Kadın, Şeytan ve ölüm
Musevi geleneğinde insanların ölüm nedeni olarak kadın görülür. Tevrat’a göre, yılan ve kadın aralarında anlaşmışlar ve Adam’ı kandırmışlardır. Yani Musevi geleneğinde kadın, yılan ve ölüm adeta ilk teslisi oluşturur.
Öte yandan…
Tevrat’taki yılan Kuran-ı Kerim’de hiç olmadı. Kuran-ı Kerim’deki Âdem, Tevrat’taki “Adam” gibi hiç, kaşlarını çatıp hatasını Havva’ya yüklenmedi. Âdem’ce, Âdemoğluna yakışır bir usulde kabullendi olanı. Belki de nefislerin ikinci defa mutabakata vardığı nokta buydu: “Biz nefsimize zulmettik. Bizi affet, ey Rabbimiz!” dediler. O “Rab” idi, Rab terbiye eden, eğiten idi ve insanın ilk eğiticisi de oydu.
Tevrat’ın gözlüğüyle Kuran-ı Kerimdeki kadını okumak ayrı bir zulümdür…
Âdem --Tevrat’taki muadilinin aksine-- Yehova’ya adeta kurnazca diklenen ve hatta gizlice onu da suçlayan Adam gibi, “şu senin kaburga kemiğimden yarattığın kadın var ya! O verdi, ben de yedim” (yasak meyveyi) demedi! Kuran-ı Kerim’de İblis vardı, ama kadına iblislik yakıştırmadı Kuran-ı Kerim. İblis olan, iblise uyan erkek, kadın herkesti. Birine yaklaşan, diğerinden ırak düşerdi. Tefsirlere Truva atı gibi giren İsrailiyat kadına reva görülen yeni Cahiliye bakışıdır.
Ve tekrarı vardı olanların…
Çünkü zaman başlamış, süreölçer nazlı nazlı çalışıyordu. Tarih başlamıştı. Zaman bitmiş, tarih başlamış, sınır başlamıştı insan için ve her bitişte bir yeniden başlama, her başlangıçta bir sona yuvarlanma…
Yani zamanı başlatan Allah, tarihi başlatan Havva’dır.
Ve tekerrür ederdi tarih bazen kendini düzeltmek için. Züleyha ve Yusuf böyle çıkar sahneye. Kuran-ı Kerim’deki “Züleyha”, Tevrat’taki Potifar’ın karısı gibi “hadi yat benimle” demez. Aksine Yusuf’un güzelliği üzerinde hem Kuran-ı Kerim durur, hem Züleyha’nın kendisi. Hatta çıkan şayialar üzerine Züleyha kadınları toplar ve Yusuf’u gösterir geçerken. “Bakın da görün!” demek ister, “ona olan aşkımda haksız mıyım?” Ve kadınlar Yusuf’un güzelliğiyle bakışları mıhlanmış bir halde, ellerindeki bıçaklarla parmaklarını doğramaya kadar şuursuzlaşırlar. Züleyha’nın bir gömlek yırtması ne ki!
Yusuf da güzelliği takdir eder. Hatta Kuran-ı Kerim onun da kalbinde hafif bir meyil olduğunu, ama güzelliği takdir hissinin, Allah’ın hakikatine muhatap olmasından dolayı ileri gitmediğini anlatır. Yusuf ceddi Âdem’in hatasını tekrar etmez. Demem o ki, ders iyi verilmiş ve alınmıştır. O nedenle, İslam kültürü Züleyha’ya bir süfliyet abidesi olarak bakmamıştır. Yusuf’a çektirdiklerine rağmen, onun sonradan -kocasının ortadan çıkması ile- hikâye geleneği bağlamında mustarip insan olarak değerlendirmiştir.
Yusuf’u hem kardeşleri kuyuya attırıyor, hem Züleyha zindana. Ama Yusuf’un kardeşleri nefretten, Züleyha aşktan. Zapt edemediği ve uğrunda kıvrandığı tutkuya dönüşen aşktan.
Aşk tutkusuz da olmaz ki! İblisin başlangıçta Âdem’e olan hasedi, kardeşlerinin Yusuf’a olan hasedinden farklı değildir…
Ve aşk Yusuf ve Züleyha olur, Leyla ve Mecnun olur, Ferhat ile Şirin olur. Kerem ile Aslı, Tristan ve İsolde, Abelard ve Heloise, Romeo ve Juliet olarak önce İslam coğrafyasında başlayıp sonra Avrupa ve Asya’yı sarar. Endülüs’e varıp yedi yüzyıl yankılanır ve Amerika’ya sıçrar. Önce dillerden gönüllere, sonra gönüllerden şarkılara akar, sonra kâğıtlara ve perdelere. “Romance” olur, şarkı, şiir olur, “chanson” olur, “lied” olur. 17. yüzyıldan itibaren roman olur, resim olur ve film olur aşk. Hayata her zaman tutunur. İnsanları hayata tutturan unsur olur.
Bugün çoğumuza normal gibi gelen bu tür hikâyeler Batı tarihinde ilkçağ ve Ortaçağ ortalarına kadar görülmez. Bunun sebebi de Troubadorlar (ozanlar) ve bugün adı gitar olan müzik aletleri ile bu kültürün, yani aşk kültürünün Batı’ya özellikle Endülüs’ten girmiş olmasıdır. 12. yüzyıla kadar Batı’da böyle bir anlayış, aşkı, aşığı, maşuku kutsayan bir anlayış yoktu. İsa kültleri böyle evrilir Meryem kültlerine. “Madem bir kadına âşık olmak istiyorsunuz, buyurun Meryem’i sevin demiştir”, Kilise. Hem Aziz Paul hem Thomas Aquinas kadını şeytandan öte görmedilerdi…
Havva tarihsel sürecin hayat annesi…
Âdem’e hem korkuyu hatırlattı hem aşkını, hem şuursuz mutluluk hem şuurla mutluluğu. Şuurdan öteye götüren mutluluk ve şuursuzluk, derin bir şuur anaforuna iten ıstırap oldu. Hem güç hem korkuyu, kabul ve reddi, kovulmayı getirdi. Cennetin tebessümü, cehennemin ağzını açarak sırıtmasından farklıdır elbet. O nedenle İbn-i Arabî’ye göre, “Cennet ve Cehenem aynı hakikatin farklı tezahürleridir.”
Var olmanın hüznüne nispet olarak verilen bir teselli hüsün abidesi, yok olmanın özündeki daire. Yaşamak ve ölmek, ölmek ve yaşamak. Âdem Havva’yı severken, hayatı sevdi. Hayatı severken, ölümün ayak seslerini duydu. Onu her sevmede biraz kendini sevdi, kendinden olanı, kendinde olmayanı. Eros ve Thanatos beraberdi çoğu zaman: aşk ve ölüm.
Kopuşun önce sancısı, sonra teselliye dönüşen coşkusu, sonra hafızaya nakşolunan hafıza ve tarihe dönüşen zamana rücu edişi. Ruh buutunda zamanın hiç kopmayan irtibatı, eksilen rabıtayla tarihe dönüşen ceset. Tecrübe ile hafıza, aktarılan tecrübeyle tarih oluştu.
İlhamdı, mahremdi, ölümdü artık. Mısırda Ishtar, Tammuz, Eski Yunanda Gaia oldu. Havva sevgiliydi evvela, aşkı çeken, ona yeni yön tayin eden unsur oldu. Sonra eş oldu, sonra anne ve kız kardeş ve kız evlat.
Dört temel unsurdan ruh tecelli etti insanda ve insan topraktı.
İnsan toprak, İblis ateş, Havva ruhtan ona dönmek üzere ayrılan ruh. Aşkın coşkunluğu raksa döndü, rakkaseye döner oldu aşk için, semaya açılan elleriyle semazen oldu. Aşkın yaşandığı an zihnen ve bedenen maşukun doldurduğu andır ki, bu nedenle aşk zihne nakşolunan resmin hem zihnî hem bedenî esaret derecesinde göğüs kafesine hapsolunan bir kuşu yaşatmak için var olur. Aşk o ki, aşığın tutkudan dolayı dar gelen göğüs kafesi kendisini tecrit ederek sadece maşuka mekân kılar. Âşık kalkar o zaman, aşk ve maşuk kalır sadece. Aşığın kendini maşuk yerine koyduğu süreç başlamıştır.
Ve kadın sadece anne olunca kadın değildir. Çünkü kadın’ı denklemden çıkarınca tarih de onunla beraber yok olur!
Aşk oluşun gizemi, göğüs kafesini de içindeki kuşla uçmağa vardırmasındadır.
Aşk olsun yeter ki!
Ölüm ne ki?