Türkiye'de hemen her ideoloji tercüme edilmiş, Türkiye şartlarına aapte edilmiş ideolojidir. Osmanlı batarken, kurtuluş reçetesi olarak ortaya çıkan ideolojilerimiz, temelde “Avrupa’nın Hasta Adamı” döneminden geliyor. Artık çöken Devlet-i Ali’nin, kimliğindeki bazı unsurları hummalı çareler olarak görmesinden beri de öyle gelmiştir. Bu ideolojiler Cumhuriyet döneminde dönüşümlü olarak bazen sahne almış, bazen mevzide kalmış bazen de meydana inmiş, Tek Parti döneminden sonra siyasal kimlikler olarak sandıklarda çatışmıştır.
Bu tür kimliklerin hummalı yapısı (her “izm” bir ateşli enfeksiyonu ifade eder) savunma refleksi ve kurtuluş çaresi olarak çıkmalarından, ağırlıklı yenik düştüğümüz Batı’ya karşı, ama Batı harmanlı reçeteler olmasından kaynaklanır. Buna bazı İslamcılıklar da dâhildir. Kimlik tanımlamaktan yani, “biz kimiz?”i tanımlamadan çok, bizim ne olmadığımız ya da olmamamız gerektiği tarzında anti-kimlik hüviyetleridir. Bir Milletin gelecek tayininden, medeniyet kurma istikametinden çok, hayatta kalma çabalarının, yalnızlık hisleriyle dayanışma arayışlarının ürünüdürler.
Gereksiz ya da anlamsız değildiler. Gemisi batan Robinson’un gemiden kurtardıklarıyla karada kendine bir yaşam alanı açma çabası gibiydiler. Ancak her nesilde bu kimlikler, karada açılan yaşam alanı üzerinden değil, geminin batışından itibaren olan tecrübeleri bir tür genetik travma olarak aktardıkça, düşmanları hep aynı kaldı. Dostları ise, hemen hiç olmadı. Niyetlerinde ergen safiyeti, tavırlarında ergen isyanları oldu. Olgunlaşmaya vakit bulamadan da hayatın içinde eriyip gitti, hayatın gerçekleri altında ezildi ya da gerçekle alakasını kuramayıp tam zıt istikamete dönüşleri tetikledi. Başlangıçtaki ittifak ve mensubiyet heyecanı, sonraları bir yapıbozumcu mantıkla kendini imha eder mahiyette de gelişti.
İslamcılar, Batı derken, Osmanlı dönemi Batısı, sosyalistler, 19. Asır Kapitalizmi, liberaller 20. Başındaki Liberalizmle düşmanlarını tanımlamaya devam ettiler. Beslendikleri kanallar temelde İngiliz ve Alman liberallerdi. Ancak Amerikan liberalizminin neye karşı geliştiğini düşünmeye vakitleri olmadı. Ülkücülerin de temelde Komünizme karşı yapılandığı bir gerçektir. Aslında bizim olmayan bir savaşın ortasında, mecburen alınan bir konumlanışa dönüştü. Milli çıkarlara ancak dolaylı olarak hizmet eden bir yapı çıkardı. Milliyetçi olmak Rusya ve Komünizm karşıtı olmaktı, ancak bu ille de, bu ille de Milli çıkarlar için olan bir karşıtlık değildi.
Devletin körlüğü, Milliyetçiliğin de körlüğünde etken oldu. Daha akıllı bir Devlet, soydaşları ve dindaşlarından sırf Komünist karşıtı olmak için uzak durmazdı. Ya mecalimiz yetmedi, ya da aklımız. Ülkücüler, Komünizm gittikten sonra, Komünizmi aratacak olan küresel renkli totalitarizme karşı yapılanmada güçlük çektiler. Bir ara, diğer siyasi gruplar gibi, Derin Devlete tavır alma faslı oldu. Ancak kaç tane derin devletin olduğu belli olmayan Türkiye’de, Milli derin devlet de arada kaynayıp gitmişti. Yine de “Komünistler Moskova’ya!” “Mollalar İran’a!” kadar uzun süreli bir slogan olarak kaldı. Oysa Nazım Hikmet haricinde, Moskova’ya gidip de yerleşen başka Komünistimiz olmadığı, diğer komünistlerimiz de Fransa ve Almanya’da ikamete başlamışlardı...
Tercüme kimlikler, halimize tercüman olmaktan çok, içimizdeki acıların, belki özentilerin, Stockholm sendromlarının toplamını parça parça ifade ettiler. Çoğu zaman “düşmanın silahıyla silahlanmak” mantığıyla geliştikleri için, düşmanın silahını kuşanırken, düşmanın akut zihnini de beraberinde kuşanmayı getirmiştir. Çünkü düşmanın silahı klasik silahtan öte, savaş mekanizmalarından öte, kültürel, ekonomik, stratejik, hatta dini tehditlerle gelirken, sadece usûl bilgisi değil, arkasındaki kafa yapısını da ister istemez beraberinde getirdi. Antitez mahiyetinde ancak “tez”in unsurlarından çıkarılmış kimlik oldular. Nitekim “tasfiye” yani saflaştırma, koruma alanı, has alan, kapalı alan oluşturmaları da bunun ürünü oldu. İslamcılarda, ülkücülerde, sosyalistlerde, hatta Kemalistlerle “şehitlik” üzerinden oluşan kardeşlik, bir türlü bir medeniyet kurmada şahitlik düzeyine erişemedi. Bir insanın dava için yaşamından vaz geçmesi, dava için yaşamasından daha önemli olduğu için, şehitlik “devrimci yoldaş”ların da bir samimiyet ve davaya sadakat testi olarak tarihlere geçti.
Her ideolojini bir sıfır noktası vardı, milat gibi. Ondan öncesi zaten farklı anlamlarda batıldı; ondan sonrası da zaten “biz”den ibaretti. Ümmetten Millete geçme çabasında, Millet içindeki güvenlik hisleriyle vizeli ve test edilip onaylanmışlık zarureti ile iç Milletlik, hatta kabileciklere ayrışmalar oldu. Yani Ümmet, sonra Türkiye dâhil, büyük coğrafyaya aitlik hissiyle gelişirken, Milletlik Türkiye içinde kalmışlığı ifade ettiği gibi, o da geçiş dönemi toplumsal şüphe ve endişelerle kabilelere dönüştü. Ve fakat çok partili dönemle bu farklı mecralarda “evrensel” olma çabasıyla evirildi. Bir anlamda “muasır” medeniyet evrensel olma iddiasını yitirdi, evrensel diğer fikirler etrafında birleşmeler meydana geldi.
Akut devirlerin sonrasında kendi zeminine çekilerek anti-kimlik hüviyet kimliğe dönüşmeliydi. Oysa anti-kimlik olarak devam etti. Kendini, kendi içinden tanımlamak yerine, kendinin ne olmadığını ya da olmaması gerektiğini tanımlayan karşı kimlikler olarak kaldı. Bu da, enerjileri kimlik üzerine yoğunlaştıran, kültürel, entelektüel ve medeniyet tasavvurlarını geliştirmek yerine, akut ve hummalı sloganların rahatlığına bıraktı kendini. Sokağın dili, siyasetin dili olunca da, Devletin dili de, ketum bir Kızıl Elma takibi yerine, günü kurtarma çabasında slogan diline dönüştü. “Bize bizden başka dost yoktu.” Ancak “bizi”” yine tanımlamadan bir “bizlik” tasavvuru oluşturduk. Ve o tasavvurda en yakındaki “biz” olamadı. Bir muhayyel “biz” üzerinden bizliğimizi tanımladık. Yani aslında yine kendimizi doğrudan tanımlamadık. Biz her ortama göre değişen bir hal almış, “ben”ler kadar “biz” türemişti. Bizliğin vekâleti bendeydi. “Bizi” “bana” bende etme bizleri böyle gelişti.
Hiçbir ideoloji, tarihin hiçbir döneminde “evrensel” kapsamda olmamıştır. Şu dönemki küreselleşme adıyla sunulan çikolata kaplı emperyalizm dâhil. Ancak “evrensel”lik zaten genelde “Batı,” özelde şimdilik ABD’nin temsil ettiği normların yaftası olunca, evrensellik tanımı da o normlara uygun değerler oluşturmak tarzında kendini şekillendirdi. Sonuç olarak, Türkiye’de her ideoloji, “evrensel” ya da “dünya çapında”ki çerçeve içinde ortaya çıkarken, yerel olanı, yerli olanı esas almak yerine, onlara bir şekilde kendini eklemleyerek varlık ve terakki felsefesi geliştirdi.
Türkiye’deki ideolojiler, bu nedenle, Türkiye dışındaki unsurları örnek ya da hedef almıştır: İslamcılık, Turancılık, Sosyalizm, Liberalizm. Sonuç olarak, hangi ülkeden alınmışsa, o ülkenin tercüme hassasiyetlerini ifade eder ve ona benzer yerli düşmanlar aramaya çıkar: laiklik, demokrasi, hürriyet, milliyetçilik, cumhuriyetçilik ve “muhafazakârlık” buna dâhildir. “Good guys” kurtarıcı olanlar diğerlerine izansız “ahmaklar,” “satılmışlar,” “hainler” olarak bakarken, “bad guys” da, mahalle de sevmediğimiz adamdan tutun, siyaset, ilim, basın ve hâsılı hayatın her alanında rakibimizin siluetine bürünür. Kendine özgü Kızıl Elması, mefkûresi, Devletin hücrelerinde mahfuz hedefi olmayınca, hinlerin, hainlerin olması zaten muhtemeldir. Ancak, bir ideolojinin ancak bir bireyde ve o bireyde tecelli ettiği kadar kabul, aksi halde reddi, önce “öteki”yle başlayan karşıt kimliğin, kendi içindeki ötekileştirmelerle devam etmesini getirir. Bir yandan, karşı taraftaki “mankurt” hedefe konur, bir taraftan mankurtlaşma mekanizmaları kabul edilmiş olur. Bireysel fikir üretimini, takım çalışması ve istişare ile zenginleştirmek yerine, zaten olan bir fikrin kendi de sahibi de kutsal mahfilinde yerini alır.
Bizden olman ölçüsü sadece, kutsal mahfilin alanın takdis etmekle ölçülür. Ve bu kutsallık kutsal lidere yakın olanlarca da içselleştirildiği için, ona yakın olanlar da kutsal alana dâhil ve tartışılmaz olurlar. “Birlik” böylece tesis edilmiş olur. Birinin “bizden” olması da, “ben” ile olan irtibatı ve rekabet alanında “bana” ne kadar dokunduğu kadardır. Yani, tarafların bir etik normlar yekûnu üzerinden değil, bireysel normların bir muhayyel kurtuluş reçetesi ve ideoloji üzerinden bakiye birlikteliği ve onunla “öteki”ne karşı savaş açmasıyla olur. Bu hem “ben” hem “bizi” bağlayan değil, “biz” üzerinden bir “ben” yaratma, yani içimizdeki bir kişilik “bizi” ortaya çıkarmaktır.
Bu nedenle, örgütlü yapılar ya askeri tarzda ya da cemaat tarzında gelişir. Kışla ile kült ilişkisi kurulunca, bir kişinin yanıltılması, onun idare ettiği kitleyi toplu olarak yanıltmayı da kolay ve mümkün kılar. Kışla ve kültün, mefhumlar üzerinden değil, doktrin ve sloganlar üzerinden yapılanması tesadüfi değildir. Bu doktrinler siyasete havale edilince, siyasetin esnekliğine uğrayınca “reel politik” kendi başına tayin edici olmakta, kitlenin tenakuzlarda da “hikmet arayışı” da bu sürecin devamını desteklemektedir. “Reel politik” ise zaten hem iki asırdır “realite” ve “politikayı” tayin eden, dış unsurlar tayin edildiği için, “öteki” de çaktırmadan “biz” olmaktadır. Oysa bu “biz,” bizim olduğumuz biz değil, bizim olmamızı istedikleri “biz” olabilir.
"İslamcılık" daralttığı İslam tanımıyla Müslümandan ne kadar uzaksa, Turancılık da Türk tanımıyla o kadar Türk’ten uzaklaşmıştır. Bu tavır Papa’nın, eskiden lanetlediği kesimleri içine almak için Vatikan’ın geleneğine, hatta Hıristiyanlığın kabullendiği İncillere rağmen, esneme çabasında olduğu zamanlarda da devam etmiştir. Mesele, ilkesiz kalabalıklarla çoğalmak değil, zaten “sizden” olan insanları, kostüm ve şekil, şemalı ve bireysel olan meselelerde içtihatlarından dolayı lanetleme, dışlama, tekfir etmek, hıyanetle suçlama zaaf ve hazlarından uzak durmaktır. Hem insan hem de mimarisi olarak İslâm’ın ve Türklüğün güzel çeşitliliğini indirgemeci bir mantıkla kalıba dökmek ve ondan çoğaltmak istediğimiz model, inandıklarımıza aykırı bir modeldir. Mefhumlar etrafında birliktelik ve onda samimi yaklaşım kendince yeterlidir. Dışlayacak dışarda bırakılan, aklen, vicdanen ikna edilememiş insan, ötekilenen insan hem “biz”den uzaklaşan hem de karşınıza geçen insan olarak hayatına devam edecektir.
Bunu daha önceleri sosyalistler ve onlara düşman olarak ortaya çıkan liberaller de yaptı. "İdeal" liberal, hakiki liberal, öz liberal nedense hiç olmadı ülkede, ideal diğerleri olmadığı gibi. İslamcılık en yakınından başlayarak, İslam dışılıkla suçladığı kitleleri kendinden itti. İdealinde gördüğü Müslüman ise, sadece ya asırlar öncesinde kaldı ya da coğrafyalar ötesinde. Türkiye nasılsa, birden ve aslında laik kesimin görmek istediği kadar İslam dışı filan olmuştu. Dahası, Müslüman Türk onun dar aklında, Ümmet fikrinin bir parçası ya olmadı ya da ancak Araplara yakın olduğu kadar Müslüman sayıldı. Ve o Araplar, Saadet Asrı Arapları da değildi.
"Turancılık" da Türk’ten o kadar uzak kalmayı maharet bildi. Ülkücüler arasında, Kürtler dâhil farklı kökenden gelen ve ülkücü olan insanlar anlamsız bir şekilde ülkücülerden soğudu. Belki onlar Metehan'a benzemiyor, belki de bıyıkları yeterince gür değildi. Aslında Mustafa Kemal de öyle değildi, ama nasılsa o arada tarihsel olarak kaynamıştı. O nedenle, Kemalizm’e karşı "Atatürkçülük" bir sistem uyum açılımı oldu. Ancak bir Türk tiplemesi yapmaya kalkınca, Turan dediğimiz büyük coğrafyada, kaç milyon Türk birbirine benzemektedir acaba? Aynı durum Türkçemizin güzel renkleri için de geçerlidir.
Kürtçülerin taklit ettikleri de bu tercümenin tercümesi olan ideolojiler oldu. Kürt faşizminin örnek aldığı modeller, birden Kürt tecrübesinin yerli tercümanlarına dönüştü. Dahası, örgütsel yapılanmalar birbirinin taklidi mahiyetinde gelişti. O nedenledir ki, hiç bir yapıda, "LİDER, TEŞKİLAT, DOKTRİN" tartışılmaz. Bu tartışılmazlar arasında, asıl tartışılması gerekenler ise, Osmanlı-TC geçiş dönemindeki tezlerin, yani savaşan tezlerin temelde İngiliz ve Alman tezlerinin Türkiye'ye uyarlaması oldu. Zihinlerin, Alman, İngiliz, Amerikan algısından uzak kalmadığı zamanlarda, doğru ve MİLLİ düşünmek imkânsızlaştı. Bugün de örnekleri ortadadır.
Türkiye, hâlâ, siyasi, ekonomik ve kültürel, en önemlisi de entelektüel İstiklali oturmamış bir ülkedir. ÇANAKKALE GEÇİLMEZ! hamasi bir gurur vesilesi, ancak boyunduruklarımızı da gizleyen bir tarihsel bumerang olmuştur. Oysa Oryantalistlerin yaptığının tersine, Batı olgusunu iyi anlamak ve ona karşı, siyasi iç çekişmeler yerine, tezler çıkaracak, akademisyen ve entelektüellerin var olması lazımdı. Bireysel olarak varlığı olan, Devletçi ve Milli ve fakat zihnini siyaset sarmalına, düşünce kutularına, emanet kasalara sokmayan, entelektüellerin varlığı, sadece geçmişle övünmek değil, halin sancılarını da yaşamak ve onu da günah keçilerine yükleme kolaycılığına kaçmayan entelektüellerin varlığı artık hayati önemdedir.
Aksi durumda, en hassas olduğunuz hücrelerimizden, virüsleri sokuyorlar ve bir istikamet peşinde gittiğimizi sanırken, aslında düşman kimse ona asker buluyoruz kendimizi.
Kendini bilmek bu açıdan önemli. “Müslüman kimdir? Türk kimdir?” sorularından önce "ben kimim?" sorusu. İkinci soru, partim olmasa, hatta ülkem olmasa ben ne olurdum? Acaba aynı kalır mıydım?
Onlarsız bir kimlik ve anlamımız olduğunu düşündüğümüz zaman, hem alıcı değil, verici bir Milli kimliği edindiğimiz andır. Sonrasında konuşulmayacak mesele yoktur. Farklı müzakere kanalları “rahmet”ten ibarettir. Fitne ise, fikri olmadan, şablonların tayin ettiği bir zeminde düşman aramaktır. Nefsi bu kadar temize çıkarmaya gerek var mı?
Vesselâm.