Osmanlı Devleti “Hasta Adam” dı.
Osmanlı ölüm döşeğindeydi.
Ve aslında Osmanlı’nın ölüm tarihi 1920’ler değil, en az yetmiş yıl öncesiydi.
“Acem Kızı” türküsü henüz yoktu.
İtaat kültürünü İngilizler iyi deşifre etmişti…
1861 yılında Hıristiyan, Müslüman ve Dürzîler arasında savaş oldu, Fransız geldi.
Hıristiyan nüfusun özerkliğini sağlayan bir anlaşmayı zorladı.
Rusları Slav halklarını “kurtarmak için” Osmanlıya savaş açtı.
Yani Osmanlı sırtlan pençesindeydi.
1830’de Cezayir’i Fransızlar, 1881’de Tunus’u Fransızlar ve Mısır’ı İngilizler işgal etti. Süveyş Kanalı gibi, İran Körfezi de 1869’da açıldığında Hindistan ve diğer yerlerle iletişim için İngilizlerin can damarı oldu.
Osmanlı’nın dağılmasıyla Araplar ve Türklerin yolları tamamen ayrılmıştı.
Osmanlı’nın yıkılışına kadar Osmanlı-Türk kimliğine muhalefet üzerine kurulan Arap milliyetçiliği, yönünü Osmanlı sonrasında ülkelerini müstemleke haline getiren Batı’ya çevirmeye başladı. Artık Müslüman Türkler yerine Batılı Hıristiyanlar vardı.
Ağa Han’ın Hatıralar’ında bahsettiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti o zamanlarda iki ayrı özellik gösteriyordu: “Yapayalnızdı” ve “bağımsız kalan tek Müslüman ülkeydi”.
Fransa’nın Suriye ve Lübnan’daki esas işlevi, Ortadoğu politikasının ana ayağı olarak, buradaki Fransızca konuşan ve/ya Hıristiyan olan azınlıkları desteklemek şeklinde oldu. İlk manda yıllarından itibaren bölge halkı Fransızları müstemleke gücü olarak bildi. Paris’te taslağı hazırlanan anayasa taslağı 1926’da Lübnan'a empoze edildi. Oluşturmak istedikleri, meclis ve kabinede esas aldıkları ise dinin inançlardı. Başkan Maronit Katolik ve Başbakan Sünni Müslüman’dı…
Ayrıca ülkeyi daha kolay bölmek, yönetmek için Fransa Suriye’yi, ülkenin dini ve ırki kökenlerine göre dörde ayırdı. Kafası çalışan elitten bir kısmı buna karşı çıktıysa da durum devam etti. Şam'daki milliyetçilerle Dürzîlerin ayaklanması bu durumu biraz azaltan etkiye sahip oldu, ama bu durumda 1930’da Fransa’nın yeni bir anayasasıyla peyda etti. Buna göre, Lübnan gibi Suriye de Parlamenter Cumhuriyet oldu. Tabii bu arada Fransa dış ilişkiler ve güvenlik konularında söz sahibiydi.
Yürümedi tabi.
1932-1937 arasında Lübnan, 1933-1936 arasında da Suriye anayasası askıya alındı.
Fransa mandası olan Suriye’de yeni bir idare tarzı, gümrük uygulaması, tapu ve kadastro uygulaması getirdi. Yollar inşa ederken aynı zamanda Antikalar Bakanlığı kurdular. Suriye ve Lübnan’da Fransız Frank’ı ve hem sanatı hem de ziraatta Fransız tekeli vardı. Kazançlar ise anında Fransa’ya gidiyordu. Yabancı misyoner okulları korumaları altındaydı ve Fransız dili ve kültürü öğretiyorlardı.
Arap çocuklarının öğrendiği tarih, Fransız tarih yorumuna dayanıyordu. Buna göre, Osmanlı sömürge gücüydü ve Fransızlar ülkeye demokrasi getirmişti! Fransa’nın rahatsız olduğu ise, milli bağımsızlık tarafı güçlerdi ve halk özgürlüklerini kısıtlamak için çok çaba harcadılar. İşin ilginç tarafı bu aydınlar bu kavramları Paris’te öğrenmişlerdi. Milliyetçi unsurlara baskılar öylesine arttı ki, 1936’da bir Fransızca bilen Katolik Başrahip Fransız hükümetine bu zulümleri anlatan muhtıra yazmıştı. Hükümet uygulamalarını ağır bir şekilde eleştiriyordu.
Hâsılı…
Ortadoğu'’nun kader çizgisine yazmak isteyenler yeni haritada milletimizin kanını kullanmak istemektedir. Necip Fazıl’ın “yüreğimden kalemime kan çekerek” dediği tarzda Türkiye’den kan alarak Ortadoğu’da yeni etnik eskizler üzerinde oynanmaktadır. Bu süreç içinde, hırsızın katlettiği hane halkı ve çaldıkları bir yana, bir de ev sahibini yargılama küstahlığı da eklenmiştir. Oluşturulan yeni Ortadoğu sömürü planına stratejik mayınlar yerleştirilmiştir. Milletimizin uyuşukluğunun üç durumda aniden tersine döndüğünü unutmuş görünüyorlar: Yuvası, namusu ve Vatanı.
Millet var oldukça, devlet her zaman kurulur.
Gerekirse istiklal marşı yeniden yazılır.
“Korkma!” diye kükreyerek…
İstikbal, siyasal ikbali değil istiklâli esas alacaktır.
Çanakkale bunun canlı timsali olarak hafızalardadır.
Hani unutanlar varsa…