“Yeni Osmanlı”nın “Yeni Haçlılara” yardım tezkeresi
1 Mart tezkeresi hatırlardadır.
Onca yalan dolandan sonra, ABD “kitle imha silahları” yalanlarıyla Irak’ın petrol ve tarihsel mirasına el koymak ve bu arada İsrail’i rahatlatmak istemişti. Irak krizi konusunda hükümet tarafından 25 Şubat 2003'de TBMM'ye bir tezkere sunuldu:"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için Hükümet'e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi".
Sıkıntı vardı tabii.
Referandum için zaman da yoktu o zaman, niyet de.
Ömer Seyfettin’in “Diyet” hikâyesini okumayan çoktu. İlk yoklama sonuçlarına öfkelenen Erdoğan kürsüye çıktı ve demişti ki: “Ben sizden fire vermeden bunu geçirmenizi istiyorum. Bakın bunu mutlaka çıkartacaksınız... Yoksa sonuçlarına katlanırsınız...”
Saat 14.00'te TBMM toplandı. İlk kriz, tezkerenin metninde yaşandı. Çünkü bakanların imza attığı tezkere ile Meclis'e getirilen tezkere arasında “çok önemli bir cümle farkı” olduğu ortaya çıktı. Meclis'e getirilen tezkerede, “yabancı hava ve deniz kuvvetleri ile özel kuvvetlerin muhtemel bir harekâtta kullanılmaları” cümlesi vardı. Ama bu cümle bakanların imzaladığı tezkerede yoktu. CHP şiddetle itiraz etti. Çünkü bu cümle, “ABD'nin yanı sıra, örneğin İngiliz askerleri, uçakları ve gemilerine de kapıyı açıyordu...”
İtiraza rağmen “kapalı oturuma” geçildi. Oylama yapıldı. 264 “evet”, 250 “ret”, 19 “çekimser” oy çıktı. AP, Reuters gibi yabancı ajanslar hemen “kabul edildi” haberi geçti. CNN ve BBC de, yayınlarını keserek, “kabul edildi” haberi verdiler. Ama büyük bir hata yapıyorlardı. Ve en büyük hatayı Türkiye Cumhuriyeti'nin haber ajansı Anadolu Ajansı yaptı. Çünkü Anadolu Ajansı bile 'tezkere kabul edildi' haberini vermişti.
Hâlbuki tezkerenin kabul edilmesi için “salt çoğunluk” gerekiyordu. Salt çoğunluk, oylamaya katılan milletvekili sayısının, yarısından bir fazlası anlamına geliyor. Yani, 267 rakamının bulunması gerekiyordu. Bulunamadı... Tezkere kabul edilmedi.
Erdoğan birden “değişim” rüzgârıyla kanatlandı o zaman. Günlerdir milletvekilleri üzerinde baskı kuran Başbakan, oylamanın sonucunu öğrenince, gazetecilere, “İşte demokrasi budur” demek zorunda kaldı. Anlaşılan “demokrasi” kazanmıştı…
Muhalefet tezkereye zaten baştan karşıydı. Önder Sav, yaptığı konuşmada tezkereye karşı çıkmış ve Amerikan gemileri için “düşman gemileri” ifadesini kullanmıştı. Tezkerenin reddedilmesi Amerikalılarda hayal kırıklığı yarattı. Türk hava sahasını, liman ve topraklarını kullanamayan ABD Irak işgali sırasında büyük bir başarısızlığa uğramış ve ağır bir ekonomik ve sosyal fatura ödemek zorunda kaldı.
Sonrasında faturanın bir kısmını Türkiye’de kademe kademe ödetme çabasına girdi ABD. Fil, ebabil, sicil havası esti ülkemizde. Torba krizi, Torbalı’dan taşınan araba fabrikası krizi, sonra özürlenme krizleri birbirini izledi. İşin ilginç tarafı, Özal “tatbikat yaparken” Ermenistan tarafına birkaç top düşerse ne olur?” diye sorunca onu topa tutan medya organları bu sefer yine rakkase gibi dönmüşlerdi. Rakkaselerin bir kısmı da sema gösterisi yapıyorlardı. Sonra acayip “değişimci” oldular. Hayyam’dan rubailer eşliğinde eyyamdan nasiplerini aldılar.
“Değişime karşı durulmazdı!”
Zaten durmadılar, 720 derece kendi eksenleri etrafında dönüp 180 derecede karar kıldılar.
Yine değişim arayışlarındayız.
Yine tezkere geldi önümüze ve bu sefer “işittik ve itaat ettik!” dediler.
Obama dışarıda “değişim” dedi.
“Change. Yes, we can!” diyordu.
Bizimkiler tüyoyu kaptılar.
Değişim, değişim, değişim mehteranı Ankara’da ve Babıâli’de arz-ı endam etti.
Obama sadece Amerika’da biriken zenci ve Hispanik hıncını değiştirdi, erteledi biraz.
“Bizim oğlan” hatırına onca sorunu biraz daha içlerine attılar.
Bizimkilerse üç tarafı denizlerle çevrili ülkede denizcilik merakına saldılar kendilerini.
“Medeniyetler ittifakı” belagati tutmadı.
Çünkü zaten Batı ile Doğu’nun medeniyet algısı farklıydı.
Hikmet ile zulüm arasında fark kadar farklıydı.
Hükümet algısı da öyle.
Ya iç siyasetin korkusu ağır basıyor.
Ya dış diplomasinin zaafları.
Kuzey Afrika tarumar.
Tam diplomaside reaksiyoner değil aksiyoner olacağız derken.
Tam Arap ülkelerinde ve Rumeli’de Yeni Osmanlı’nın silueti beliriyorken.
Kazara Irak Katliam Tezkeresi TBMM’den geçmediği için--Başbakan’ın madem öyle “sonuçlarına katlanırsınız” tarzında konuşmalarına rağmen--sonra ülke ayakları üzerinde duracak gibiyken.
Irak’taki senaryolar şimdi de Libya’da.
Şemayı biraz değiştiren Fransa oldu.
Önce adı Birleşmiş Milletler olan Amerika Birleşik Devletlerinin emir-komutası olacaktı.
Sonra, zaten ABD’nin kurduğu hedef onaylatma noterliğini yapacaktı BM temsilcileri.
Sonra, “bunu en iyi kim yapar?” diye soracaklardı.
Tabii ki cevap koro halinde “NATOOO!” olacaktı.
Arkasından “NATO görev dağılımı” adı altında demokrasi bombaları atılacaktı.
Fransa’nın parsa kapmak ve Sarkozy’nin iç siyaset cambazlığı bozdu biraz paradigmayı.
Bizimkilerin kızdıkları nokta sadece bu!
“Yani bu süreç işlemeden Fransa neden uçaklarını gönderdi?” demek istiyorlar.
Türkiye’nin müdahil olduğu aşama bundan ibaret.
Şiş ile kebap arasında, ABD’nin askerlerine ne sunacağımız tartışması bu.
O nedenle, bu “hata” tashih edildi.
AB-D’nin Kuzey Afrika’yı karıştırması değil.
30-40 yıldır Arap diktatörleri “demokratik lider” diye yutturması değil.
Onlar vasıtasıyla bölge haklarını en ucuz ve kolayından sömürmesi değil.
Obama’nın daha iki yıl önce Mısır’daki demokrasiye ve Mübarek’e övgüler yağdırması değil.
Demokrasi diye yeni sömürgeci zorbalığı tüm dünyaya yutturmaya çalışıyorlar.
Paradigmanın dışında kalıp itiraz eden Rusya ve Çin var sadece.
Onların hesabı da Afrika ve Ortadoğu’daki kapmak istedikleri sırtlan payları.
Bush 9/11 olaylarından sonraki ilk konuşmasında “haçlı seferi” başlattığını açıklamıştı.
Şimdilerde Libya gündemde ya!
Yine Amerika’dan Fransa’ya, Fransa’dan Rusya’ya kadar bir “haçlı seferi” lafı dönüyor.
Türkiye’ye gelince…
Diplomasimiz hâlâ iç siyasetin etkisinde ve sahte kabadayı görünümünde.
Davos’taki “van münütz” (ne demekse!) krizinden sonra Osmanlı damarımız kabardı.
Mağlup Osmanlı Sultanlarına methiyeler düzenler vardı eski dönemde.
Yeni dönem Babıâli meddahları Davos krizini hükümet tellallığına dönüştürdüler.
Mesele Tayyip Erdoğan meselesi değildi ve anlamsız şahsi çıkışı milli duruşa dönüştürdüler.
Sonra arkasından Mavi Marmara gemisi krizi patlak verdi.
İsrail zerre kadar hakkı ve yetkisi yokken, beynelmilel karasularda Türk yardım gemisine saldırdı. Başbakan aylarca bu olayı gündemde tuttu. Bir tek dümdüz gitmediği kaldı İsrail’e. Tevrat’tan ayetler, Talmut’tan lanetler okudu. Haklı davasını yersiz bir üslup içinde anlamsızlaştırdı. Yetmedi, bunu iç siyasetin temel malzemelerinden biri kıldı.
Sonra Fethullah Gülen Mavi Marmara olayının yanlış olduğunu kendi şahsi hesapları doğrultusunda ifade etti. İsrail baktı, gülümsedi. “Otoriteden izin alınması” gerekiyordu bunları yapmak için. Ve o otorite İsrail’di. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve milleti İsrail’den “izin alarak” zaten her şeyinden mahrum kılınmış, zulüm üstüne zülüm gören Filistin halkına yardım gönderecekti. Ve tabi İsrail’de tebessümle karşılayacaktı. Üstelik Bülent Arınç Fethullah Gülen’in dediklerinin doğru olduğunu ve onun her zaman doğruları” söylediği dil ile ikrar, kalp ile tasdik etti. Yani tek parti iktidarı aslında bir koalisyon gibiydi.
Hâsılı, bu sefer tezkere geçti…
Eğer bu yeni tezkere eski 1 Mart “kahramanlık” tezkeresini iptal etmiyorsa,
Mavi Marmara Gemisi dokuz şehitle döndüğünde onu Kâbe gibi görenler hala yaşıyorsa,
Eskiden kalan bir “diyet” borcunu ödeme amacı taşımıyorsa,
Eğer hükümet üyelerinin gemicilik meraklarını anlatmıyorsa,
Eğer Muavenet Zırhlısının nasıl batırıldığını unutmuşsanız,
Eğer tam Osmanlı’yla Türkiye Cumhuriyeti artık barışıyor derken, Osmanlı’nın sandukasına kurşun sıkanlarla bugünkü Libya’ya “demokrasi” getirenler aynı değilse,
O zaman "Yeni Osmanlı" ile Yeni Haçlılar “medeniyet ittifakını” gerçekleştirdi demektir.
Tezkereniz hayırlı olsun!