TURNUSOL
Uzun zamandır beri, Türk medyası, akademisi ve siyaseti “millet” kavramına, “ulusalcılık” turnusol testi ve Ergenekon placebosu nedeniyle eleştirel bir bakış sergilemektedir.
Türkiye Cumhuriyetinin rota tayin sorunu yaşaması, Doğu-Batı arasında sıkışması, AB-ABD arasında sandviç olması, geçmişle, kendi arasında hem güzel hatıralarla yâd edip, borçlarına kadar ödeyip, aynı zamanda “Osmanlı’nın Oğlu değil, Türkiye Cumhuriyeti benim adım” diklenmelerinden dolayı, özellikle 1950’ler ve daha sonra Doğu Blok’unun çöküşü sonrasında dini, bölgesel ve küresel gelişme ve tehditler sonucunda milli, siyasi ve iktisadi kimlik arayışlarında Özal’la özdeşleşen “Adriyatik’ten Çin Denizine,” “21. asrın Türk asrı” olacağı heyecanları, millet kavramının Türkeş sonrası ve yeni tüzüklü ve Bahçeli başkanlığındaki MHP ve küskün, ama bir türlü de ayrıldığı baba ocağından ayrılma gerekçelerini anlayıp anlatamayan ve bu dinamikler üzerinden hareketle ne yeniden birleşmeyi ne de tamamen ayrılmayı beceremeyen BBP ekseninde bir intizamsız tekel halinde olması, artan Kürtçü terör ve Kürt etnik milliyetçiliğini körüklememe niyetlerine kadar bir dolu etken millet kavramını ve doğal devamı olan “milliyetçilik” ideolojisini öcüleştiren bir sürece sokmuş oldu.
Öte yandan liberal siyaset ve ekonomi adına kendine liberal odakların “devlet küçülsün” diye, devletin bazen iyi bazen kötü işletilen kurumlarını “özelleştirmeye” yönelik, bir şuuraltı canavar devlet imajıyla oluşturulan özelleştirmeler furyası da oldu. Daha önceleri devlet “inhisarında olan ya da sermaye-bilgi-teknoloji ve uzmanlık darlığında devletin mecburen tekel olduğu, milletin parasıyla kurduğu ve bazen de yatırımsızlık ve peşkeşçilik zanaatkârları elinde zarar eden kurumlar, yeni bir yörüngeye oturmak için gerekli enerjisi, peş peşe arkasındaki enerji tüplerini hem kullanan hem de onları yörüngeye gök katmanlarını geçtikte geride bırakan füzeler gibi hareket etti. Mesela Tekel ve PTT maden işletmeleri, denizcilik işletmeciliği gibi bu kurumlardan bazıları tarihçeleri itibariyle, Osmanlıdan TC dönemine geçerken Osmanlının borçlarına mahsuben bazı Avrupa Devletlerinin idaresinde ve onların alacaklarına mahsuben işletilmişlerdi. “Reji”den Tekel idaresine geçiş aşamasında, moderniteyle müstemleke olan Müslüman ülkelerin aksine teritoryal istiklal savaşını kazanan Türkiye’nin, bir de ekonomik olarak bunu teyit etmesi anlamına geliyordu. Bu anlamda Türkiye’deki mezkûr kurumlar ve eski Osmanlı havzası olan ülkelerdeki petrol kaynakları ve ulaşım sistemlerini millileştirmeleri, sadece maddi değil aynı zamanda manevi zaferdi de. Psikolojik olarak iğdiş edilen toplumların, kendilerini iliklerine kadar, önce Osmanlı Devletine karşı, sonra da kendi lehlerine sömürdükleri ülkeler malum, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Körfezin cetvel haritalı ülkeleri, Suudi Arabistan, Mısır ve İran, sonraları, Fas, Tunus, Libya, Cezayir gibi ülkelerdeki “kamulaştırma” türü millileştirmenin anlamı, kolonileştirmenin kendisine karşı olan bir başkaldırı olarak milletlere moral kaynağı da olmuştu.
Kamulaştırmalarla başlayan Ortadoğu’nun kendi kaynaklarını kendisinin kullanma çabası 1953 yılında ilk defa İran’da doğrudan CIA’nin müdahalesiyle ABD güdümlü darbelerin başlangıç tarihi olmuştur.
Şimdilerde yarım kalan ve maliyeti yüksek olan geleneksel kolonileştirme stratejileri, yerel güçlerin ittifaklarını kırmak için “yumuşak güç” denilen tarzda medya ve ideolojik aygıtlar yoluyla yapılmaktadır.
İşte bu noktada MHP ve BBP kendi konumlarını yeniden tanımlamak ve ona göre davranmak durumundadır.
“Millet” kavramını ağızda sakız yapmak yerine, yüreğinde mühür olarak görenleri ise, değişim siyasetinin yeni haritaları gösterecektir.
Dilerim, İngiliz ve Fransızların yaptığı eski Ortadoğu haritası, ABD maharetiyle yeniden gündemin temcit pilavı olmaz…