Ödlek öcünü aldı mı?
Yaşam alanları ile inanç alanları arasında sistemsel fark varsa toplumlar ve bireylerde bir ikileme neden olacaktır. “Kişilik parçalanması,” “ikinci ben,” “ikinci fıtrat” denilen bu hadise yaşam alanlarına da inanç alanlarına da tam uyamayan, ikisine de kendini tam veremeyen huzursuz nesilleri oluşturur. Ruh ve bedenin zaman ve mekândaki birliği kişisel mutluluk ve iç bütünlük unsuru iken, iç monitörlerin sansürleri ile dış âlemin cezbeleri arasında bocalamaya yol açar; bunun adı buhrandır. Çalışırken tatili, tatildeyken işi düşünen ya da ibadet halinde işi düşünmekten tutun da, imrenilen ile “emredilen” arasında kalmışlığa kadar uzun bir serencamı ifade eder.
Yapılan muhasebeler sonunda kültür, yaşam ve inanç alanları arasında sıkışır. Hayatta kalma, hayatı “yaşama,” hem de hayatta kalmanın gerekçe ve ruhsatlarını bizzat inanç alanının içinden çıkarmaya çalışır; tefsirden uzaklaşıp tevile müracaat eder; zilleti, bir geçici “illet” halinden çıkarıp karakter haline dönüştürmeye başlar. Her ilacın prospektüsü kendine özgü iken, hayatın marazlarını tedavi etmek iddiasındaki inancın prospektüsü değişmeye başlar. Pagan Roma idaresindeki Hıristiyanlık, Hıristiyan Roma idaresindeki diğer millet ve medeniyetler, Eski Mısır idaresindeki farklı etnik gruplar, Çarlık dönemi muhalifleri ve Sovyet Rusya dönemindeki dinleşen ideoloji sultasındaki diğer kültür ve halkların durumu çok benzerlik gösterir. İkilemlerin içinde sürüklenme sonucu, ikileşen, üçleşen tabiatlar ve tiyatrolaşan toplum hayatı çıkmaya başlar. “Ödlek” (zaman, felek) öcünü almaya başlamıştır.
Müslüman ağırlıklı ve Katolik/Hispanik hemen her ülkede var olan bir gerçekliktir bu. (Kolonizasyon sonucu sömürülen ülkeleri saymaya zaten gerek yoktur.) “Bir buçuk milyarlık” kitle diye addedilen İslam ülkelerinde medeniyet gitmiş, geriye sadece manevi desteklerden ve beslenme unsurlarından mahrum “ibadet” adıyla ritüeller hüküm sürmektedir. Kulluk bazen Allah’a, bazen Allah’ın kuluna olmaktadır. Ritüel “Allah’ı hoşnut kılmak” tarzında tezahür ederken, kulun kendi gibi olan kulu hoşnut kılmak zarureti kalkmaktadır. Öte yandan, “haram” ile “helal” kelimeleri giderek kelamdan ve hayattaki tedavülden kalkmış ya da kişisel ya da kitlesel çıkar ve onu desteklemesi gereken faydacı içtihatlarla yeniden tanımlanmaktadır. Çünkü küreselleşme ile kurumsallaşan mantık tükettiği kadar kimlik ve anlam sahibi olmaktan ibarettir.
Medeniyet kimliği olmayan, her rüzgâr önünde savrulan, rüzgârdan polen uman ve kendini kurtarmanın en büyük ülkü olduğu, tüketmenin hayattaki en büyük düstur olduğu zamanlardayız. Tükettikçe tükenmenin ideolojisidir bu. Tüketme imkânının daraldığı noktada, bizzat inanç alanının meta ile tevil edilmesi veya metaya tahvil edilmesi tüketim ideolojisinin belirgin sonucudur. “Mevut nesil” ise mevcut neslin etkisiyle ve onların yapısal klonlanması sonucu zaten gelecek gibi de görünmüyor. Hem günlük hayata, hem de “küresel sisteme” karşı direnme gücü geliştirmek yerine, küresel sistemin himmeti, lütufları ve akidelerine rabıta artmaktadır.
Tüketimin kendini kurumsallaştırdıkça, aslında küresel sistemin mahalli kopyalarını ortaya koymaktadır. Türk toplumunda şu an Türk kültürünü hakkiyle yansıtmayan ve kısır bir sinema vardır. Hidayet veya şuuraltının sahte mayınlarla patladığı sıra dışı cinsellik pazarlaması kokan edebiyat ürünleri hâkimdir. Amerikan’ın popu, adı “İslamî” olan, ama süzülmüş bir Türk-İslam kültürünün musiki kanadını hiç yansıtmayan “Medine… Medine” diye cıyaklamaları, mutfağına ve diline Amerikan aksanı, giyimine Avrupa cafcafı ve Amerika sallapatiliği hâkimdir. Mimaride kurnaz fırsatçılık ve geçmişin en kötü taklitleri ile asimetrik heybet ve görüntü hâkimdir. Estetik zaten aranan bir şey olmaktan çıkmıştır. Camilere kadar uzanan bir garabet silsilesi kadim medeniyetin devamı olmak bir yana onların yanına bile yanaşamaz konumdadır.
Fukaralık ve görgüsüz zenginliğin düzensiz ihtişamı bir arada tarih içinde farklı zamanlara, kültürler arası uçuruma davet çıkarıyor. Hem de bunlar Mark’ın ekonomik teorilerini doğrularcasına olmaktadır. Yeni burjuva eski burjuvanın alışkanlıklarının tamamını sadece bir renk farkıyla içselleştirirken, değişen maddi çevresini de değişen manevi iklimiyle mütenasip haline getirmektedir.
Öte yandan, milletimizin medeniyet damgaları uzun zamandır ne iç ne siyasette hâkim oldu ne dış siyasette. Bunun sonucunda, aslında çoktan harap olmuş bahçeden numuneler kotarılma çabasıyla saksılara ve başkaları görsün diye tek tük kokusuz çiçekler aşılanarak bir vicdan muhasebenin rahatlama ikonları oluşturulmaktadır. Propagandadan uzak sanat ve medeniyet unsurlarından uzak kalınca insanlar hem kültürüne yabancılaşmaktadır hem de kendilerine. Sonuçta madden öbür dünyaya manen bu dünyaya hasredilen davranış kalıpları tebarüz etmektedir. Bir taraftan bu tarafı kurtarma, öbür taraftan diğer tarafı kaçırmama isteği bocalamaları artırmaktadır.
Ne inancından veya ne inançsızlıktan tam olarak mutmain olmayan, farklı hayatları yaşamaktan memnun olmayan, ama ne de inancını reddedebilen bir algı var ortaya karışık. İnancın temeli ve kültürün temeline inilmediği için de en ufak bir zorlukta ya inançtan veya onun getirdiği yükten tevil yoluyla çark etme psikozu ya da bizzat bunu müstahak olunan bir sonuç olduğuna edilen imanla oluşan yeni bir inanç alanı da beraberinde. “Asra yemin olsun ki!” dedikten asra uyma zamanı mı ne? İyi, ama asrı kim tayin ediyor? Neye ne kadar uymak? Uymak, ama niçin? Yoksa oymak mı bu kültürü nedir?
Bunların örneklerini her gün görmekteyiz aslında. Mesela iktisadi hayatta olanlara bakalım. Bankacılık ve faiz sistemine alternatif siye sunulan modellerin nasıl da aslında kapitalizme uyumlu. Yastık altındaki para ve altınları ve yurtdışındaki işçi dövizlerini ülkeye çekmek mantığıyla çıkarılan finans kurumları yasasının terminoloji farkından öte bir işlevi olmamış, faizler yükselirken o meşhur “kar payları” artmış, düşerken de nasılsa düşmüştür! Daha az hizmete ve faize sırf “faiz” lafı geçmiyor diye razı olan millete bu da yetmezmiş gibi cehaletin ortaya çıkardığı ticaret anlayışıyla mağduriyetler yaşatılmış, üstelik tasarruf güvenceleri olmadığı için ancak kurum sahiplerinin “eline para geçtikçe” mevduatları iade edilecek sözü verilmiştir.
Taksitli alışverişlerde ise gene ne idüğü belirsiz bir vicdan rahatlatma işlemi ile “vadeli rakamı peşin olarak söyleyin, ama gene taksit olsun” a kadar varan bir garabet boy göstermiştir. Sonra bazı markaların alınmamasına dair çıkarılan şayialar ve bundan doğan haksız rekabet ortamı. Ama akide gibi sayılan ve uyulan kurallar beraberinde ikram olmaktadır. Kola içmeyi öcü olarak gösteren kesimler, kolanın mucidi mantık ve sermaye ile en alasından ekonomik ve siyasi işler yapmaktan geri durmamış, işbirliği yapmışlardır. Burada kim kimi kardırmıştır, o da belli değil. Alan, satanı mı? Kurum, mudiyi mi? Yoksa her iki kısım da anlaşıp aslında Allah’ı mı kandırmaktadırlar?
Aslında en üst kimlik haline gelmiş kapital ve tüketim alışkanlıkları “koy sepete kabilinden” katılan diğer kimliklerin yanında gizli ve sinik ve onlara tabi ve yardımcı iken, kelamda bütün bunların tersi ifade edilmiştir. “Bakın, biz de sizin gibi büyük merkezlerde alışveriş yapıp kimlik ediniyoruz, sizin gibi tüketip yaşıyoruz; o halde farkımız ne dercesine modernite anlayışı başkalarının biçtiği kalıpları ancak taklide yetişebilen güruhlar ortaya çıkarmaktadır. Öte yandan, sadeliği tercih sebebi ekonomik olanın da karşılıklı sansürleri devreye sokması yani kendine mecburiyetten takva payı çıkarması var. Her iki tarafta bir şeyi temsil ediyor, ama ikisi de kendisini temsil etmiyor sonunda. Ya da kendi kimliğinin farkında olmadan kimselere kim olma çabasına dönüşmek…
Modernite için onu izlemek, bunu dinlemek, birilerine kendini beğendirme ya da kabul ettirme çabası. İşin ilginci ne bu “kesim” de ne de “karşıt” kesimde demokratik hoşgörü bilinci olmayıp demokrasi karşıdakini dövme sopasına dönmektedir. Aslında Türkiye’de sistemden şikâyeti olan da yok gibidir. Şikâyetçi olanlar sistemin adaletsizliğinden ve ataletinden değil, sistemin kendi çıkarlarına çalışmamasından müştekidirler.
İkilemlerin kaynağında yatan samimiyetsizlik, dirayetsizlik, cehalet ve bunların yarattığı boşluğu dolduranların taktikleri yatmaktadır. İkili bir düşünce sistemi, ikili bir davranış tarzı, ikili bir algılama, ikili bir hedef, ikili bir yüz, ikili kelam halleri. Hâlbuki her şey “Bir”in üzerine kuruludur görünüşte. Hatta “dar”lar bile farklıdır. İşine gelirse “Daral Harptir” Türkiye: vergi ödenmez, kaçırılır. İşine gelirse “Daral İslam’dır”: zekât filan kaçırılır.
On dokuzuncu asırda Avrupa’nın yaşadığı hastalıklardan farklı halde değil durumumuz sanırım. Nietzsche’nin “Tanrı öldü ve onu biz öldürdük” sözünü telaffuz eden hiç yoktur belki, ama O’nu öldürmek ona karşı samimi olmamakla aynı değil mi? Eğitimin, ticaretin, siyasetin, dinin başka başka tanrıları mı var yoksa ki birinde bir tanrının, diğerinde diğerinin sözü geçsin? Mal ve para çalmak haramsa, kopya da haram olması lazımdır, ama değil! Benim namusum bana kıymetli ise başkaları da aynı olmaz mı? İş ahlakı deyince ne anlamak lazımdır? Haksız kazanç haramsa müşteri kazıklamak hatta bunu ayet ve hadislerle bezenmiş ve adları kutsallardan devşirilmiş yerde nasıl yapılır? “Az pahaya” satmak niye. Emeğin kıymetini kaç kişi bilip ona göre elinde varsa, diploma, araba, para pul her ne ise, hak ettiğini düşünüyor acaba? Yoksa zamana uymak mı gerekli yine? Şehirde yaşamak insanı acaba ne kadar medineli yani medeni, yani şehirli yapar acaba?
Batılılaşma taraflarını kınaya kınaya, onu “Batıllaşma” olarak tanımlaya tanımlaya varlık alanı oluştururken, Batılılaşmanın bunca ateşli savunucuları olmak nasıl bir fazilettir meraktayım. Ama farkında olduğumuz bir şey daha var: aslında zalim ve mazlum olan da yok gibidir. Küçük ve büyük zalimler arasında yapılan bir zulmet yarışından ibarettir küresel sistemin savaşı. Küreselleşen dünyada herkese iki metrekare yer bulunur elbet! Ödlek işte böylesine sinsi bir şekilde öcünü almaktadır.