“İbrahimî dinler” ne kadar İslami’dir?
Uzun zamandır Türkiye’de bir tuluat dönüyor. Kur'an-ı Kerim’den kavramlarla Kur’an-ı Kerim’in karşısında olduğu şeyler meşrulaştırmak süreci berdevam. Bunların başında da sanırım “İbrahimî” din kavramı geliyor.
İslam âleminde asırlardır süren vehimlerin devamıdır bu durum. Geri kalmışlığın faturasını önce yabancılar İslam’a yıktılar. Sonra da Müslümanlar iman eşittir terakki babında bir denklem geliştirdiler. Yani eğer “ileri” iseler nedeni dindi, geri kaldıklarında ise, dinden uzaklaşmaları etken oldu. Bu vehim aslında yapılan ithamları içten içe doğrular mahiyetteydi. Yani “biz geriydik!”
Geri kalmanın farkına varmak iyi de! Bunu sebepler yerine müsebbibi sorgulamak, ya da müsebbibin verdiği bir ceza olarak gerilemeyi içselleştirmek ne kadar anlamlı? Yani ileri olduğu zamanlar Müslümanlar imanlarının doruk noktasında mıydılar? Kanuni Sultan Süleyman Hz. Ömer’den daha mı yüksek imana sahipti? Ya Yavuz, Ali’den daha mı iyi ibadet yapıyordu? Hz. Peygamberin vefatında geriye kalanlar, ondan sonra gelen her bir Emir’den dahi fazla mıydı? Tarık Bin Ziyat, Oruç Reis’ten daha mı az imanlıydı? Ya Gazali kitaplarını hangi laptopla yazmış, hangi kurumsal e-mektupla Tehafütü l- Felasife adlı eserini yayıncıya göndermişti?
Dahası…
Hastalanmak insana, Allah’ın verdiği bir ceza mıdır? Allah’tan hastalık istemek dinen caiz midir? Allah’ın Resulü hiç hastalanmadı mı? Ya Uhut’ta dişinin kırılması ona verilen bir ceza mıydı? Hendek Savaşında bir Salman Farisi’ye akıl danışması başka hal yolu olmadığından mıydı? Tebuk Savaşındaki gönülsüzlükler birden imanların azalmasından mı kaynaklandı? Sıffin Savaşında can veren taraflardan hangisi daha az imanlıydı? Abbasiler Emevilere galebe çalınca, Emeviler birden iman zaafı mı yaşamışlardı? Endülüs’teki Emeviler, ilim, tefekkür ve medeniyette acaba Osmanlı’dan geri miydiler? Ya onların kökünü çoluk çocuk demeden kazımaya and içen Hıristiyanlar 1492 yılında birden iman patlaması mı yaşadılar? Ebu Zer’in fazileti, Ebu Hureyre’den az mıydı?
Devam edelim…
Gerileme bir ceza mıdır? Ya da ilerleme illa bir mükâfat mıdır? Gerileme “imtihansa,” ilerleme nedir? Hastalanmak “imtihansa,” sağlık nedir? Dindarlık “terakki”yi getirir mi? Yahut “terakki” eden toplumların en büyük vasfı dindarlık mıdır? Dindar olan gerilerse, dinen gerilemeyi mi ifade eder? Yoksa ilerleme ve gerileme unsurları bizim “din” diye algıladığımız unsurların anlam daralması mı uğramıştır? Allah’ın “aklı”nı “aranızdan” en iyi kim okuyabilir?
Sorular ve sorunlar arasında birden “İbrahimî din” kavramı belirdi. Müslümanların inandığı din İslam’dır; “İbrahimî din” değildir. İslam’ın “İbrahimî din” ekolüne indirgenmesi Müslümanların özellikle Osmanlı dağılırken geliştirdiği küfre karşı İslam’ı savunma reflekslerini zayıflatmaktadır. Ernest Renan’a verilen cevaplar, Anglikan Kilisesine verilen cevaplar, Hz. İsa’ya Açık Mektuplar çökmekte olan bir medeniyetin hem son sayhaları hem de direnç nidalarıydı. Koparılan kollarını ayakları altına alarak yeniden yükselme çabaları vardı.
Batı Medeniyetinin ahlaken “iflasına” dair yazılan reddiyeler de vardı. Kendimize çuvaldızı batıranlar da. Ama direniş devam ediyordu. Mehmet Akif, Sait Halim Paşa, Namık Kemal, Süleyman Nazif, İsmail Hakkı İzmirli, Said-i Nursi küfre karşı direnişin farklı kollarını ifade ediyorlardı. Direnç noktalarındaki sütun ve mafsallara sıra geldi zahir. “O halde, yıkıl Sezar!” demek zamanı geldi. Hatta Brutus faslını tamamladı; sıra Anthony’de.
İslam’ın adı İbrahimî din olmadığı gibi, “Muhammedîlik” de değildir. Hz. İbrahim’in kendine ait dini zaten yoktu. Onun tebliğ ettiği din İslam’dı; o da bozulmuştu. Hz. İsa’nın kendine ait dini yoktu; İslam’ı tebliğ etti. Yani Hz. Peygamber Muhammedî değil, mümin, Müslüman, nebi ve Resul idi. O Muhammedîlik tebliğ etmedi, İslam’ı tebliğ etti. O nedenle Muhammedîlik şartları olmadı İslam’da. İmam’ın şartlarından biriydi Hz. Muhammed’e ve sair peygamberlere iman.
O nedenle, Allah katında “din olan İslam”dır ve Kur'an-ı Kerim Yahudi ve Hıristiyanları “dost edinmeme” konusunda Müslümanları uyarır. Bu uyarı münferit Yahudi ya da Hıristiyan’ı doğrudan düşman saflarına atmak değil, Yahudilik ve Hıristiyanlık etrafında örgütlenen kitlesel husumete karşı dikkatli olma uyarısıdır. Çerçevesini Kur'an-ı Kerim doğrultusunda Medine Vesikası çizer; Müslüman'ın izzet ve vakarı yürütür.
Nitekim yine Kur'an-ı Kerim’de “biz sizleri birbirinizi tanıyasınız diye” kitleler ve kabileler halinde “kıldık” diye buyrulmaktadır. Zımmîye zulüm olduğu gibi, Müslüman’ı zimmî hükmüne iliştirmek İslam’a zulüm olur. Hele Kur'an-ı Kerim’i apokrife tarzında tefsir etmeye çalışmak, sanırım arşı titreten bir meseledir.
Kur'an-ı Kerim, --Tevrat gibi—Yahudiler etrafında gelişen dünya tarihi kitabı, Yahudilerin diğer kavimler üzerindeki üstünlük deklarasyonu değildir. Kur'an-ı Kerim—İncil’in olduğu gibi—Hz. İsa’nın biyografisi de değildir. Bu nedenledir ki, Kur'an-ı Kerim ne dünyanın yaratılıyla başlar, ne de Hz. İsa’nın doğumuyla başlayıp onun “çarmıha geriliş” ve dünyaya “birinci” defa dönüşüyle biter. O nedenle, Kur'an-ı Kerim Hz. İsa’nın göğe yükseltildiğinden bahseder, ama “ikinci gelişinden” de dem vurmaz. Zaten çarmıha da gerilmemiştir. O nedenle, “Tanrım, niye unuttun beni?” diye feryat etmez.
Kur'an-ı Kerim’in ilahi ekseni ve kurgusu tamamen farklı olup, genelde sanıldığı gibi, Tevrat ve İncil’deki yanlışları düzelten “düzeltilmiş yeni baskı”sı değildir. Kur'an-ı Kerim önceki gelenekleri hem tashih hem de nesh eder. Sadece imlasıyla ve paragraf hatalarıyla uğraşmaz. O nedenledir ki, Kur'an-ı Kerimdeki İbrahim Tevrat’taki İbrahim, Kur'an-ı Kerimdeki Hz. İsa’da İncil’deki “Tanrı’nın oğlu ve Tanrı İsa” değildir. Kur'an-ı Kerim’de ensest ilişkiyi “nesil devamı” için caiz gören ayetler de yoktur.
Amennâ, “İbrahimî” dinler ya da “semavî” dinler, tamamı tek tanrılı ve İbrahim'in soyundan gelen peygamberlere nispet edilen dinlerdir. “İbrahim” “milletlerin babası” anlamındadır. Geleneğe göre, iki karısından (Sarah ve Hacer) iki oğlu oldu: İshak ve İsmail. Sarah, İsrail’dendi. Adı “saraylı” ya da “prenses” anlamına geliyor. Hacer ise, Filistinli bir köle kadın olarak zikredilir. Adı “terk edilmiş, unutulmuş” demektir. “İshak” “tebessüm” anlamında; “İsmail” ise, “Tanrı duyar.” Kur'an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in kurban adayı oğlu İsmail iken, Tevrat’ta İshak’tır. İncil’de ise Tanrı zaten “baba” olmuştur ve oğlu İsa’yı “kurban” edecektir. O nedenle İsa’nın müstearı “kuzu”dur.
İsrail’e adını veren Yakup Tanrı ile güreşmemiş, savaşmamıştır. Tevrat’ın Havva ve Ademi, Kur'an-ı Kerim’inkinden farklıdır. Üstelik Kur'an-ı Kerim’e göre, kadın “kaburga kemiğinden” mamul değildir. Hatta Havva dünyada “çekilen acıların” nedeni ve lanet odağı da değildir. “Züleyha” bile Kur'an-ı Kerim’de insandır; Hz. Yusuf’u diğer kadınlara göstermesi de ondandır.
“Ehl-i Kitap” “ehl-i dünya”ya yeğ tutulur, ancak “ehl-i kitap” Müslüman değildir. Kaldı ki ehl-i kitabın kitabı “Ehil” olanın kitabı da değildir. Kur'an-ı Kerim cenneti Fırat-Dicle-Ceyhan arasında tespit etmez. Dahası, Hz. Adem de cennete “orayı korumak ve ziraat yapmak için” konulmamıştır. Kur'an-ı Kerim “yılan” hikayesi de anlatmaz; ziraat kitabı değildir.
Kur'an-ı Kerim Hz. İbrahim’i “hanif” din üzere yaşayan ve tebliğ eden, şirk ve zulüm karşısında dimdik duran bir peygamber, sıddîk bir peygamber olarak anlatır. Onu Hz. Âdem’den beri gelen ve aslında hep aynı olan İslam'ı tebliğ için malını, canını hatta canından öte bildiği yavrusunu feda etmeye hazır İslam tebliğcisi olarak tanımlar. O Tevrat’ta Yahudilerin; Kur'an-ı Kerim’de ise İslam'ın peygamberidir. Küfrün ve şirkin temsilcisi, tanrılık yanılsaması yaşayan Nemrut’un karşısında durması da onun imanının bir göstergesidir.
Mekkeliler “İbrahim'in dinini” “sabilik” olarak nitelerdi. Kur'an-ı Kerim Hz. İbrahim'den “hanif” olarak söz edilir. Hz. Muhammed kendi ekseninde gelişen ya da kendi “icat ettiği” hakikatleri değil, mutlak ilahi hakikatleri tebliğ etti: “Ve ma yentigu anil heva; in huve illa vahyun yuha!” Peygamberler arasında “fark” gözetmeyen Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber’i “son” peygamber ve “alemlere rahmet” olarak gönderildiği de ifade eder. Tasavvufun ifadesiyle de kainatın varlığı nerdeyse Hz. Peygamberin risaletine “illet” teşkil eder. Habip ve mahbubun muhabbeti vesile olur hilkate.
Dahası, Kur'an-ı Kerim insanlığa bir mucize olarak önceki gelenekleri nesh edip yeni geleneği icaz ve ihdas ederek geldi. Zaten Hz. İsa İncil’lerde Tevrat’ın mesajının kelam ve uygulamada tevil yoluyla tahrif edildiğini ifade eder. “Hardal tanesi” kadar imanınız “olsa!” diye o dönemdeki Yahudi bilimi ve siyasetine karşı eleştiriler yöneltir. “Tanrının evini” Pazar yerine çevirdiniz diye gürlemesi ondandır.
Ancak özellikle son on yıldır her nasılsa Hz. İbrahim’den dolayı, sanki Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam aynı dinlermiş, aralarında fark yokmuş gibi bir havada sunuluyor. Kimin hangi dine inandığı bizi ilgilendirmez. Kimlerin ateist olduğu da. Yargılama hakkı Allah’ındır; Müslüman da aynı hükme tabidir. Lakin “İbrahimî din” kavramının arkasına İslamî olmayan bakışların nakşedilmesi rahatsız etmektedir.
Kur'an-ı Kerim açıkça ifade eder ki, aslında evrenin başlangıcından beri dinin hükümleri değişmemiştir. Farklı kitaplarla anılsa da, din olarak insanlara indirilen hükümler değişmemiştir.
“Tanrı” kavramı toplumların hayatına yön verdiği gibi, toplum algıları da Tanrı’ya kendi beklentilerini yükler. Yahudilikteki Tanrı, Hıristiyanlıktaki Tanrı, Eski Yunandaki Tanrı, Budizm ve Hinduizm’deki Tanrı, İslam’daki “Allah” algısından farklıdır. Dahası İbrahimî dinler diye ifade edilen dinlerdeki ortak isimler de—Musa, İbrahim, Yusuf ve İsa—da İslam’daki muadillerinden farklıdır. İsimleri aynı olsa da halleri, tavırları farklıdır.
İsa “Tanrının oğlu ve Tanrı”dır Hıristiyan inancında. Yahudiler onu zaten hiç kabul etmez. Kabul edenlerin bir kısmı İsa’ya, Ortadoğu’dan çıkanlardan “biraz çılgın bir haham” gözüyle bakar. Müslümanlar ise, sadece “peygamber olarak” iman ederler. İsa Hıristiyanlık içinde de farklılık arz eder. Afrika’daki İsa, kıvırcık saçlı ve esmer iken, Batı Avrupa’da sarışın ve mavi gözlüdür.
Yahudilikte Yehova insanı yaratır ve Eden Cennetine “orayı ekip biçmek ve muhafaza için koyar. Eski Yunan’da insan tanrılarını yaratır. “Tanrı Zeus” babasıyla kavga ederek onu tahtından indirir ve kendisi Tanrı olarak onun yerine geçer. Yunan mitolojisinde Cennet zaten Tanrılar arasında paylaşılan bir mekândır. İnsanlar ise, tanrılar arasında çıkan kavgaların ceremesini çeken, onların yerdeki temsilcileri gibidir. Onlar savaşır, ama savaşları onları tutan insanlar üzerinden olur. Ve Eski Yunanda Altın, Gümüş ve Bronz çağ tanımları gelişir…
İsa’nın mesellerine bakarsanız, iman gücü de “tanrısal” olmakla eş anlamlıdır. Yani, doğaya hükmetmektir iman. Bir el hareketi ile İsa, denizde fırtınayı durdurur. Bir başka hadisede, “imanınız olsaydı”, der Havarilere, “şu ağaç köklerini kopar kendini suya atardı!” Ve sebeplerle müsebbibi karıştırır İsa. Doğa kanunlarını ilga etmenin adını “iman” koyar. Kur'an-ı Kerim ise, sarsıcı bir şekilde “Ey inananlar! İman ediniz!” der.
Hasılı, "dialog" derken önceyi kendi “logos”umuz nedir, ona bakmak lazım. “Dia” kısmı sonrasında gelecek bir meseledir. Kuran-ı Kerim’in sadece derkenâr edileceği her bir “logos” da ancak “dia” gösteriminden ibaret kalacaktır. “Festekim kema umirte!”
“Sırat köprüsü”nden önce, istikameti ihlasla tutturmak nasıl olur ki?
Küresel Deli Dumrul’un Köprüsü mü bu?