Bugün ülkemiz siyasetindeki en büyük açmaz, hem kendi dilimizde var olan hem de başka dillerden dilimize giren anahtar kelimelerde toplumsal mutabakata dayalı bir anlam bütünlüğü olmamasıdır: “demokrasi”, “devlet”, “laiklik”, “hürriyet”, “serbestlik”, “hukuk”, “adalet”, “itaat”, “esaret” kelimeleri bunların başında gelmektedir.
Kelimeler, arkasına yaşanmış tarihçeyi almayınca, hangi dilden geliyorsa o milletin ya da o dili konuşanın tecrübesi ve anlam gölgeleriyle gelmektedir. Tercüme yoluyla giren kelimeler ve onların kapsadığı kavramlar, o kelime kimlerin vasıtasıyla ve kimin iradesi doğrultusunda olmasını istediyse o şekilde anlam geliştirmektedir. Dolayısıyla dilin içinde ayrı diller oluşmakta ve her bir ayrı yorum kendi başına otokratik bir dile dönüşerek, diğer dillere tahakküm etmek istemektedir. Bu diller siyasetin bazen kucağında, bazen tacında, bazen belli kesimlerin sultası altında yer almış; mutabakata, müsamahaya, etkileşime ve hatta kendi içindeki değişik unsurların varlığına bile tahammülü olmayan duruma gelmiştir.
Siyasetin ve hitabetin dili açık, net ve dünyevi olmalıdır. Yani insanlar “sek!” deyince seküleri anlayabilmelidir. Hâlbuki Türkiye’de hüküm süren dil, anti-demokratik siyasetin olduğu yer ve zamanlarda kullanılan türdendir.
Dil ve dudak arasında, dudak ya da niyet okumalarla kendini gösteren dil demokrasiyi geliştiremez. Siyasetin dili teolojik mecazlar ve telmihlerle bezeli, yarı kapalı, dine rağmen dinsel suiistimale açık olabilen yapıdadır. Olayları “seküler” bir mantıkla konuşmak, tartışmak yerine, belagat mahzenlerinde yıllanan, Efesli “Yedi Uyuyanların tarihçelerini kendi mantığına göre güncelleyen, günümüze uyarlayan, günümüzdeki kavgaları tarih üzerinden hesaplaşmaya götüren, stratejinin “kuvvet dengelerini” gözeterek polemiğe soktuğu dil… Kıyasıya bir “ezber bozma” edebiyatı yaparken, kendince “put kırma” hevesine kapılıp, ezberden robot resmi çizdiği putları kırarken, yerine kendi putlarını ikâme etmeye çalışan bir dil bu.
Günümüzde, bu dilin bir ucu Sayın Başbakan’a ve yakın mesai arkadaşlarına uzanıyor. Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’li siyasiler, siyasi söylemle dini hitabeti birbirine karıştırmaktalar. Milli Görüş’ün sembolik gömleğini çıkardıklarını sıklıkla ifade etmekle birlikte Milli Görüş’ün teolojik belagat zırhını giyindiler. “Yusufiye Medresesinde” pişen Başbakan ve AKP şahsında sıklıkla “Asr-ı Saadet” telmihleri ortaya konmaktadır. Asr-ı Saadet, Müslümanların bilinçaltında adalet ve demokrasi, eşitlik ve hukuk açısından “altın çağ” olarak yer almıştır. Ne Süleyman Demirel’in AP’sinin ne de Erdoğan’ın AKP’sinin--isim benzerliği dolayısıyla-- Asr-ı Saadet’i yansıtmadığı ortadadır.
Adalet ve Kalkınma Partisinin “AK Parti” şeklinde kısaltılması, AKP’nin iktidar saadetini uzatmış olabilir, ancak Parti’yi mutlak bir “pir ü pak” simgesel hüviyete dönüştürmez. Öte yandan, Erdoğan’ın siyaseten bugün 1,6 milyar Müslüman adına konuşur tarzda davranması, geçmişte yaşamış Müslümanları temsil edercesine “Müslüman katliam yapmaz” diyebilmesi, sabık Başkan George W. Bush’un 9/11 olaylarının ardından kullandığı teolojik dili yansıtmaktadır. En azından okuduğu lisede Erdoğan, “Raşit Halifelerin” --belki biri haricinde-- şehit edildiğini, hatta Hz. Osman’ın mescitte ve ramazan ayında şehit edildiğini, Sıffin Savaşında Hz. Muhammed’in eşi Hz. Ayşe ve kuzeni Hz. Ali’nin arkalarında Müslüman askerler olduğu halde savaştıklarını, mızrak uçlarında Kur’an-ı Kerim sayfalarının uçuştuğunu, “Ashabı Kiram’dan” Muaviye’nin Ehl-i Beyt’e karşı yaptığı fiziksel ve ideolojik katliamı, hatta onlara her cuma hutbesinde lanetler okuttuğunu öğrenmiş olması gerekir.
AKP dinî kutsalları siyasî belagat metası olarak kullanıp tutarlı davranmayınca, bu kez aynı ekolden gelen Saadet Partisi devreye girmekte, Erdoğan ve çevresini iyi tanıyan insanların diline, yine dini telmihlerden yola çıkan, ama başka noktalarda demirleyen eleştiriler dolanmaktadır. Saadet Partisi cephesi ismini “Asr-ı Saadet”teki “saadete” atfen aldığı için, kendisini Saadet Asrı ülküsüne daha lâyık görmekte, Erdoğan ve partisine eleştirilerini yine bu dinî söylemle yapmaktadır. Sonuç olarak, Erdoğan ve AKP’de ne Halife Ömer’in adaleti, Ebubekir’in sadakati, Osman’ın rikkati ve Ali’nin ilmini bulamadıklarını ifade etmektedirler. Onlara göre Erdoğan, Dicle’nin kenarında dolaşıp, kuzuları kurtlara kaptıran, ama hâlâ Ömer’in kıssalarını anlatmaktan geri durmayan bir dille konuşmaktadır.
Osman Bey’in vasiyetini kulağına fısıldanınca hatırlayan, zikreden ve dahi ululayan, Yunus’tan ve Mevlânâ’dan alıntıları siyasâ belagat çerezi yapan Erdoğan ise, Saadet’in eleştirilerine—diğer muhaliflerine olduğu gibi--dolaylı olarak, öfkeye aşeren bir dille cevap vermektedir. Hiddet ve öfkeyi teatral tavırlarla “tevhit” ederken demokrasi hüneri olarak sunan Erdoğan, yine “kardeşlerine” “aziz” diye hitap ettikçe “Mesihçi demokrasi”nin diliyle rakiplerine “Allah’ın izniyle” yapacaklarını anlatmaktadır.
Dahası, sabık Başbakan Necmettin Erbakan’ın ifadesiyle, bir partiye oy vermek kendi başına bir iman meselesi hâline gelmektedir. Ya da bir partiye oy verince, insanlar Siyonizm destekçisi olabildiği gibi, vatana hıyanet derecesinde suçlanmaktadır. Şimdilerde aynı türden belagat, Numan Kurtulmuş’un aleyhine kullanıma sokulmuştur.
Bir başka parti bu telmih kervanına tarihten, gelişigüzel seçilen örneklerle katılmaktadır. Damat Ferit ya da Tanzimat Fermanı’na atıflar çoğalmakta, bir yandan da hükümetin “açılım”larını” Hudeybiye Antlaşması gibi tanımlayanlar çıkmaktadır. Öte yandan, “Medine Vesikası” hâlâ kulaklarda yankılanmaktadır. Meçhul “zalimler” anıtının açılışını yapacak birileri ise harcıâlem belagat siyaseti içinde her zaman olagelmiştir.
Bu tarz dinî söylemlerle dünyevî olayların açıklanması toplumun farklı katmanlarında, domino etkisiyle yeni tartışılmazları ortaya çıkarmaktadır. Siyasî meseleleri, sıkıntıları çağrışımlar ve göndermeler yoluyla, bazen tarihsel olaylara telmihler yaparak, haldeki olaylara tesettürlü yorumlar getirmenin çözüme katkıda bulunmak şöyle dursun, problemin parçası ve yenilerinin katalizörü olmaktadır. Siyaset erbabından köşe yazarlarına, cemaat liderlerine, akademisyenlerden basın patronlarına kadar kullanılan bu dil, ya korkunun, art niyetin ya da iz bırakmadan suda yürümenin, karanlıktan yumruk atmanın yahut kaostan çıkan çekincenin dilidir.
Muhalif sesler yükseldikçe, AKP cephesinde “Allah akıl fikir versin!” türü yaklaşımlardan tutun da “Rabbim bana Cleveland dedi”ye uzanan renkli bir gelenek oluştu. Yıllar önce, Genç Parti sabık Başkanı Cem Uzan öfkelenince Aşil’in topuğundan vurma taktiğiyle iktidara yaklaşmış ve meydanlarda “Allahsız!” diye Başbakan’a yüklenmişti.
Bununla da bitmiyor tabii ki. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ve eski DTP milletvekilleri gözaltına alınan belediye başkanlarıyla ilgili basın toplantısında küfürlü konuşmuşlardı. Daha sonra Baydemir hem iktidarın hem de ona oy verenlerin anlayacağını düşündüğü dilden, konuşmasına Nisa Suresi’nden ayetler okuyarak devam etti: “Allah, ağır ve inciten sözlerin açıktan söylenmesini hiç sevmez, ancak söyleyen zulme uğramışsa o başka. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür.” Bir başka örnekte iktidar partisi yine ayetlerden iktibas yaparak muhalefete atfen “onlar kördür, sağırdır, dilsizdir ve iman etmezler” mealinde ayetleri okuyarak eleştirdi. Muhalefet de başka bir vesile ile aynı ayetlere göndermede bulunarak iktidarı eleştirdi.
Diğer örnek, Rum cemaati liderinden…
Fener Rum Ortodoks Kilisesi Patriği Barthelemeos’un aylar önceki açıklamaları bu dilin yeni bir örneğini ortaya koymuştur. Gündemi ve siyasî söylemlerin büründüğü dinî kılıfları iyi takip eden Barthelemeos, dinî bir telmihle siyasî gündeme yeniden girdi. Uzun zamandan beri “ekümeniklik” meselesini sıcak tutan ve bunu basit bir kazanılmış hakkın iadesi olarak gören Patrik Barthelemeos Amerikan CBS televizyonu muhabiriyle yaptığı konuşmada Türkiye’de “çarmıha gerilmiş” gibi hissettiklerini ifade etti. Bu konuşmanın Türkiye’de yankı bulması üzerine ise Patrik “bütün dillerde bu tür deyimler vardır ve dar söylemleriyle değil, o dilde yüklenen anlamıyla değerlendirilir” diye açıklama yaptı.
Ancak bu konuşmada niyet okumanın çok ötesinde güçlü atıflar mevcut. Amerikan CBC televizyonu Yeni-Muhafazakâr ideolojiye destek vermesiyle bilinir. Muhtemelen “evde” hissetmenin rahatlığıydı Patrik Hazretlerine “çarmıh” olayını hatırlatan. Patriğin Türkiye’den bahisle, konuşmasında “bazen çarmıha gerilsek de burada kalmayı tercih ediyoruz,” der ve sunucunun “Kendinizi çarmıha gerilmiş gibi mi hissediyorsunuz?” sorusuna “Evet!” yanıtını verir.
Peki, bu telmihin arkasında yatan tarihi olay neydi? Çarmıh’ın “Tanrı ve Tanrı’nın oğlu” İsa ile bağlantısı ve Roma İmparatorluğu’nun despotik tarzda hem İsa’yı hem de İlk Hıristiyanları zulme maruz bırakması… Roma İmparatorluğu, daha ilk çağlarında Hıristiyanlığı baskı, işkence ve zulümlere tabi tuttu. Bir başka deyişle Roma’nın Hıristiyanlıkla mücadelesi İsa’yla başladı. Hıristiyanlık inancına göre “Tanrı” ve “Tanrı’nın oğlu” olan Nasıralı İsa’nın çarmıha gerilişi (MS. 33) sonraki zamanlarda İsa’yı Roma’ya karşı oluşan pasif direnişin bayrağı hâline getirdi.
Önceleri barışçı sözleriyle sonra bu uğurda ölümüyle İsa, trajik bir hatıranın mazlum sembolü olmakla kalmadı, havarileri ve takipçileri vasıtasıyla yüzyıllar süren tedrici bir direniş psikolojisinin işaret fişeği oldu. Roma’nın siyasî ve askeri gücüne, Musevilerin yerleşik ve etkin dini kültürüne, alışılagelmiş hiyerarşileri hiçe sayan bir anarşist tavrıyla yaklaşan İsa’nın, haksız bir şekilde, dalavereyle mahkûm edilmesi, iki bin yıllık bir inancın kilit taşını oluştururken, mazlum hisseden insanların, zulme tabi olan kitlelerin hem merhametini hem hıncını çelikleştirdi. Çarmıh, eski mitolojilerden gelen bir sembolken, Hıristiyanlıkta İsa’yla özdeşleşen, zulme karşı direniş ve diğerkâmlığın zihinlere çivilenen direği oldu. Peki, alenî olan meçhul anlamını Türkiye Cumhuriyetine nasıl uygulamak lâzımdır? Gerçekleri ne kadar yansıtmaktadır? Yoksa gerçek de mi çarmıha gerilmektedir?
Son olarak, Muharrem üzerinden yapılan teolojik siyaset var. CHP eski lideri Deniz Baykal, Muharrem vesilesiyle konuşma yaparken, "Mezhebi, cemaati ne olursa olsun dünyanın her yerindeki Müslümanlar bu duyguları saygıyla paylaşıyorlardır" dedi. Tarihsel trajediye kısaca değinen Baykal, ardından "Bu facia, ne yazık ki noktalanmış, bitmiş, insanlığın hafızasından kopup gitmesine fırsat verilmiş bir facia olmanın ötesinde bir anlam yaşıyor… Ne yazık ki, Muaviyeler, Yezitler bitmedi” derken, günlük siyasete imalı göndermeler yapmıştır. Alevî karşıtlığını, “Muaviyeler ve Yezitler” diye ifade eden Baykal’ın sonraki günlerde “Cemevi-mescid” bağlamında konuya yaklaştığı açıktır. Arkasından gelen cümle ise, doğrudan Türkiye gündemini yorumlamaktadır: “Tiranlık, zorbalık ve ihanete karşı soyluluğun, adaletin ve fedakârlığın yükselen sancağı olan Kerbelâ’da yaşananlardan bugüne uzanan mesaj, emanete riayet, vefa, izan ve adalet duygusundan asla ayrılmamamız gerektiğidir.”
Sembolleşen, sloganlaşan dil tartışılmaz; yalnızca tampon çıkartmalarına malzeme olur. Demokratik tartışma ortamı ve zemini ancak net bir dille ve ortaya konan fikirlerle olacaktır. Bir yanda AB’ye girme çabaları salt iç siyaset tahterevallisine dönmekte, öte yandan “Avrupalı olmak istiyoruz!” belagati ama Asya’ya özgü, kapalı tarzda beyanatlar devam etmektedir. Siyaset aktörlerinin geneli için geçerli olan bu tavır, tarihî ve siyasî bir yığın meseleyi uluorta zarf atma tarzında ortaya salıvermekte sonra aynı aktörler durumu izlemeye alıp etkilerini ölçmeye çalışmaktadırlar. Bir fıkra ya da mesel içinden keyfe keder anlam üretmek tarzında demokratik tavır ve mücadele çıkmayacağı açıktır. Bilimsellikten ve diyalojik müzakereden uzak olarak tartışmaya açılan konular, dezenformasyon ve propaganda malzemesine dönüşmekte, taraflar birbirinden “koz” kapmaya, karşı tarafa künde attırmaya çalışmaktadırlar.
Son haftalarda, artan ölçüde vaaz veren siyasetin yansımalarını gördük. Hâlbuki “Şeyhü l-İslam” Yahya yüzyıllar önce çok rahat bir tavırla ve günümüz Türkçesiyle, “Bırak mescitte riyakârlar riya yapsınlar, Meyhaneye gel ki burada riya da yoktur riyakâr da!” demişti. Mehmet Akif’in Neyzen Tevfik’le muhabbeti ise dillere destandı.
O hâlde siyasilerin unuttuğu bir şeyi hatırlatmak gerekiyor: Siyasetin dili kadehin belinden elini çekmelidir çünkü “ehil olmayana” haramdır.