Gelenek, mankurt ve reform
Gelenek kendi içinde ve kendi dinamikleriyle yenilenmesi mümkünse, yenilenir.
Gelenek mürteddi ve müridi arasında çatışma bu süreçte çıkar çoğu zaman. Aslında ikisi de aynı geleneğin içinden gelir. Ama gelenek müridi geleneğin kendine verdiğini elinden bırakmak istemez, kâr-ı muhafazalık yapar. Gelenek mürteddi ise geleneği reddederken, gelenekte yenilenmeyi kendi için ister. Bir üçüncü kategori olarak gelenek mankurt’u ortaya çıkar. Gelenek mankurt’u geleneğin diliyle geleneği tahrif eden, geleneğin dışından olan unsurların şuursuz yerel uzantılarıdır. Bazen mürit gibi davranır, bazen de mürtet gibi. Gelenek reformlarının en büyük badiresi de mankurtlardır.
Entelektüel akışkanlığı olmayan toplumlarda gelenek, hiçbir değişikliğe uğramadan bir sonraki nesle aktarılması gereken “bir ölü varlık” gibi algılanır. Hâlbuki gelenek canla başla “kazanılması gereken dinamik bir şimdilik”dir. Ne hazzını ne ıstırabını mantık dairesince algılayabildiğimiz bir sado-mazoşist muharebe veya zikir alanı veya ritüel içselleştirme safhası değildir. Atalardan kalan, bir işe yaramaz tereke mesabesindeki gelenek hali, mürit elinde onu maziye sahiplenme adına felç eder.
Geleneği kültürel bir ihtiram müzesi gibi algılayanlar, onu kullanmak, geliştirmek ve yeniden üretmek, ondan yeni unsurlar türetmek yerine, sadece onu yüceltmek ve haldeki munkabızlığın ıstırabını böyle savunmak ister. Böylece gelenek tekrar etmekten öte gitmeyen mantıkla, onun zaten reddini ve ondan kalan parça bölük unsurları imha amacındaki güdük ve köksüz vehimler arasına geleceği de sıkıştırır boğar.
Geleneğin bir başka uzantısı ise farklı toplum ve zamanlarda katkıları değişen gelenek mücedditleridir. Onlar geleneğin eskiyen, unutulan taraflarını yeni ihtiyaçlara göre yorumlayarak tekrar hayatiyet kazandıran kişilerdir. Bu da hem zaman hem de mekân içinde yayılan safha ve sahalarıyla diyalektik bir bakış açısını gerektirir.
Son asrın edebi, sanatsal, askeri ve ilmi alanlardaki büyük şahsiyetlere bakıldığında bu açıkça görülecektir. Osmanlı ölürken--listeleme kaygısı gütmeden ifadeyle--askeri alanda bir Mustafa Kemal’i ve Fevzi Çakmak’ı, sanat ve edebiyatta Necip Fazıl, Yahya Kemal, M. Akif, Nazım Hikmet, Neyzen Tevfik, Hamit Aytaç vb. İnsanları, çeşitli bilim alanlarında Sait Halim Paşa, Sait Nursi, Hamdi Yazır, Vehbi Efendi, Nurettin Topçu, Ali Fuat Başgil, Fuat Köprülü, Erol Güngör gibi insanları çıkarmıştır. Dahası, Osmanlı ölürken mirasçılarına azmi ve enerjisini damarlarından kalan son şahadet şerbeti damlalarıyla bir Türkiye Cumhuriyeti çıkarabilmiştir. Giden bu anlamda sadece Osmanlı hanedanı olmuş, Osmanlı Devleti geleneği özellikle dış siyasette kendisini hissettirmiş ve geleneğini aktarmıştır.
Reformun, yenilenmenin, tecdidin kendisi statüko olunca!
Reform, değişim ya da yeniliklerin en kötü yanı bu sıfatlarla anılmalarıdır. Çünkü kendini yeniden üretmek faslında aldatıcı olur ve “çağdaş” kavramında olduğu gibi, çağdışı kalırlar. (Çağcıllık ayrı bir tartışma konusu tabi) Geleneği aşılmazlar panteonuna sokmak, birer beyin totemi haline getirmek, falan şairin, filan devlet adamının veya falan devlet veya filan kültürün aşılamaz olduğuna dair bir dizi iç fren mekanizması geliştirmek, aşağılık psikolojisi ve kendine güvensizliği beraberinde getirir.
Akılda tutulması gereken ise şudur: Ancak sadak bir doğrusal profili haizdir ve onun görevi hazne olmaktır oka. Yayın ise ne ip ne de ana çerçevesindeki yapının doğrusal kalması onu iyi yay yapmaz. Aksine, okun ileri fırlayıp kendinden çok ötelere fırlamasını sağlamasıdır yayı yay yapan. Bu ise yayın gerilme esnasında ip ve çerçevesi arasında oka bir hareket ve dolayısıyla devinim alanı açılmasıyla olur. İp gelenektir, ok istikbal ve yayın iskeletini oluşturan ahşap çınardan koparılmış ve şekillendirilmiş hem geleneği hem geleceği yaşatan haldir. Mahremiyet ve takdis alanına sokulan gelenek ise bizzat kendi fanusuyla sönen mum gibidir. Asıl olan sadak’a değil yaya sadık olmaktır.
Sadak kutsal olursa…
Artık gelenek kutsallaşmış, heykelleşmiş, heykel kadar cansızlaşmış, abidevi mehabeti olan ama kendini dahi beslemekten aciz bir hal alır. Estetiği ve kudreti hayret uyandırır, lakin yeni nesilleri gafletten uyandırmaya yetmez gücü. Takipçilerine onu sadece yüceltmek kalır. O tarzın, metodun, duyuşun, söyleyişin, şeklin dışında bir başkası daha yoktur. “Olamaz da!” Bu tür bir iradesiz mürit öykünmesi idraksiz bir “pozitif” mankurtluğu beraberinde getirir. Tıraş edilmiş kelleye değil, bizzat beynin kendisine taze koyun yüzülmüş post geçirilmiş ve kavuran güneşin altında kendini kaybetmiştir. Başta zihnini sınırlamıştır, sınırlanan zihni de ilham ve enerjisini sınırlamıştır ve hatta yok etmiştir.
Günümüzdeki Mimar Sinan’ı bırakın aşmayı, onun mimarlığının özünü dahi kavramadan Selimiye abidesini 3. dereceden bile taklide yanaşamayan zihni köylülük ve fukaralık abideleri böylesine bir örnektir. Hâlbuki her şeye anlam katan ruhtur, taşa bile, onu birleştiren harca bile... Hele hele insan!
Gelenekte taassubun en kötü tarafı, toplumu kendini temsil eden unsurlar için yaşar haline getirmesidir. O toplumun saadet ve huzuru için değil, bireysel ve içtimai sahada tahakküm kurma amacındadır. Aynı ceberut idarelerdeki gibi, o toplum için değil, toplum onun ve ondan nemalananlar için vardır. Bir önceki dönemden aktarılan ve çoğu zaman kitabi ve medeni bir kültüre dayanmayan algılar toplamıdır o. Yaşın bilgeliği temsil ettiği toplumlarda tecrübe ve birikim, onlarla özdeşleşen kişilerde muhalefeti imkânsız kılar. İktidarın tek ve mutlak mümessilleri olarak anlaşılmadan vaftiz edilir ve hiçbir süzgece tabii tutulmadan içselleştirilir.
Hakikatin, hakikatten bahsetme iddiasını ifade eden kişi ve kurumlarda bu sorunun yaşanması mukadderdir her zaman. Sonuçta, önce kayıtsız taltif, sonra takdis sürecine giren kurum veya kişiler, onu anlamadan ona tabii olan toplumlarda bir ahlaki sapmaya da yol açar. Geleneği kendilerinden ve hayat denilen her şeyden bağımsız olarak algılayan fertler toplumsal alanda geleneğe uygun ve “toplum”un--ki onların gözünde yine kendilerin bağımsız bir tayin edici unsurdur-- kabul ettiği, ödüllendirdiği tarzda davranarak kişiliklerinde beklenti ve vehimlerin sonucu oluşan onulmaz kişilik parçalanmalarına sebep olurlar.
İçtimai hayatın gerçekleri ve gerekleri, bir ekonomik varlık, bir toplumsal varlık olması müritleri uzlaşma, “kötü olmama” ya da ileriye dönük hesapların gerçekleşmesi amacıyla farklı pazarlarda farklı paket ve içerikle sunulan bir değişken metaa tedavül eder.
İlginçtir ki İngilizcede “kişilik”e tekabül eden kelime Hint-Avrupa kökenli “personare” kelimesinden türemiştir. “Personality” kelimesi yüzde maske varken konuşmayı ifade eder ve aslında tiyatro kökenli bir kelimedir. Sonuç olarak kişilik parçalanmaları hayatın her alanında ikili bir dünya, yani yaşanan ile arzulanan hayat ve bir de dayatılan hayat tarzı olarak ortaya çıkar. Kimi milletlerin tarihi özellikle toplumsal kişilik bölünme örnekleriyle doludur. Azınlık psikolojileri buna delalet ettiği gibi, nüfus çoğunluğuna bakılmaksızın sessiz ve güçsüz çoğunluklarda da aynı kişilik bölünmelerine rastlamak mümkündür.
Mankurtlar da en çok bu gruptan çıkar!