Amerikan Kimliği ve Şeytanları
Başkan G.W. Bush 11 Eylül 1990’da Körfez Savaşını “Yeni Dünya Düzeni” sloganıyla taçlandırdığında iki hususa zımnen dikkat çekiyordu. Birincisi, Soğuk Savaş dönemi, Kapitalist Blok’un Varşova Paktı aleyhine galibiyetiyle sonuçlanmasıydı. “Sovyet İmparatorluğu” “çökmüştü.” Zafer sarhoşluğu ile çöküşü kutlayan Bush’un konuşması, bir yandan da “Amerikan İmparatorluğu”nu muzaffer devlet olarak ilan ediyordu. İkincisi, Osmanlı Devletinin ölümünden sonra İngilizlerin cirit attığı bölgede Amerika, İngilizlerin planlarını kendi askeri ve ekonomik gücüyle yeniden canlandıracaktı.
Benzer bir başarıyı İngilizler Osmanlı çökerken Osmanlı’ya karşı hissetmişlerdi. Osmanlı gitmiş, genelde Batı, özelde Birleşik Krallık akraba coğrafyaları hâkimiyeti eline almıştı. Osmanlı’nın ölümü aslında bir önceki yüzyılda muhtemeldi. Yani, aslında Osmanlı son asrında bitkisel hayat yaşadı. İngilizler Osmanlı’yı Rusya’ya karşı tampon olarak tutmak istemişler ve bu da Osmanlı Devletinin işine gelmişti.
Çarlık Rusya’sına karşı İngiltere Osmanlı terekesi olan ülkelerde Osmanlıyla karşılıklı hacetten dolayı paslaşıyordu. Sonraları bu tasarım ABD ve Ortadoğu ekseni olarak yeniden tasarlandı. Tabii özellikle de petrol ve şeyh zengini ülkelerdi hedef. İngiliz tecrübesinden yararlanarak, ama eski kolonicisi İngilizlerin ötesine bir Ödipus iştiyakıyla geçerek bu tasarımı yapması gerekiyordu. Amaç yine ağırlıklı İngiliz mirası olan İsrail’in suflörlükleri ve mihmandarlığıyla hem enerji kaynaklarını hem de en eski medeniyetlerin kurulduğu “kutsal” topraklarda kendi sömürü düzenini sağlamaktı. Ortadoğu’da her şeye rağmen, Soğuk Savaş döneminde bir paylaşım dengesine bağlı olan Rusya-Amerika arasındaki denge ise, tahterevallinin iki tarafına birden ayaklarını yerleştiren Amerika’nın Yeni Dünya Düzeni “Pax Americana” lehine değişmişti.
Amerika’nın bu planında iki türlü Ödipal kompleks vardı. Eski bir İngiliz kolonisi olan Amerika, bir yandan Eski Dünya ve özellikle İngiltere’den intikam alıyordu. Öte yandan, kömür ve buharlı makinelerle sanayide atılım yapan İngilizlere, petrol enerjisi kullanan kendi sanayi ile de fark atmıştı. Kültürel mirasını bir anlamda İngiltere üzerinden değil, kendi kimliğiyle yeniden tanımlarken, durumu finansal ve hukuksal olarak da kendi lehine çevirecekti Amerika. Bunu yaparken İngilizlerin eski strateji planlarından yararlandı.
“Yeni Dünya” düzeni kavramının tarihçesi bir anlamda, Amerika’nın “Yeni Dünya” olarak etiketlenmesiyle hem de tek kutuplu Amerikan tertipli dünyanın resmi açılış konuşması tarzında ilam etmesiyle ilgiliydi. Aslında, Amerika kuzey ve güneyiyle, sadece oraya giden kâşifler ve müstemlekeciler için yeniydi. Hatta 15. asra kadar giden kâşifleri de olmuştu Amerika’nın. Ayrıca, Aztek, Maya, İnka gibi birçok “Eski Amerika” medeniyetleri Amerikan toprağında binlerce yıldır yaşamıştı.
Buradaki ayrımda esas olan öncelikle coğrafi bir ayırım gibi görünen, ama dini, siyasi ve idari ayrışım yoluyla oluşturulmaya hala çaba gösterilen süreçteki “Amerikan” kimliğiydi. O kimliğin oluşması ve takviye edilmesi de Amerika’nın kendi düşman ve Şeytanlarını tanımlaması lazımdı. Düşman ve Şeytanlar yaratmadan Amerika’nın kendi kimliğini oluşturması mümkün değildi. Amerikan kimlik yaratma ideolojisi farklı asırlarda dini, ekonomik ve kültürel olarak şekillendi.
Amerikan Kimliğini Yaratırken
Amerikan milleti oluşturmak için “Eritme potası” diye sonradan adlandırılacak Amerikan kimliği tanımlama stratejileri, aslında aynı potada yerini alsa da tam olarak erimeyen Amerikalı milletleri, “unity in diversity” ve “diversity in unity” diye formülleştiriyordu. “Three in one; on in three” ifadesiyle “teslis”i çağrıştıran tarzdaki bu millet tanımı, aslında WASP’ın (White Anglo-Saxon Protestant=Beyaz Anglo-Sakson Protestan) kendini pota, diğer etnik ve dini unsurları da erimeleri ve kendilerine katılmaları gereken potansiyel eriyikler olarak görüyordu. Bu alaşımda önemli katalizör ise “fırsatlara”, “özgürlüklere” dair geliştirilen ve yüzyıllarca reklamı yapılan unsurlardı. Her ne kadar bu fırsatların ve özgürlüklerin tadını çıkaran WASP ise de, bu ideolojik propaganda Amerika’ya cazibe katan bir etken oldu.
Öte yandan, dini özgürlüklerini yaşamak için Yeni Dünyaya zor şartlar altında dalgalar halinde göçen Püritenler (Amerikan Protestanları), Avrupa’da baskı görmüşlerdi. Ancak Amerika’ya yerleştikten sonra, bu baskının bir benzerini kendi ana doktrinlerden birazcık da olsa ayrılan Protestan gruplara baskı, sürgün ve yok sayma tavırlarını kendileri sergilemekten geri durmadılar. Avrupa’da cadı avları bitmesine denk gelen dönemde Amerika’da cadı avları vuku buluyordu. Cadı avları daha önceleri ülke içinde iken sonraları okyanus ötesine taşındı.
Salem Massachusetts’de 17. yüzyılda yaygın olan yargılamalar, yargılamadan çok, zaten belli olan cezaları uygulamak için gerekçe oluşturma ve meşrulaştırma mahkemeleriydi. Yani, mahkemeler Amerikan engizisyonları oldular. Sara hastalarından, kadın hastalıklarına maruz kalanlara, yaramaz çocuklardan, dini farklı yaşayan yetişkinlere kadar farklı insan tayfları teokratik yargıçlar tarafından Şeytanla iş birliği yapmak iddiasıyla yargılandı ve mahkûm edildiler. Zaten Amerika 16. Yüzyıldan itibaren gelen göçlerle ve Püritenlerin dini heyecanlarının yüksek olması nedeniyle iki yüzyıl kadar New England kökenli teokrasisinin kurallarına uygun olarak yaşamak zorundaydılar. Eski İngiltere’den Yeni İngiltere taşınan miras bu oldu.
Hem Kolumbus hem Amerigo Vespuçi sonrasında, kıtanın adı hemen Amerika da olmamıştı. Püritenlerin kafasında ve Püriten teokratik hanedanın inancına göre kıtanın adı “Yeni Eden,” “Yeni Kudüs,” “Vaat edilen Ülke” “Yamaçtaki Şehir-Kudüs” “Yeni Zion” ve “Yeni İsrail” gibi Tevrat kökenli ve Yahudi tarihinden alınan örneklerle isimlendirilmişti. Tarihsel olarak Püritenler kendilerini, Yahudilerin Mısır’daki esareti sonunda Filistin’e geçişlerini tekerrür ettiren insanlar olarak görüyorlardı. Yahudiler Mısır’da esaret altında yaşamış ve Musa liderliğinde çölü geçerek vaat edilen topraklara erişmişlerdi. Tarihsel olarak Mısır Yahudi kafasında sürgün, esaret ve zulmün tescilli markası oldu. Her yıl kutlanan Hamursuz Bayramı bu anıyı tazelemek için kutlanmaktadır.
Öte yandan, Püritenler da Martin Luther ve John Calvin gibi Mutezili Hıristiyanlığın önderlerinin fikirleriyle önce Papalıktan ayrılmayı, sonra Anglikan Kilisesini kurmayı hedefleyen politik süreç içinde yaşanan reformlardan tatminkâr ve mutlu olmamışlardı. İnancın bireysel boyutta ve bizzat Kutsal Kitabın okunması, yorumlanmasıyla, Kilise ve papazların etkisi olmadan yaşamak istiyorlardı. Zaten bu nedenle başlarda alaycı bir şekilde onlara “Püritenler” (“tasaffi”ciler), yani Hıristiyanlığı papalıktan arındırarak Kitap doğrultusunda tasfiye yani saflaştırmak isteyen Selefiler anlamında lakap takılmıştı. İnançları arasında “herkesin papazlığı” yani herkesin Kutsal Kitabı okuyup anlamasının mümkün olduğu ve ibadeti yönetebileceği de vardı. Sonradan Amerikan Protestanlığının itici gücü oldular.
Önceleri Sekizinci Henry bu hareketlere kendi kişisel ve milli hedefleri doğrultusunda izin verdi. Ancak Püritenler artık “Anglikan” Kilisesini de yeterince saflaşmış görmemeleri ve onu Roma'daki Papalığın İngiltere şubesi gibi sadece lideri değişmiş, ama özü aynı kalmış gördükleri için beğenmemeleri nedeniyle onlara yaptırımlar uygulatarak baskılara maruz bırakıldı. Akabinde kurtuluşu, o dönemde daha özgürlükçü olan Hollanda’ya gitmekte bulan Püritenler, burada da yeni nesillerin yoldan çıkma endişelerini taşıdı ve yeni çareler aradılar.
Bu sürece gelinmesi asırlar sürmüştü aslında. Biraz geriye gidersek, 12. yüzyıldan itibaren Endülüs Medeniyetinin medrese modellerine göre kurulan Oxford ve Cambridge gibi üniversiteler ve kütüphanelerin eğitimiyle meydana gelen entelektüel kitleler (Hıristiyanlığın önemli akaitçilerinden olan Thomas Aquinas’ın hocası Albert Magnus Endülüs medreselerinde okumuştu ve Arapçayı iyi biliyordu), John Wycliff vb. insanların Kutsal Kitabı Latinceden mahalli dillere çevirmesi, matbaanın 15. yüzyıldaki getirdiği etkilerle yaygınlaşması, ayrıca Papalık güdümümde yapılan haçlı seferlerinin “Tanrı sizinle beraberdir” propagandasına rağmen amacına ulaşamaması, bunun sonucunda Kiliseye ve papazlara olan inancın azalması Rönesans ve Reform hareketlerini hazırlamıştı.
Ayrıca, Kilise gitgide maddi gücünü, topraklarını ve siyasi etkinlik alanlarını kaybetmeye başlamış, Avrupa’nın her iki yakasında iki (Endülüs ve Selçuklu-Osmanlı) Müslüman medeniyetlerinin varlığı Avrupa’nın hareket alanlarını daraltmış, Kilise içindeki kokuşma da artık saklanamaz boyutlara ulaşmıştı. Bu süreç sonucunda ortaya çıkan Protestanlık ve Anglo-Amerikan uzantısı olan Püritenlik Amerika kıtasına, yeni ülkeyle beraber, yeni bir dünya hatta yeni bir Eden’e yolculuğa başladıklarında, Yahudilerin tarihlerini yeni kıtaya giderken ve oraya ulaşmak süreciyle tekerrür ettirdiklerini düşünüyorlardı.
Yeni Dünya ile “Yeni Cennet” kavramı da Püriten kafasında ve yazılarında sıklıkla yer aldı. “Yeni Dünya”, “Yeni Cennet” olunca, tabii olarak bütün değerler dizisi de “cennet ülke” kavramına uygun olarak gelişti. Buna göre, Püriten erkeği “Yeni Âdem”, kadını da “Yeni Havva” oluyorlardı. Olayları Tevratın metni ve geleneğine göre algılayan Püritenler “Tekvin”deki yapının içindeki tehlikeyi unutmamışlardı. Cennet vardı, Âdem ve Havva vardı, ama yılan yani Şeytan yoktu ortada! Püritenler bu problemi çok geçmeden, Yerli Amerikalılara da“Şeytan”ın rolünü vererek tamamladılar. Sonraları bu etnik Şeytan yok edilecek ve yerini dini, ideolojik ve ekonomik ve kültürel Şeytanlar alacaktı.
Amerika’nın Değişen Şeytanları
Amerika’nın ilk “beyaz” asrından beri, Amerikan kültür tarihinde WASP’lar hep “masum” Âdem’i temsil ederken, onun öngördüğünün dışındaki her unsuru da yine --Tevrat'taki Âdemin yaptığı gibi-- başkalarını günah keçisi ya da “Şeytana” dönüştürmek suretiyle bir tür kültürel denklem oluşturdu. Bu denklem hep geçerli kaldı, denklemde değişen, sadece Şeytan oldu.
Önceleri bu Şeytan, kadındı, Yerliler Şeytan oldu sonra, sonra siyahlar, Quakerler, Shakerler, Katolik gruplar, Mormonlar, Çinliler, Bolşevik Devriminden 1990’a kadar Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasında Japonlar ve Almanlar, McCarthy döneminde özellikle “komünistler” ve sendikacılar, kara listeleri yapılan sanatçı ve gazeteciler, yine ve 1960’lardan 1970’lere kadar Maocu Çin, 1980’lerden itibaren ise, İran, Irak ve Libya gibi ülkelerin temsil ettiği “tehdit”ten dolayı önce Arap karşıtlığı, sonraları da 11 Eylül 2001 akabinde ABD’nin en yüksekteki devlet kademelerine kadar kabul gören, meşruiyet kazanan İslam dini ve âlemi oldu. Osmanlı ve İslam düşmanlığı temelleri ise Osmanlı topraklarında açılan okullarda derin derin işlendi. Misyonerlerin okullarda ders verirken bir yandan da mesela Ortodoks olan Ermenileri Protestanlaştırmaları bu sürecin sonucu oldu.
Artık tarihsel olarak Batılı bir dilbilimsel ve kültürel miras olan “anti-Semitizm” yani Yahudi karşıtlığı, yine Semitik bir ırktan gelen, ama Müslüman ağırlıklı kimliğiyle tamamen bir ırk kimliğine bürünen Anti-Arap, sonra Anti-İslam ve giderek Müslüman görünümlü Sihlere kadar varan husumet ve nefret hislerine dönüştü. Hemen her şeyin “seri” üretime girdiği ABD’de nefret de seri oldu. Şehirler seri, T-model arabalar seri, katiller seri, nefret seri, hatta insanlar seri olabilirdi. Düşman da seri üretim hatlarına düştü.
G.W. Bush’un, babası Bush’dan miras aldığı “Yeni Dünya Düzeni”nin daha bariz açılımı “İslam Faşizmi”ne karşı oluşurken, “İslam fobisi” tanımlanırken, aslında İslam dünyası da Afganistan ve Irak sonrasında “şimdi sıra kimde?” türünde sorularla önce Bush, sonra Amerikan karşıtlığını, sonra Batı ve en nihayetinde tarihsel tecrübeleri hali olumlamak ya da açıklamak için kullanmak suretiyle Hıristiyan ve Yahudi karşıtlığını körükledi.
Bu dönüşüm sürecinde Batı dillerinde daha önce var olan ve Yahudileri aşağılamak ve itham etmek için kullanılan “theocide” (“Tanrı” yani İsa’nın Katili, Yahudi) kavramı Nazi Almanya'sındaki katliamlara atfen “genocide” (bir halk veya ırkın katli) kavramıyla bir tarihsel semantik çekime girdi. Başarılı bir kültürel ve ideolojik tasarım, giderek algı yönetimlerinin doruğa çıktığı bir başka alana dönüştürülmüş oldu.
Artık hafızalardaki Anti-Semitizm, Yahudileri değil, yine özelde İbrani kökenli olan Arapları, genelde İse Müslümanları hedef alan bir kin nefret ve Şeytanlaştırma sürecine dönüştü. İlk defa onunla ortaya çıkmasa da, Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” adıyla Foreign Affairs dergisinde 1993 yılında makale olarak yayımladığı tez aslında Amerikan kültür tarihinde zaten var olan, husumet ve öcü yaratmak suretiyle milli kimlik edinme sürecinin akademik formülünü ifade ediyordu.
Amerika’nın ilk tarihçileri olan Püriten yazarların ve daha seküler olarak Amerikan kimliğine gözlemci olarak bakıp anlam kazandıran “Amerikalı Kimdir?” sorusuna cevap veren, Jean de Crevecoeur gibi yazarlardan farklı olan bir şey vardı Huntington’un makalesinde. Daha sonra 1996 yılında kalın bir kitap olarak çıkan kitabında Huntington, makalesindeki tezlerini daha güçlü ve istatistik yeni verileri de ekleyerek yayımladığında kitabın başlığı makalesinde başlığa da eklemeler içeriyordu: Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yaratılması.
Kitabın kapağında Samuel Huntington adının hemen altında Hıristiyanlığı temsil eden Haç, hemen altında Medeniyetler Çatışması ibaresi, onun altında Yahudiliği temsilen Yıldız, onun altında ise İslam’ı temsilen Hilal yer alıyordu. Ayrıca Henry Kissinger’ın “Soğuk Savaş sonrasından beri ortaya çıkan en önemli kitaplardan biri” diye kitaba övgüsü yer alıyordu. Daha ilginci, Uzak Doğu’da farklılıkların dengesini, özellikle cinslerle ilgili dengeyi temsil eden ying-yan logosu yer alıyordu. Hâlbuki kitap karşılıklı dengeleri değil, Amerika lehine onların nasıl yeniden tasarlanmasını gerektiğini ortaya koyuyordu.
Özellikle son tasarımın temsil ettiği kapaktaki anlayış, Huntington’un tezlerine hâkim olan dualistik dünyanın ironik bir açıklaması gibiydi aslında. Huntington, 1960’larda Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen incelemeleri yapmış, 1968’de bir makalede, Güney Vietnam’ın bombalanmasını alkışlamış, 1976 yılında iki akademisyenle Demokrasi Krizi: Demokrasilerin Yönetilebilirliği temalarına değinmiş, 1977 ve 1978 yıllarında Beyaz Saray nezdinde, Milli Güvenlik Konseyinin güvenlik stratejilerine koordinatörlük yapmıştı.
Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimine dair birikimlerini tarihsel, güncel olaylar eşliğinde yeni bir alana taşıyan Huntington, Medeniyetler Çatışması adlı eserinde, bunun ötesine geçmiş, tarih yazıcılığını, geleceği yazmak şeklinde bir öngörüden çok, geleceği şekillendirmede ABD’ye rota çizmeye götürmüştür. Nitekim WASP çıkarları doğrultusunda, Beyaz Saray politikalarına akademik tahlil ve danışmanlıktan öteye giden bir mantıkla, bir stratejik vizyoner, kâhin gibi kabul görmüştür.
Dualistik epistemolojisi Huntington’un dünya algısını kapitalist Batı ve ötekiler, yani potansiyel hasım medeniyetler ekseninde konumlandırdı. Dünyada yedi-sekiz ana medeniyet vardı: Batı, Latin Amerika, İslam, Çin, Hindu, Ortodoks, Japon ve Afrika medeniyetleri. Görüldüğü gibi, Huntington, bugün “medeniyet” zürriyeti kesilmiş görünen durumuna rağmen nüfusu 1,5 milyara ulaşan İslam dünyasını tehdit olarak görmektedir. Ancak bunun yanında, Protestan-Kapitalist algısı Huntington’ı, Kapitalizmi demokrasi ile eş tutma tevilinden dolayı, Çin, Katolik dünyası ve Ortodoksluğu da potansiyel “tehdit” görmeye sevk etmektedir.
Bu tehlikelerin başında tehdit olarak “medeniyetlerin” nüfusları gelmektedir. En büyük tehditler, nüfusu en büyük olan ve dünyanın toplam nüfusunun nerdeyse yüzde sekseninden gelmektedir: (Yaklaşık 1,5 milyarlık İslam dünyası, bir o kadar Çin ve (ve Uzak Doğu kültürü olarak Japonya) ve yine o kadar Katolik dünyası. Yani dünyanın beşte dörtlük oranı tehdit oluşturan medeniyetleri ihtiva etmektedir. Peki, çoğulculuk teorilerini dünyaya sunan Amerika’da, asıl kurucu olan hangi unsurlar kendini garantiye almak isteğiyle toplumun önemli bir kısmını oluşturan Hispanikleri bile dışlıyorlardı?
Amerikan Kim’likleri
Amerikan kimliği konusu çetrefilli bir mesele. Bugün dahi Amerika’da tire’li (“-“) Amerikalılar çoğunluktadır. Mesela, Hispanik-Amerikalı, İtalyan-Amerikalı gibi unsurlar iki kimliklidirler. Geçen nesillere rağmen, her halükarda kimlik kökenini insanlar hatıralarında tuttular. Bunda daha önce gelenlere karşı hissedilen “acemi” göçmen psikolojisi kadar, yeni gelenlerin hem yerleşim yerleri hem ticari ve mesleki alan itibariyle etnik-dini kökenleri benzeşen insanlara yakın olmak istemesi ve bir tür “etnik” dayanışma hisleri etken oldu.
Yani Türkiye’de taşradan İstanbul’a göçler sırasında yaşananlar, Avrupa’dan Amerika’ya giden göçmenler arasında yaşandı. İstanbul’da yaşamaya rağmen, “memleket” sorguları hep taşradaki kökenleri ifade etti. Amerika’da eğer kişi İtalyan kökenliyse, artık İtalyan-Amerikalı, İspanyol kökenli ise, Hispanik Amerikalı, Afrikalı ise Afro-Amerikalı idi. Bu ikili künyenin birinci kısmı kültürel-etnik, ikinci kısmı ise ekonomik ve siyasal olarak mütemmim cüzler oluyordu.
Bu ikili yapının tezahürlerini “New” ile başlayan şehir adlarında da görmek mümkündür. Kültürel hafıza mesela “York” ile tanımlanırken, “New” kısmı bu sefer, “York”ta eksik olan ya da York’dan Amerika’ya göçenlerin elde edemediklerini ya da onlardan esirgenenleri simgeliyordu. Avrupa bütün olarak “Eski Dünya” idi, ama Avrupa’dan gelenlerin yeni toprakları da “Yeni Dünya” oluyordu.
Tıpkı New York, New Hampshire, New England vs. gibi. Yani, bu Amerikan düzeni idi, ama aslında “yeni” olan “eski” olanın kozmetiğini kullanıyordu. Bugün hala en belirgin Eski Dünya özelliklerinden birisi Amerikan hükümet binalarının Roma mimarisi tarzında olmasıdır. Federal ve eyalet bazında bütün binalar birbirinden kopyalanmış, yerel ihtiyaçlara, arsa konumlarına göre değişiklikler yapılmıştır.
Yani, hükümet binalarının Eski Roma tarzı mimari görünümleriyle yakın tarih Avrupa örneklerinden de geriye gitmesi ve klasik Amerikan ev mimarisinde İngiliz “kolonyal” ev modelleri olması, Amerikan üniversite binalarının İngiliz stilinde, ama eski görünümler verilen kırmızı tuğla mimarisinde olması, hem Amerikan akademisinde etkin olan dini yapılara hem de modelin menşeine tarihsel olarak işaret etmektedir.
Amerika ve Kompleksleri
İşte Amerikan kültür ve edebiyat tarihinde hüküm süren mimari ve siyasi tasarımlar Ödipus komplekslerinin bir sonucudur. Atmaya çalıştığı, ama hem dil, kültür ve edebiyat ortaklığı nedeniyle, ayrıca İngiliz hukuk sistemi ve gelenekleri ile bir anlamda modellenen kompleksleri var Amerika’nın. Amerikan tecrübesinin “unique” (“eşsiz”) olduğuna dair efsane ve milli bilinç oluşturma arzularının arkasında her zaman bu eksiklik oldu. Ki bu bilinç yaklaşık Bağımsızlık Savaşı sonrasındaki iki yüzyıl içinde, müstemlekeden çıkıp müstemlekeci olma yolunda atılan bilinçaltında özellikle İngilizlere, ama genel olarak Batı Avrupa’ya olan Ödipal kompleks yansımalarıdır. Yani, Eski Dünya’nın yeni Roma İmparatorluğu olmak özlemi.
Siyasi ve kültürel olarak Amerikan eliti eskiden İngilizlerin tahakkümü altında olan ülkeleri etki ve hükümranlık alanına sokmaya çalışırken, tarihsel bilinci de Avrupa’dan kopya edilen hükümet binaları, katedraller, İngiltere’den satın alınan köprüler, müzelerde sergilenen başka medeniyetlere ait, ama Amerika’nın mülkiyetine geçen eserler ve artık nesli tamamen bitme noktasına gelen Yerli Amerikalıya ait kalıntılara sahip çıkmak suretiyle ve tabii ki popüler kültür unsurlarıyla yapmaktadır.
Bu süreç Amerika içindeki eyaletleri neredeyse birbirinin mahalli kopyası kılarken, küresel anlamda Amerika kendi popüler “kültür” normlarını önce evrensel ve küresel gerçekler haline getirme, sonra tartışılmaz kılma çabasına girdi. Popüler kültür yeme alışkanlıklarından, giyim tarzlarına, film sanayisinden görüntü sektörü ve seçim kampanyalarının tamamına sirayet ederken müzik olarak da kendini klonlayan mahalli örneklerini yarattı.
Öte yandan, Amerika son yüzyılda en çok savaşa girmiş ülkedir. Amerika savaşsız yapamamakta, savaştan beslenmektedir. Bu savaşın birinci safhasında, “frontier” denen süreçle gelen Yerli Amerikalı katliamları; daha sonra “İngiliz Krallığına” karşı Üçüncü George yönetiminden, George Washington dönemine geçiş; Bağımsızlık Savaşı Amerika’nın İngilizlere karşı 18. yüzyıldan beri duydukları tarihsel “kolonyal kompleksini üzerinden atmak; Vietnam sendromlarını unutmak, artık--geçici de olsa--bilardo maçından atılan Rusya’nın eski “Sovyetler” alanlarına yakın üslenme ve ilerde Çin’e yakın olarak konumlanma hissiyatını da bu “Yeni Dünya” düzeni yansıtıyordu. Yani farklı cephelerden bir zapt etme hareketi diğer ülkelerdeki mahalli siyaseti de tasarlayarak devam ede geldi.
Amerikan siyasi ve dini seçkinleri 19. yüzyıl başlarından beri süregelen Protestan Evanjelizmi Ortadoğu ve Uzak Doğu’da politik, ekonomik, dini misyonlarını sürdürmüş ve bu misyonlarının dinamizmini de Amerikan tarihinde kuvvetli bir damar olan “Manifest Destiny” ya da “Providential Design” diye adlandırılan Tanrının Amerika’ya verdiği tarihsel misyonla bağdaştırmışlardı. “Tanrı’nın seçtiği” bir millet olarak faşizme varan bu algı, Yahudilerdeki “seçilmiş millet” kavramından mülhemdir. Hemen her Amerikan başkanının hamaset metası oldu.
Avrupa’nın, özellikle İngiltere’nin Osmanlı sonrasında tahakküm ve sömürü alanına giren ülkelerde Amerika, Güneş Batmayan İmparatorluğun Amerikancası olan ABD imparatorluğunu, İngiliz izleri, etkileri ve yetiştirip bölgeye bıraktıklarıyla devam ettirdi. Kamulaştırma-millileştirme dönemiyle, güya bağımsızlaşan sömürge ülkelerin başına kendi çıkarlarını temsil eden milletlere aşina olan kendilerinden isimler ikame etti. Sömürge valisi gibi hareket eden liderlerin adı artık John, George değildi; Ahmet, Mehmet vs. olmuştu.
Osmanlı’nın yerini kim aldı?
Yirminci asırda Osmanlıdan “istiklallerini,” “ıtıkname”lerini koparan ülkeler, bizzat elleriyle İngiliz boyunduruklarını kafalarına geçirmişti. Dahası, Osmanlı Devleti’nin borç parayla kendi kurduğu Hicaz Demiryolu’nda raydan çıkmasıyla, İngilizler kendi trenlerini raylara oturtmuşlardı. Osmanlı Devletinin diğer vilayetleri de yerli işbirlikçi-özgürlükçülerin yardımı ve tavassutu ve İttihat Terakki’nin yanlışlıkları sayesinde diğer Avrupalı ülkelerin gönüllü müstemlekelerine dönüştü. Bölgemizde 20. Asır böyle başlamıştı. Henüz ortada petrolün harbi kıymeti yoktu.
Bu hareketlerdeki çıkış noktası, illa da Batı sevgisi üzerinden, idealleştirilen “Batı Medeniyeti” hayranlığından kaynaklanmıyordu. Osmanlı artık eski sunduklarını sunamaz olmuştu. Nitekim refahı, gelişmeyi, iktidarı, toplumsal düzeni Batı temsil ediyordu artık. Ne Osmanlı’dan ayrılan--gayr-i Müslimler dâhil—ülkeler ne de Türkiye hâlâ kültürel kimliklerini nerede konumlandıracaklarını tartışmamaktadır.
Refahın ve intizamın temsilcisi değişmiş, dahası kadim kültürden Osmanlı vilayetlerini de soğutmuştu. Osmanlı vilayetlerinin çoğunda, özellikle Abdülhamit sonrasında ihtirası gafletlerine galebe çalan, çaresiz, ama çare de arayan, heyecanları olan, ama heyecanları politik ve öngörü rasyonalitesinden uzak da kalabilen İttihat Terakki yönetiminin uygulamalarına olan küskünlük ve husumet de büyük rol oynadı. Can havliyle eski ihtişamı yakalamak için alınan büyük riskler zaten can çekişen devletin nefesini kesmişti.
Öte yandan, Hasta Adam’a yorgunluk ve aksamalarında, bazen Rusya’ya engel olması için payanda olmayı da siyasi bir strateji olarak uygulayan İngilizler, bu husumet ve küsuf hallerini kendi lehlerine bir zafere dönüştürmeyi bilmişlerdi. Osmanlıyı yine bir Ödipus psikozu içinde algılayan “necip” halkların liderleri, darbe ve kanla yoğrulacak olan topraklarında petrol çerezlerini damarlarına kan olarak çekmeyi düşlerken çıkan petrolde boğulmaya başladılar.
Azerbaycan dâhil olmak üzere—Nobel de orada petrol peşindeydi--petrol zengini ülkeler yabancı petrol şirketleri ve onlara destek olan ülkelerinin bir başka kündesine geldiklerinin anlayana kadar epey zaman geçecekti. Adı “Yedi Kız Kardeş” olan bu petrol şirketleri, ahtapot gibi bölgeyi sardı, hâlâ da çıkmadılar. Çoğu zaman da mahalli ülkelerin adlarıyla petrol kaynaklarını sömürdüler. Yabancı sermayeli Osmanlı Bankası gibi, onlar da mesela İran, Suudi Petrol Şirketi, mahalli ülke adlarıyla faaliyet gösterdiler.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni uluslararası siyasi, hukuki, iktisadi kurum ve kuruluşların oluşmasında veto hakkı olan ancak birkaç ülkenin bulunması, demokrasinin Ortadoğu’ya ne kadar damlayacağına dair planların açık göstergesiydi. Batı’nın ve Rusya’nın tankları dolu ve ucuz fiyata dolmaya devam ettiği sürece, damlayan kan ya da demokrasi olması önemli değildi. “Demokrasi”nin “Demos” (bölge: alelâde halk) kısmı algılama ile semantik bir müphemliği, ama “kratos” (yönetim, iktidar) bir “telosu” (nihai gaye) ifade ediyordu. Demokrasi o zamanlardan beri Amerikan değerlerinin en azizi ve bölgeye aktarmak istediği kimlik uzantısı oldu. Bölgeye gelen her “demokrasi” harabat ve katliamın müstearıydı.
“Demokrasinin” bölgede tezahürü İsrail’in kurulması oldu. İsrail’in, İkinci Dünya Savaşının akabinde 1948’de kurulması ve ardından bölgedeki bağımsızlık ve kamulaştırma hareketleri, geçici olarak endişeler yaratsa da petrolün öneminin ve İsrail’in bölgedeki kazanımlarını artması, 1970’lerdeki OPEC’in petrolü ekonomik gücü yanında, siyasi güç olarak da kullanabileceği tehlikesi, SSCB’nin karşı-çıkar etkisiyle bir nebze dengelenmiş, arada ortadaki türbülanslara rağmen, petrolün dolarla alınıp satılması kısmen teselli olmuştu.
Ancak eski bu tür girişimlerinin ilerde mükerrer hale gelmesi endişesi Batı’da, özellikle Amerika’da politik ruha travma olarak nüfuz etmişti. Benzer bir travmayı Avrupa’da yaşıyordu. Ajda Pekkan’ın, bu sıkıntılı yıllarda “Amaan petrol, Canım mm petrol!” şarkısıyla Eurovizyon şarkı yarışmasında nal toplaması aslında biraz da bu gömülü travmanın su yüzüne oy olarak çıkması nedeniyleydi.
Anti-Amerikan kim’likler
1970’li yıllarda Amerika’ya karşı siyasal olmayan, Amerika içinde olduğu kadar dışında da yankı bulan sivil tepki belki de yine Amerika’lı birinden geldi. İki kimliğin birden diklenmesi böylece oldu: Afrikalı ve Müslüman. Bu yıllarda Muhammed Ali Clay, İslam dünyasının tamamında ve özellikle Türkiye’de tüm tarihi ve haldeki ezikliğin bir Müslüman “kahraman” şahsında zafere şahlanışını simgeledi. O sporcu olsa da, bir sporcudan öte misyon yüklenmiş, güce ve cesarete dönüşüp bir insanda tezahür eden mücahit varlığının toplamını ifade ediyordu. Şuur altında Firavun’un sarayında büyüyen Hz. Musa figürü canlandı. Her ne kadar Hz. Musa, Kuran’da peygamber ve Tevrat’ta Yahudilerin “kurtarıcı” lideri olarak anılsa da, Amerika Mısır imajını devralmıştı. Ve mazlum ve “sürgündekilerin” zulüm ve sürgünden kurtarması için bir lider ihtiyacı vardı. Muhammed Ali ve onu hazırlayan etkenler devreye girdi.
Siyahi İslamcılık
Elijah Muhammet ile başlayan “siyahî İslamcılık” WASP’a karşı gelişen, beyaz olan her şeyi şer gören ve İslam’daki ırkçılık karşıtı motifleri ileri sürerek, onları beyazlara direniş maksadıyla zikreden bir yapıdaydı. Hıristiyanlıktaki İsa ikonalarında var olan renkli gözlü, sarışın uzun saçlı, beyaz tenli İsa temsillerine tepki geliştiriyordu. Beyazların “tanrı ve tanrının oğlu“ diye algıladığı İsa, elbette ki siyahları hakir görmek anlamına geliyordu. İsa’yı siyahî bir figür olarak ikonalara yansıtma faaliyetleri olmuştu. Bu ikonlarda İsa kıvırcık, siyah saçlı ve siyahî bir Afrikalı olarak yer aldı. İsa Ortadoğu havzasında doğmuş, büyümüştü. Normalde esmer olması gerekiyordu, ama siyahî değildi.
Önceleri İsa’nın sözlerinden yola çıkarak, şefkat, merhamet, sevgi ve hak-hukuk beklediler beyazlardan. Olmadı. Beyazların siyahları Hıristiyanlaştırmakta kullandıkları İsa’nın sözleri günlük hayatta anlamsız kalıyordu. Dahası, İsa’nın her sözü mutlulukları bir sonraki “Krallık” dönemine erteliyor, adalet adına yaptırımlar yerine nasihat olarak ifade ediyordu. Marks’ın “din afyondur” sözünü doğrulatırcasına siyahlara tahammül etmekten başka yol görünmüyordu. Siyahların dünyada çektikleri ıstırabın fazilete dönüşmesi temasını içselleştirmeleri gerekiyordu. Elijah Muhammet beyazlara olan nefreti, İslam’ın adaletçi mantığına referanslar yaparak siyahî İslamcılık kimliğini oluşturdu.
Siyahî İslamcılık İsa’yı tam siyahî yapamayacağını anlamış, Hz. Muhammed’in siyahî olan Bilal Habeşi’yi Müslümanların ilk müezzini yaptığını öğrenmişti. İslam’da zaten beyaz-siyah ve kabile asabiyeti mantığı yoktu. Hz. Muhammed’in yapılan bir resmi ve ikonası da olmadığı için ırkî temsil durumu da yoktu. Kureyş Kabilesini de bağlayan “takva” kavramı en üstün kimlik olarak ifade ediliyordu. Ve Veda Haccı Hutbesinde Hz. Muhammed bunu da açık ve net olarak ifade etmişti.
Dolayısıyla, siyahî İslamcılık için yeni bir din ve o dinin “tanrının oğlu” değil insan ve peygamber olan Hz. Peygamber ideal bir lider olmaya başladı. Renklerin üstünde, hayatın bizzat içinde, farklı rollerinin hepsinde en üst ahlak, adalet ve fazileti göstermiş, daha risaleti öncesinde müşriklerin ve hasımlarının bile “emin” gördüğü bir insan-peygamberle tanışmışlardı. Küçük yaşlarda öksüz ve yetim kalmış; davasından, “güneşi sağ eline, ayı sol eline” verseler vazgeçmeyen; ilk vahyi aldığında o endişeli halini bizzat Allah’ı kayda aldığı, hicret esnasında öldürülme tehditlerine bir mağarada gizlenerek aşan; örümcek ve kuşun yardımıyla başaran, yani tanrısal olmayan, çocuklara ve zayıf ve düşkünlere karşı şefkatin son raddesinde; düşmanlara dahi “aman” hakkı tanıyan; öte yandan, gerekli olan zamanda savaşmaktan çekinmeyen bir Peygamber insanı renklerinin ötesinde içselleştirmeye başlamışlardı. Siyahî İslam zamanla böyle evirildi.
1960’larda birazcık olsun rahatlayan siyahî kimlik yeni eğitimli kitlelerle 1970’li yıllarda bir yandan akademi ve TV’ye; bir yandan Kökler: Amerikalı Bir Ailenin Hikâyesi adlı kitabıyla siyahîlere tarihçelerini aktaran Alex Haley ile vicdanlara akmaya başladı. Haley aynı zamanda Malcolm X Otobiyografisi’nin ortak yazarıydı. Onları “Siyah Uyanış” tarzında yazılan nice kitap izledi. Siyah Uyanışın siyasi kahramanı suikasta kurban gitmiş, ama uyanış başka alanlara sıçramıştı. Siyahların beyazlara direnme, “beyaz adamın” dinine de direnme amacıyla başlayan süreç, İslam’ın sırf beyaz olduğu için beyazları şer görmediği anlayışının yerleşmesiyle evirilmeye başlamıştı.
Sahurda uyanırcasına insanların yataklarından kalkıp çocuklarına onun maçlarını izlettiği, ya da radyolardan dinlettiği ve her Muhammet Ali kroşesinde, “kelebek gibi dans eder, arı gibi sokarken” coştuğu yıllardı. Muhammet Ali’nin şahsında tam da tanımlanamayan bir şeye psikolojik baş kaldırı oldu.
Muhammed Ali Amerikalıydı. Ayrıca siyahîydi ve Müslüman’dı. Onun şahsında Müslüman şuurunda güç ve İslam’la özdeşleştirilen iman gücü de şaha kalkıyordu. Bu anlamda Muhammed Ali, 1905’den beri Hıristiyan olmayan ve kendine yakın gördüğü bir devletin Batılı olmadan ve geleneksel değerlerine bağlı kalarak muvaffak olduğu başarının bir başka türlü tecellisini ifade ediyordu.
Yeşil Devrim
Öte yandan İran “bağımsızlığını” 1 Nisan 1979’da Humeyni’nin önderliğinde gerçekleştirilen halk hareketi ile “Batı menfaatlerinin” özellikle Amerikan menfaatlerinin “our guy”ı konumunda bekçisi olan Şah Rıza Pehlevi’nin alaşağı edilmesi geldi. İki yüzyıldır gerileme, parçalanma, istimlâk ve paylaşıma maruz kalan İslam âleminde ve özellikle de Ortadoğu’da adı İslam’la anılan bir cumhuriyeti müjdeleme şeklinde yansıyordu bu “Anti-Amerikan” vaka: İran İslam Cumhuriyeti.
İşin ilginç tarafı, İslam âlemindeki çoğunluğun aksine, İran Şii geleneğin beşiği ve membaı olmuştu. Sünni gelenekteki, “Ulul Emr” kavramı Şii geleneğinin özüne aykırı idi zaten. En azından bu kavram devlet işleri açısından geçerli değildi; dini otorite için itaat ise, iktiza ediyordu. Dahası, Şah Amerika’nın “our guy”ı iken, daha önce hem Türklere hem de Araplara, özellikle de Hıristiyan Araplara “millet” kavramını, ümmetten ayrı olarak öğreten Fransa’da koruma altında yaşamıştı.
Fransızların siyasi himayesinde İran’da oluşan fay hatlarını tetiklemeyi başaran Ayetullah Humeyni, Amerika’nın 1963 yılında “Beyaz Devrim” adıyla Şah’a uygulatmak istediği prensiplerin karşısında olmuştu. O yıllardan itibaren de buna karşı mücadele etmişti. Bazen ülkesi içinde baskı ve sürgün hayatı yaşamış, olmayınca Türkiye ve Irak dâhil bazı ülkelere iltica ve geçici iltica girişimlerinde bulunmuş, en sonunda Paris’te İranlı muhaliflerin yoğun olduğu bir yerde ikamet etmeye başlamıştı. Humeyni ile başlayan devrim, siyasi olarak hem anti-İsrail ve anti-Amerikan hem de anti-komünist nitelikle çıkmıştı; ama asıl mesele iktisadi müstemlekeciliğe karşı dini bir zırhın giydirilmesi oldu.
Humeyni’nin Fransa’dan dönüşünden kısa bir süre sonra gerçekleşen Yeşil Devrim, İslam âleminde, İran’ın Şii geleneğine rağmen, gizli-açık sevince yol açmış ve bir anlamda İslam’ın anti-Batı, anti-Amerikan ve hatta daha özelde anti-Anglo-Amerikan yüzünü oraya çıkarmıştı. Yeryüzünde artık bir devlet İslam’la beraber anılıyordu, Batı’ya başkaldırmıştı, bunu kendi ordusu ve halkıyla yapmıştı ve başarılı olmuştu. Belki kontrollü belki de kontrol dışı olarak oluşan algılar böyle yönetildi.
Yeşil Devrim, Beyaz Devrim’e galebe çalarken, aslında Fransa nezdinde, Avrupa ve Amerika çıkarlarının çatışma alanı da oluyordu. İşin daha da ilginç yanı, Osmanlı sonrasında müstemleke olan Ortadoğu Ülkelerinin dikkati Amerika’nın ideolojik aygıtlarının yaptığı “Yeşil Kuşak” hattında gerçekleşiyordu. Bu kuşağın teşkilindeki amaç Rusya ve Komünist ideolojinin yayılmasına set çekmekti. Enerji kaynaklarının SSCB etkisine girmesi engellenmeliydi. Yani İslamcılık, İslami bir yaşam tarzını esas almaktan çok anti-komünist olmak rotasına yerleşti. Öte yandan, İran’daki durum anti-Amerikan bir eksene oturdu.
Rusya etkisinin, Suriye gibi bazı ülkeler haricinde İslam ülkesinde çok az etki yapması, yine Kapitalist öğretilerinin hem kendi zulmünü unutturmak için dikkat yanıltması hem de komünist ideolojiyle özdeşleştirilen ateizm ve dikta unsurları oldu. Sanki bu ülkeler demokrasiydi, sanki Batılı ülkeler buralardan görüntü olarak çekilirken yerlerine demokrat liderler ikame etmişlerdi, sanki aslında kapitalizmin de çıkışında materyalizm yoktu. Ve hatta sanki Bolşevik Devrimine büyük bir mali katkı Kapitalistlerden gelmemişti.
Suudlar 1987 yılında Mekke’ye hac amacıyla gelen İranlıların devrim ihracı ve liderlik çabalarını görünce iktidarlarının korkusuna kapıldı. Kutsal beldedeki İranlı hacılar ve Suud polisi arasındaki çatışmalarda çok sayıda insan ölmüştü. Vahhabi diktasına yönelik endişelerle, Türkiye laik rejime İran’ın devrim ihracıyla oluşacak tehditten endişelerle uğraşırken, İslam’ı devlet ideolojisine dönüştüren İran, mollalarla sistemli bir tarih ve Şii fıkhı yazma hareketine giriştiler. Öte yandan, Libya gibi bazı ülkelerde, sosyalizmin İslam’daki sosyal adalet kavramını güya tevhit eden Yeşil Kitap doktrini çıkmıştı. Yeşillenmişti Müslüman coğrafya.
Göçebe bir Berberi ailesine mensuptu Kaddafi. Babası ve amcası sömürgeciliğe karşı mücadeleden dolayı uzun süre hapiste kalmışlardı. Kaddafi, öğrencilik yıllarından itibaren siyasetle uğraşmış, 1969 Eylülünde “Özgür Subaylar Hareketi” adlı gizli örgütle birlikte askerî bir darbe sonucu kral İdris’in tahttan indirilmesinde büyük rol oynamıştı. Darbeden hemen sonra Albay rütbesi ile Libya Silahlı Kuvvetler Komutanlığı Devrim Komuta Konseyi başkanlığına getirildi.
Kaddafi devrimden sonra ülkesinde Sosyalist bir rejim uygulamaya başladı. Dış politikada Arap ırkçılığına dayalı Batı karşıtı bir rejimi benimsedi. İngiltere ve ABD’nin Libya’daki üslerini 1970’te kapattı. 1973’te Kültür Devrimi olarak nitelendirdiği bir hareket başlattı. Toplumsal ve siyasi hayatın bütün alanlarında yeni bir örgütlenmeye gidildi. 1977’de ülkenin resmi adı “Libya Arap Halk Cemâhiriyesi” olarak değiştirildi.
İsrail ile barış görüşmelerine karşı çıkarak, Ret Cephesi diye bilinen sertlik yanlısı ülkelerle işbirliği yaptı. Diğer taraftan komşu ülkelerin iç işlerine karışarak, bazı müdahalelerde bulundu. Dünyanın çeşitli yerlerindeki şiddet yanlısı örgütlere destek sağladığını öne süren Reagan başkanlığındaki ABD yönetiminin baş hedeflerinden biri oldu. Halep, Libya Devlet Başkanlığını sürdüren Kaddafi’nin Yeşil Kitap adıyla bilinen eseri 1975 yılında basılsa da bu dönemde şöhret kazandı.
Bu anlamda bakılınca Yeşil Kitap İslam’ı sosyalizmle uyuşan bir mantığa sahipti. Etkisi sınırlı olsa da Türkiye’ye yapılan İran ve Mısır Kaynaklı bazı eserlerin arasında, kulaklarda sedası hoş akseden bir “bedevi” doktrini olarak kaldı. Hâlbuki Kaddafi de Türkiye’yi iyi tanımış ve Osmanlıyı sevmese de onun genetik devamı olan Türkiye Cumhuriyetinin tarihini de incelemişti. Mustafa Kemal’in bazı yaklaşımlarını kendi ülkesinde uygulama yönünde harekete geçen Kaddafi, bu hatıralarının canlılığını bir ara ortaya koydu. Ecevit-Erbakan hükümeti zamanında 1974 yılında gerçekleşen Kıbrıs çıkarması sırasında Amerika’nın Türkiye’ye ABD’nin öncülük ettiği ambargoyu delme cüreti gösterip petrol de göndermişti.
Nedense o dönemde İsrail’e karşı bir araya gelip işgali engellemeyi beceremeyen ve İsrail’in (ilk savaşlarında) Fransızların desteği ve uçaklarıyla gerçekleştirdiği işbirliği ve galibiyeti gösteremeyen Arap ülkeleri, genel olarak Osmanlı kompleksi etkisiyle suskun kalmıştı. Bunun bir sebebi, İsrail’i resmi olarak tanıyan ilk bölge ülkesi olarak Türkiye olması yanında, okutulan ve yayılan Osmanlı aleyhtarı milli kimlik oluşturma propagandalı doğrultusundaki en az iki nesil süren girişimlerdi. Başarılı da olmuşlardı.
Sovyet Mirası
İngilizler, bu dönemlerde Kıbrıs’ta garantör devlet olmasının getirdiği statüyle Türkiye’ye hem kızgın hem de önce Pakistan’ın Hindistan’dan, sonra Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılması “problemleri” ile uğraşıyor, bir yandan elinden kaçırdığı, bağımsızlıklarını 1940'lardan itibaren kazanmaya başlayan ülkelerin, diğerleri için teşkil ettiği kötü örneğin etkilerini azaltmaya çalışıyor; öte yandan, bölgedeki çıkarlarını İsrail ile birleştirerek götürmeye çalışıyordu. Yahudiler hem Almanya’yı tarihten bir süre uzaklaştırma ve hem de tarihsel yüklerden kurtulma amacıyla desteklenmeliydi. Ve bu süreci İngiltere yönetti.
Öte yandan, Varşova Paktının lideri olan Rusya artık, hem işgallerinin hem de işgal sonrası faturaların artması ile kaldıramadığı bir stratejik ve finansman yükünün altında beyaz bayrak sallandırıyordu. 1950’lerdeki Küba Krizi gibi ciddi ideolojik krizlerdeki sıkıntılardan rağmen Rusya’nın BM’de etkin bir veto hakkı olan ülke olması, 1960’lardaki uzay çalışmalarında Rusların öne geçmesi, uzaya ilk aracı göndermeleri SSBC halklarında, Stalin döneminden kalan bazı travmaları hafifletmiş gibi bir görüntü ve gurur okşama etkisi yaratmış, Kapitalist sistem ise teknoloji casusluğu dâhil her yolu kullanarak, Rusya’nın yeni vitrininin neonlarını söndürmüşlerdi.
Amerika bir yandan, Rusya ile ittifaka girmesini engellemek ve SSCB'ni yalnız bırakmak için Çin ile “avantajlı ticaret ortaklığı” anlaşması yapmış, Vietnam sendromunun etkilerini atmaya çalışmış; öte yandan, Molotov’un “dolar emperyalizmi dediği” Marshall yardım planının etkilerini kendine avantaj olarak dönüşecek şekilde, Japonya ve Almanya’dan devşirmeye başlamıştı. Rusların Macaristan’da vs. yaptığının aksine ABD, paylaşım alanlarına hemen tank göndermek yerine “soft power” kullanarak ve akabinde uydulaştırmak şeklinde kontrol alanları oluşturmuş, denizaşırı gemilerin inşasına kendi içinde ülkeyi baştanbaşa saran karayolları ağıyla hemen hemen eş zamanlı başlamıştı.
Ayrıca bölgenin eski amiri Osmanlının devamı Türkiye ve ortak Ortodoks temellerin Rusya’da ki muhtemel etkilerini engellemek için de Yunanistan unutulmamıştı. Truman doktrini bu anlamda, Rusya’ya karşı nüfuz kalkanı oluşturmak için Türkiye ve Yunanistan’a verilen muhafızlık ve muhaberat ücretleriydi. Bu anlamda SSCB işgali endişesini de bir nebze öteleyen anlaşmaydı. Soğuk Savaş sonlarına kadar da önemini korudu. Yani anti-komünist korkular üzerinden kapitalizm sevgisi kimliğe dönüştürüldü.
1990 yılında artık, Komünist Blok tehlikesi yıkılan Berlin Duvarının altında kalmıştı. Kapitalizmin en ironik zafer kutlaması ise, Berlin Duvarından parça parça koparılan asbestli parçaların, albenili paketler içinde Amerikan mağazalarında satışa sunulması oldu. Bunun yanı sıra, yine özellikle Amerika’da raflarda boy gösteren Kızıl Ordu’dan kalma üniformalar, rütbeler, mataralar, çakmaklar, bereler, süngüler de vardı. Onları kapitalizmin fallik gücünü, tarihsel iktidar mücadelesinde, mücadeleyi tahakküme dönüştüren bir göstergeye dönüşüverdi. Amerikan kimliği kazanmıştı. Bu da içerde yoksulluk sınırı altında yaşayan
Amaç Berlin Duvarı veya Kızıl Ordu’nun teçhizatlarını, hatıra değerleri için alıp evlerin bir köşesinde sergilemek değil, zafer sarhoşluğunun, mağlubun neyi varsa talan etmek üzerine kurulu bir sivil ganimetçilik mantığının sosyo-psikolojik yansıması idi. Yine aynı süre içinde Moskova’da açılan ilk McDonalds’ın önünde iki saat kuyrukta bekleyerek “fast” olarak “food” yiyen Rus halkı, tüketime olan susamışlıklarını da Amerikan kolası ile gidermeye başlamıştı. Putin’in kefirle meşhur olması bu süreci yavaşlatmadı.
Orwell’in Animal Farm adlı eseri tarihsel bir hüviyet kazanmıştı. Big Brother hala vardı, ama rejim değişikliği ve boşluğu ve mafyanın maharetleri ile bir kısım insanlar Rusların “Hacı Murat”ı olan Jigüli arabaların yanında Almanya da Romanya gibi ülkelerden giren yeni otomobil hatta ciplerle tanışmaya başladılar. Banka hesapları erise de, artık raflarda eski Rusya dönemi mallarından başka eşya ve yiyecekler de vardı. Uydu ve internet teknolojileri onlara gitgide yeni yeni ufuklar açmış, en azından devletin TV'sinde gördükleri âlemden farklı âlemler olduğunu da fark etmişler ve öykünmüşlerdi. Ancak bu su sefer de gözler doymuş, cepler tamamen boşalmıştı. Vitrinlere yenilerde giren mallar, belki Doğu Almanya’dakiler hariç herkesin bütçesini aşarken, SSCB çoktan iflas bayrağını çekmişti.
Bu açıdan bakılınca, Osmanlı son dönemi entelektüellerinin şaşkınlıkları ve kör hayranlıklarını Rus entelijensiyasında da görmek mümkündür. Halk kütleleri olanları anlamaya çalışırken birden sistemin boşluk anaforunu özgürlük ve demokrasi olarak algıladı. Hâlbuki gelişen sadece tüketim mekanizmaları olmuştu.
Doğu Berlin’de kamyon kamyon ücretsiz dağıtılan ve CNN’de naklen aktarılan muzların arkasından gelecek diğer kapitalist nimetlerin tadını, ellerindeki rubleleri, Alman markına birebir tevil etmek suretiyle, hatta başkalarının rublesini daha ucuz oranlar ödeyerek alanlar SSCB sonrası bu ülkelerdeki diğer bir sermaye yapılanmasının örneklerini veriyorlardı. Bazı yerlerde, ticareti öğrenme aşamasında, “elimdeki çivileri bugün satarsam yarın ne yapayım” diye belli küçük miktarlarda satmakta inatlı bir prensip oluşturan yeni naif kapitalistler, bazı yerlerde de dönüşümün gerekçe ve gidişatını iyi kavrayan ve hatta eski düşman kardeş Batı Almanya’ya ufak Doğu Alman kazıkları atma becerisine ulaştılar.
Aslında daha sonradan Elveda Lenin filminde kendini bulan bir anlayışla, Kapitalizme sadece sınırlar ötesinde değil, sınırlarının içinde de yenik düştüğünü müşahhas olarak yaşıyorlardı. Kapitalizmin bayrağı artık, Moskova’nın tam orta yerinde Ruslara kuyruklarla “hizmet” veriyordu. SSCB halklarının neye uğradıklarını anlamadan Gorbaçev’in Doğu Blok’unu koruma-kollama görevini bırakma açıklaması 1989’da dünya basınında yer aldığında hem içerde hem dışarıda büyük bir şaşkınlık yanında, “neler dönüyor?” türünde soruların ve ihanet suçlamalarının da perdesini aralamıştı.
Artık Glasnost vardı, Perestroyka vardı. Ruslar açılacaktı dünyaya. Şeffaf olacaklardı. Oldular, açıldılar. Ruslar öyle açıldı ki, dünyanın gözünde adeta kükreyince dünyayı sallayan bir güç değil, “kâğıttan kaplanmış” ama “biz bilmiyormuşuz” türünde bir başka yanılsamanın da kapısını aralamıştı.
Dağılışın Ardından
Bu açılmanın bir başka uzantısı da fuhuş sektörüyle oldu: kimisi çaresizlikten, kimi de çabucak kapitalistlerin tüketebilmek için, Kapitalist Avrupa ve Türkiye gibi ülkelere kadınlarla açılmaya başladı. Kapitalist blokta bu komünizmin yaptıklarının, Türkiye gibi ülkelerde de Osmanlının acılarının (Katarina’yla hafızalarda yer alan kolektif erkek şuurunun tetiklemesiyle) intikamını fallik olarak almak şeklinde yansıdı ve artık “Nataşa” Rus Ayşe-Fatma’sı olmaktan çıkarak, Mari Magdalen’in modern çağdaki güncellenmiş ve sarışınlaşmış bir afete dönüşmüştü. Artık her eski SSCB vatandaşı kadın bir Nataşa olarak hafızalarda tanıtımlık bir marka oldu.
Belki de Gorbaçov, perestroyka ile amaçladıklarının bir kısmını, Glasnostla en güdümlü götürmeyi tam oturtamayan sistem değişimi sırasında, sadece muhaliflerini değil, aynı zamanda SSCB halkalarını da yenilgiye sendeletmişti. Eskiden para var, mal yoktu, ama artık mal olmaya başlamıştı ama bu seferde para yoktu. 1990’lı yıllar bu anlamda Rus Halkının nerdeyse “her şey satılık” modelinde bir ekonomik alana kayışının trajik yansımalarını “Rus” pazarlarına taşımasıyla gösterdi.
Ukrayna, Belarus, Çekoslovakya başta olmak üzere, sersefil yeni hayat alanları, hayat kadınlarının seyahat ve tecrübe evrenine eklendir. Ayda eline 50-100 dolar geçen memur ve işçi, hatta sanatçı ve akademisyenler, birden anlamsızlaştıkları dünya içinde, kendilerine sersefil tecrübe fanusları içinde nefes panjurları açmak telaşına düşmüşlerdi. 1986'daki Çernobil kazası Rusların efsanevi uzay teknolojisindeki öncülüklerine ve rekabet gücüne gölge düşürmekle kalmamış, aynı zamanda Uzay’da takılı kalan astronotları dünyaya, Batı’nın yardım tekliflerine rağmen ve onların ölümü pahasına, Komünist gurur ve şerefini ayaklar altına almamak için reddeden Ruslar, artık içten içe kokuşan, ama dışarı sızdırmayan yapının unsurlarını Çernobil’deki nükleer sızıntıyla eş zamanlı olarak sızdırmaya başlamıştı. Hala dünya çapında atletizm ve diğer spor alanlarında reklam için hayattan soyutlayarak yetiştirip yarıştıkları insanlar da bu sızıntıya sargı bezi yapmaktan öte geçmiyordu.
Rusya 1980’lerden beri silahsızlanma antlaşmalarına koyduğu imzalar, arka bahçelerine sunduğu desteklerini azaltma yaklaşımı ve eşgüdümlü olarak başlayan Kapitalist Blokla ticari ve siyasi yakınlaşmasıyla yarıştaki yenilgiyi kabule başlamış, en azından yarıştan çekileceğine dair imzasını atmıştı. Batılı ülkelerin gözünde Gorbaçov, adeta bir demokrasi kahramanı olmuştu. Aslında içten içe, Batı Kapitalizmi, onu İspanyollara Aztek ülkesinin anahtarını teslim eden Montezuma’dan farklı değildi. Konquistador İspanyol generali zahmet çekmeden adeta beklemedikleri bir kolay zaferi kucaklarında bulmuşlardı. Geleneksel SSCB ekonomisinde hâkim olan ağır sanayi ağırlıklı ve dağınık ağlar içindeki ham madde-üretim yeri-dağıtım yapısını ve devlet finansmanı ile yürüyen üretim mekanizmalarını halka ve ticarete dönüştürmekte aciz kalmış, kendine yetme ve Kapitalizme gösterme amacını yeterli görme, yani kendi halklarını mutlu etmek değil, Batıya gözdağı verme ve antlaşmalarıyla başlayan süreçte dişleri bir oranda sökülmüş ve Gorbaçov Dönemi açılırken saçılmayı çöküşe hazırlayan bir dönem oldu.
Hâsılı, aslında bir asır önce İngilizlerin şekillendirdiği coğrafyada, bir asır sonra Amerika vardır. O zaman Osmanlı’dan çalmışlardı. Bugün de Türkiye Cumhuriyetinden çalma çabası var…