekası için araç görmesine benzer şekilde cemaat, çıkışındaki temel iddialar yerine, kendi varlığını oluşturan bireyleri ve “hizmet” hedefi olan Tanrıyı onlar üzerinden başkalarına hükmetme sürecine dönüşür.
Tanrı artık, herkesin Tanrısı olmaktan çıkar.
Bir kabile totemi olur.
Ve totem nikâh şahidi olur.
Kudret kalemiyle muta nikâhına imza atmak için…
Kolektif şuuraltı Jung’u aşar artık…
Freud’la şuuraltını gün ışığında koyverir.