Mecnun’suz Leylâ sürgündür; Leylâ’sız dünya, cinnetin zindanıdır Mecnun’a. Şems’ten ayrı Mevlânâ, dosttan ayrı yüzülen posttur. İsterse, güneşin ışığıyla varlığını ışıklandırsın, o gidince yine hilâle dönüşür. Işıyan çehresinden çok, kanayan karanlıkları vardır. “İtaati Âdem’den, aşkı Şeytan’dan” öğrenmenin sırrıdır kopuş.
Hasretin özeti, daralan göğüs kafesidir, gözbebeklerinde küllenen közdür, yürekte yanan özdür. Mil çekilse de gözlerine, gözbebeklerinde beliriveren daralma, o gözlerle göreni kapanarak içine almak ister, göz ile göz kapağı da yaşar hüznün güzelliğini. Gözkapakları tabut olur gözlere…
Hüznün parmakları o vakit, bedendeki damarları ve sinirleri, kanunun tellerine benzetir de, her vuslatı bir münasip makamla şakır tel tel eder. İçinden yürek uçunca daralır, daralır da, hatıraların arta kalanını çeperlerinde yakalamak, dermek ister. Daralmanın hacmince kesilen nefes, ancak yüreğin kafeste şakımasıyla can bulur.
Ayrılıkların kokusu, ölümün kokusundan da acı gelir. Ölümle hayat arasındaki nöbet değişimi, ayrılıkla vuslat arasında yoktur. Ya vardır, ya yoktur o! Varlık hayat, yokluk ölümdür.
Mezarda ayrılanla, iki duvarın ayırdığı arasındaki fark, mezardakinin ayrılığın bilincinde olmamasıdır. Ayrılığın yastığına, tenine, gömleğine sinen koku ise, nesnelerden uzaklaşır, diğer tenin özünü muhasara altına alır, istilâ eder. Eyüb’ün tenine düşen kurtlar, Yakub’un kokladığı gömlek, Yusuf’un yırtılan gömleği…
Pyramus ve Thisbe de yaşar kendilerince ölümü… Bir zamanlama hatasıyla önce uykuyla sonra ölümle ayrılan Jüliet... Tristan ve İsolde, Abelard ile Heloise mektuplarına yazdıklarının sıcaklığıyla bir kere daha yanarken, Pompei ne olurdu? Dido’nun kendiyle beraber feryatları da yanıyordu alevler içinde ve Aeneas yelken açmıştı Roma’ya…
Zaman erir, yelkovan delirir. Sarkacın yüreği atar güm güm! Onunla hemhâl andır yaşamak. Kendince, kendini unutarak, onca var olmayı, onunla var olmayı, O’nca var olma derecesinde hissetmek…
Yalnızlık bir ölümdür, yalın kılıç dilim dilim ederek yeni “ben”ler çıkaran kendinden. Her beni bir “sencileyin” var etmek. Kalabalıkta kayboluş bir ölümdür; “ben” râm olmuştur onlara. Aldanış ölümdür, aldatış ölümdür. Hayat bir aldanıştır Havva’ca. Ve ölüm uçmaktır. Uçmağa varmaktır.
Dinlerin, felsefelerin temel konusunun ölüm olması da bundan. Ölümü hatırda tutmak, ölümsüzlüğün fanilere getireceği zulüm ve hırsa gem vurmak. Bu nedenle her intihar, ölmek isteğinden çok, yaşayamaya, yaşamakta olan birine, birilerine rest çekmektir.
Ölüm nedir ki? Yapmayı planladıklarımızın belki yarım kalmasıdır. Yazılan, okunan bir kitap bitmeden meselâ… Bir çocuğu tastamam yetiştiremeden, kendimizi hayatta iken okuyamadan, kendimizden ötesini tam okumadan ölmek. Özdeki toprağı keşfetmeden, orada güller yeşertmeden; yani, hayatın bir işe yaradığını, hayattayken işe yaradığımızı göremeden. “Hayat nedir?” sormadan, hayatın anlamını hayattan kaçmak şeklinde değil de hayatla bizzat yüzleşerek ve ölümü de hayatı da “eyvallahsız” bir şekilde ölmek ve yaşamak. Ölmeyi öldürmektir yaşamak. “Uykuyu öldürdüm!” Otello gibi, bir sanrıdır sadece…
Yaşamak halvet hâlidir ölümle; hayata darılmadan. Kilometre saatini doldurmak değil ki yaşamak; ya mide ya da cep! Hele yaşarken ölümü yüceltip, ölürken hayata dönmek isteği! Pişman olduğunuz her fiil bir nevi ölmektir aslında. “Keşke!”ler lahdine defnedilen nice ölüm vardır! Ve beraberinde tekrar yaşamaya dair yapılan taahhütler, yeminler.
Mesafe ve zamanı kuşatmaktır yaşamak, şimdisi ve “hemen!”i ile. Hayatın coşkusuyla yatağına sığmayan sular gibi, kâh başını kayalara vurmak belki kâh kayalardan - minnacık da olsa - parçalar koparmak kayanın içine işleyerek. Eritemese de, kayanın ağırlığını artırmak, üzerinin yosun tutmasını sağlamak. Belki kayalardan koparmak minnacık parçaları ve özündeki toprağa dönüştürmek. Yaşadıklarımızdan pişman olmadan, kendimizle iç içe. İç içe olmayı bile bir ayrılık mesafesi bilip, eriyerek zaman içinde, zamanı içinde eriterek…
Hatalar yapma cesaretidir yaşamak, hataları tekrar etmeden. Yani öğrenerek. Hatasızlık arzusuyla hayatı karartmak değil, hatanın bir öğrenme sürecinin parçası olduğu bilincinde olarak. İnsanca! Öğretmeyi değil, öğrenmeyi temel alarak. Öğrendiklerini aktarmak için değil, öğrendiklerinle yaşamak… Hayatın getireceğine, ölümün bitireceğine aldırmadan hani! Bir de yaşarken “ne artılarımız var, ölürsek ne eksilir bu âlemden?” diye sorarak.
Yaşamak esasen bir posta kutusu, bir telefon numarası, bir e-mektup adresi ve ikametgâh numarasından ibarettir. Ölüm ise onların boşluğu, silinmesidir. Ölesiye yaşayıp ölmek, ölesiye sevmek, ölene dek sevmek, öldürmektir sevgiden uzak olan her şeyi. Sevilmesek de sevmek belki. Severek ölmek. Severek sevmek, beklentisiz… Sevdikçe sevmek, sevmese de sevmek. Sevilmeyi beklemeden hatta illâ sevmesini istemeden sevmek... Sevecek bir şey yoksa en azından kendimize ait olan iyilikleri sevmek, ama yine de sevmek… “Sevilecek daha ne var?” diye bakınabilmek. Başkasının farkında olarak yaşamak, kendimizi fark ettirmek çabası değil…
“Kim var? Ne var geride?” diye sormadan ölmek de yaşamışlığın ifadesidir. Ve bölmek kendimizi bir sıfırla, sonra sıfırla kendimizi çarpmak. Sonra bir ile çarpıp sonucun yine “bir” ettiğini tek “bir” ile fark etmek.
Her sevgi, yaşatmak isteğidir. Her nefret bir öldürme arzusu. Ondandır “sevdirin, nefret ettirmeyin!” Sevenin, sevmekle gelen coşkusunu, beklentiyle oluşan hüzün muhasarasına teslim etmeden sevmek.
Sevmek varlıktır, varlığının farkında olmaktır. Sevilmek isteği ise, bir başkasını varlığınızın farkında olmaya davettir. Asıl olan davettir. İcabet beklentisi, sevmedeki coşku, terazinin diğer kefesindeki anlamsız ağırlığın hesabıncadır. Biriyle gelen coşku, diğeriyle gelen çakılmadır. Sevilme beklentisi dahi, ölümdür. Adaletin gereksiz, hatta anlamsız olduğu tek bahis budur. Kefedeki ağırlığı yerin çekimiyle oluşan görece bir hesap iken, teraziye gelmeyen ve görece olmayan bir cevherdir sevmek. Rüya ile riyayı tartmak kadar abesle iştigaldir. Ağırlık miktarınca cevher, külâhın kefeye dokunmalarıyla önce salınır, sonra ayar verme faslında dökülür, ziyan olur.
Arayan, soran, yazan, konuşan yoksa zaten ölümdür yaşanan. Yaşadıklarımız, kendimizle sınırlı ise ölümdür bu. Yaşam alanı sadece mağara ise, ölümdür. Ölüm kendini aşmaktır tepeleri tepe tepe. Hakikatin yaşmağını sıyırıp, yaşamanın derunî hüznünü özümüze giydirmekle varılan bir kendini giyinme hâlidir. Korku ile değil cüretle, belki sevilenlerden sevilmesi gerekene bir yolculuk. Meşgalenin bittiği an, istirahatın başladığı ve yeni enerjilerin depolandığı an. Gidilecek yerde de seveceklerimiz olduğunu bilerek…
Aslında, her daim şikâyet eder gibi olduğumuz ve fakat her nedense yaşamayı hâlâ biyolojik fonksiyonlardan öteye algılayamadığımız bir sürece son verilmesidir ölüm. Sevda otağına girer gibi, karasevda gülleri dermek için.