Dayılar ve dayatmalar
Türkçede akrabalık ilişkilerinin deyimlere ilginç yansımaları vardır.
Tanımadığınız kadın “teyze” dir, “abla”dır.
Tanımadığınız erkek “amca”dır, “emmidir”.
“Abi” en yaygın kullanım alanı olan ifadedir.
Ama “dayı” konusu bambaşka.
“Dayınız” yoksa iş kapmanız ya da iş yapmanız zordur.
“Köprüden geçene kadar” ayıya “dayı” demek gereklidir.
Bakınız, iki deyimde de “dayı” kavramı esaslıdır!
Amcaya fazla bir güveni yok milletimizin…
Dayı, anne tarafından akrabalık ilişkisine işaret ediyor.
Teyze, hala gibi kadın akrabalar zaten gündem dışı, etkisiz elemandır.
Dayılanmak da böylesine bir “arkalanmayı” ifade eder.
Yeğen olarak milletimiz aslında sorunsuzdur.
“Tay tay” yürür gideriz işte.
Ancak dayıyla dayılanma fasılları başlar.
Yalnız kavgaya girdiğinde canı acır; “anam!” diye feryat eder.
O bakımdan, dayı bir anlamda anneye vekâlet etmekte, dayanışma sağlamaktadır.
(Freud’un “Ödipal kompleks” teorisiyle alakası yok tabi bunların.)
Dayatmaya gelince…
“Dayatma” meselesi kişilerin ya da grupların güç algılamalarıyla ilgili bir olgu. Yani taraf kendisini güçlü ya da çoğunlukta hissediyorsa, ona göre dayatma ya da dayatılma rollerine giriyor “milletimiz”.
Sorun bireysel olarak kişilerin iç bütünlüğü, kapasitesi ve hayata dair adalet, liyakat ve itikat algılamalarıyla ilgili bir sorundur. Türkiye’de laikçilerden çok İslam’ı gitmiş –cılığı kısmıyla gündem oluşturan kesimler, bugün Avrupa Birliği meselesine daha çok taraftır. Farklı kesimler iktidar savaşlarını içerde hallemediği, hep karşı tarafın piyonlarıyla oyun kazanmaya uğraştığı için, güreşi minderin dışına taşırma işinin adıdır bu. Dayılanmadır.
Kemalistler, eskiden Atatürk’ün “Batılılaşma” prensipleri doğrultusunda bu oluşum içinde olmayı isterlerdi. Gerçi, “Batı” hatta Avrupa çoğu insan için, entellektüel-sanatçı kesiminde Paris, hatta Paris’in belli semtlerinden ibaretti. İşçi kesimi için ise, ekseri Almanya oldu ve o Almanya’da kendi bulunduğu semtten ve semtteki insanlardan öteye geçmedi. Rahmetli Necip Fazıl ve Cemil Meriç’te bile bu eğilimleri görmek mümkündür. Bir nebze bunu kıran Ahmet Hamdi Tanpınar oldu. Bu nedenle, Batı ve Batılıya karşı negative ve pozitif komplekslerden arınmış bir entelektüel birikimimiz çok azdır.
Yaklaşık iki asırdır Batı dediğimiz hala tanımlamakta sıkıntılar olan heyülaya karşı sadece ya cevap yetiştimek ya da nefretle karışık kıskanma hisleriyle Batı’yı tarafsız demiyorum, ama izanla çalışan kaç insan var Türkiye’de? Batı hala televizyondan ve gazetedeki müzmin Batıcı ya da Müzmin Batı düşmanı olanların ekran ve kalemlerinden akan ve İsrail-Filistin şuuraltıyla oluşan blok fikirlerden oluşuyor.
Öte yandan, ekonomik pastadan yeterince istifade edemeyen kesimlerde, ya katı bir Marksistlik, ya bilinçsiz, tepkisel bir mensubiyet eğilimi ile İslamcılık gelişti. İslamcılık ve Sosyalist fikirler “sömürü” karşıtı olarak geliştiler. “Ötekilerle” “biz” arasındaki haldeki ekonomik gelişmişlik farkına işaret ediyordu.
Daha önceleri Batı’yı “Batıl” olarak, küfrün ve melanetin yatağı olarak görenler, iç siyasetteki kavgalarına destek bulabilmek için AB jokerini kullanmaya yöneldiler. Ki bu da dayatmanın bir başka türüdür. Sosyalistler Rusya, İslamcılar İran'la dayılandılar.
Milliyetçilik ise, “geçmişte neydik, şimdi neyiz?” sorusuyla belirginleşti. Yani durumu kendi içinde, mazi ve halde kendisiyle kıyasladı. Bu eğilimin hem Türkiye içinde hem de Türklerin olduğu dış ülkelerde yansımaları aşağı yukarı aynı minval üzere gelişti. Dayısız kaldı.
Liberallerin dayısı hiç eksik olmadı…
Liberalizm ya da onun Türkiye görünümü en çok AB ile dayılandı. Türkiye’de Avrupa Birliği yasalarının ne getirip ne götüreceğini bilmek için uzmanlık hatırına bile olsa baştan sonra okumuş bir tek insan olduğunu sanmıyorum. Yıllar önce baktığımda 100.000 bin sayfaydı AB yasaları. Sonrasında ilgilenmedim zaten. İşin ilginç tarafı, sonradan Birliğe Türkiye gibi katılan ya da katılmak isteyen ülke halkları haricinde, Birlik halklarının referandumlarıyla olan bir süreç de değil AB. Biraz müstakbel, muhtemel belaları, savaşları bertaraf etmek, aradaki iktisadi bağlarla burjuva ve siyasi elitin elini güçlendirmek, biraz ABD’ye karşı BAD olmak, soğuk savaş döneminde Rusya’ya karşı bir nispi güvence hissi AB’yi oluşturdu.
“AB medeniyet projesi mi?” Gülerim buna!
Şu an iktidardaki AKP hükümeti AB’den ne anlıyor acaba? Normalde Batı’dan ne anladıkları belirsiz ise de, bir tür İslami ve neyi muhafaza ettikleri muğlâk bir muhafazakârlıkları sözkonusu. Başbakanın bir ara öğrencilere nasihat olarak söylediği sözlerden, Batı ile ilgili idrakimizin ne olduğu oraya çıkıyor. Mehmet Akif’ten bir adım ileri gitmediği gibi, geride olduğu bile söylenebilir. Buna rağmen sanıyorum, birilerinin el ovuşturarak “aferin işte böyle ol!” dercesine izledikleri süreçte, hep Batı ve hassaten Avrupa Birliği oldu.
Aslında Kemalist söylemle AKP’nin birleştiği nokta oldu Batıcılık.
AB Türkiye’ye havucu gösterip tavşanın tüylerini soymak ve hatta mümkünse bacaklarını almak için uğraşıyor, tavşan da “benim ayaklarım zaten koordineli çalışmıyor şu havucu kapsam” edasında davranıyor. Tabi Babacan ve sonraki AB’den sorumlu ekip çok önemli işler beceriyorlardır. O kadar ki AB ile ilişkilerde yeni bir durum ya da kendilerine yeni malum olan durumlar olunca, bir “erkeklik” psikozuyla restleşmeler sahneliyorlar. Sonra kafalarındaki dengeler neticesinde gene AB’nin dedikleri oluyor. Olacak da bu gidişle.
Gariptir ki, o dengeyi de AB siyasetçileri iyi bilip kullanıyorlar. Bunun diğer bir tezahürü de düşmanının düşmanıyla dostluk kurmak meselesidir. Başbakan Çiller ve nicelerinin de yaptığı gibi, kendilerine siyasi ve ekonomik ikbal teminidir. AB mahkemeleri ve yasalarını göstererek, Türkiyedeki “zinde” güçleri terbiye edeceksiniz, çünkü başka çıkar yol göremiyorlar. Yani zinde güç AB olacak!
İrlandalı filmini izlemediniz mi hiç?
AB deyince, daha demokratik olacak ülke, daha zengin olacak, “eeh kokoreç belki yasak olacak ama olsun!” Milletin genel algılaması bu. Öte yandan zinde güçleri etkisizleştirince, birden farkına varacaksınız ki AB türban istemiyor üniversite öncesi aşamalarda. Sonra Amerika’ya nazar ediyorsunuz, alt eğitim aşamalarında da türban olabiliyor. Sonra mesleğini de türbanlı icra etmede, en azından 9/11 öncesinde sorun yok. O halde, acaba model öyle mi olsa diye akla geliyor. Yine gözden kaçan durum, bu tür durumların refleksif sevme ve nefretle insiyaki hislerle holistik olarak görülmemesi. Yani…
Kendileri için bir şeyler isteyenler, AB süreci vs. olumlu sonuçlanınca, ateistine, eşcinseline, dini ya da dinsizliğini bildiği gibi yaşamak isteyenler için aynı şekilde demokrasi filan taraftarı olacak mı?
Türk toplumunun umumi “ümmi” sevecenliğine, birey olarak yargılayıcı olmayan muhakemesine, hala naif hayat anlayışına ve akl-I selimine hala inanıyorum ve meftunum. Lakin sorun güya okul ve okul dışı eğitimle gelmesi gereken, “tek yolcu” olmayan holistik bakabilen bir üst şuur geliştirmek yerine, husumet üretmeyi, husumetten beslenme ve beslenmeyi şiar edinen bir kafa yapısına bürünüyor.
Bu kafa yapısı her kesimde var.
Okul ve okuldaki şartlandırmalar ve okuldaki şartlandırma türüne karşı olarak oluşturulan şartlandırma ve mankurtlaştırmalar, dayatmalar her kesimde var. Sadece güç dengelerine göre, daha yüksek ya da alçak perdeden ya da karnından konuşmak şeklinde tezahür ediyor. Bu kafada duygudaşlık hissi yok, vicdani ve akli açılardan otistik, entellektüel olarak kilitlendiği gerçekler mutlakiyetçi. Kendinden başkasına da hayat hakkı tanımıyor.
Toplumun büyük kesimi aslında bu sahte bilincin kurbanı, onların kavgalarını seyrediyor, bazen alet de oluyor. Bazen akl-ı selimi ve “öğrenilmişlik çaresizlik” bilinciyle hareket ediyor, sonra oy vererek, ama oyunun arkasında durmayarak yola devam ediyor.
Türk toplumu ancak dayısı gidince annesindeki merhameti hatırlar.
Diğer bir konu da her kesimde yaygın olan, “ötekini” kendi algılaması ve ona çizdikleri kendi inançları hududları ve bazen taktiksel hoşgörüleri doğrultusunda tanımlama ve sabitleme. Yani ancak kendine yaklaştığı kadarıyla, onlara hayat hakkı tanıma. Mesela, Sünniler “Hazreti Ali’yi Alevilerden” daha fazla severler. Mesela, ben bir “Kürtten daha fazla Kürdüm” gibi. Bütün bu tanımlamalarda, “eğer Alevilik…. ise” eğer “Kürtlük …ise” “eğer İslam…ise” ya da “laiklik… ise” ya da Atatürkçülük.. ise” yatar.
Nitekim…
Bu kesimler kendi “kutsal” metinlerinin yara aldığı, işlemediği, ya da zamanın uygun olmadığını düşündüğü dönemlerde, ya tevil (tefsir değil) ya takiyye ve/ya açık riyakârlık ve ceberrutlukla ve ceberrutluklarını çikolata kaplı haşhaşlar şeklinde sunabilir. Ötekini tanımlarken, onları aslında nasıl olmaları gerektiğine dair kendi bilinçleri doğrultusunda yönlendirmek ister. Akademisyenlerden, köşe yazarlarına, muhabirlerden, siyaset erbabına, dinlisinden, dinsizine, laik olanlarına kadar yaygın olan bir durum bu.
Sonuçta, farklı kesimler ötekinde gördüğü “kendi”nden korkmaya başlıyor sanırım. Laikçilerin vaktiyle güvencede hissettiği zeminin altlarından kaydığını hissetmesi korkusuyla, ne tarihsel olarak ne de geleneksel olarak doğru olmayan laflarla, tarihi teville yeniden şekillendirme çabası da bundan ibaret. Tayyip Erdoğan’ı kitabında Hz. Musa’ya benzeten bir yalakanın tavrı da Kemalettin Kamu’nun Mustafa Kemal’e yaklaşımından farklı değil.
Belki de sistem kimseye çaktırmadan kendini her alt sisteme klonladı.
Baksanıza hâlâ dayılar köprünün üstünde bekleşiyor!