Shakespeare’in aynı adlı eserinde Hamlet şöyle der: “Danimarka ülkesinde kokuşmuş bir şeyler var!” Aslında her şey güllük gülistanlık gibidir. Bir tek babası eksilmiştir dünyadan. Ama Hamlet, kokularını alır bir çürümenin. Çürüyen devletin kokusunu.
Danimarka'da geçen oyunda, Prens Hamlet’in, kral olan babasını öldürdükten sonra tahta geçen ve annesi ile evlenen amcası Claudius'tan nasıl intikam aldığını anlatılır. Oyun kişiler arasında bir taht kavgasından ibaret gibi görünür, ancak konu aslında bir devlet düzeninin içindekilerle beraber yok oluşudur.
İşte böyle…
Bireylerin hayatında öyle anlar ve milletlerin hayatında öyle asırlar vardır ki, onların varlıklarını sınar, potansiyellerini atıl olmaktan çıkarır, faal olmaya zorlar. Zorlar insanları, metanetlerini ölçer. Öylesi zamanlar insanların kültürünü, inancını ve hatta bizzat insanlığının özünü sınar. Her türlü değer metalaşır, duygunun iffeti eprir, fikrin namusu pelteleşir, ümitler tükenir. Beklentiler karşılığında, inancın izzeti paspas olur ayaklar altında.
Liyakat, adalet ve hakikati esas almayan toplumlarda önce tuluatla başlayan süreç zamanla maskeli baloya, sonra trajediye evrilir. Gaflet evhama dönüşür, emniyet şüpheye... Sadaret ayağa düşer. Hürriyetin zihinlere ve daha zihinlerdeyken hapsedildiği, Sokrat’ın baldıran zehiri içtiği, Hallac’ın derisinin yüzüldüğü, İsa’nın bilmem kaçıncı kez çarmıhta inlediği zamanlardır. Hamlet’in, babasının ölümünden sonra yaşadıkları da böyle anlardır. Kim’lerle yüzleşme zamanıdır; parçalanmış aynada kim’se olduğunu görme zamanıdır.
Türkiye’de Hamlet’in ilk sahnelerinde ifade edildiği gibi, “kokuşmuş” bir şeyler var. Kokan, kokuşan, kokuşturan ve fakat belagat kozmetikleri, maskeli balolar, siyaset çalımlarının gizlemeye çalıştığı ve fakat gizlenmeyecek kadar kokuşan bir şeyler.
Peki neden?
Öncelikle, halkımızda adı konulmamış bir yabancılaşma hissi hâkimdir. Birey, topluma ve devletine yabancıdır. Devleti ve toplumu, kendi dışında varlıklar olarak gören birey, devletten veya toplumdan bir şey kopardıkça mutlu olmaktadır. Bireylerin, “toplum” diye girdiği bahislere bakıldığında, toplum hep kendinin dışındaki bir heyuladır. Kendisinin hep dışarıda olduğu vehmiyle algılar olayları Türk insanı. Toplum, ona şöyle etki etmiş, böyle engel olmuştur.
“Devlet” bahislerinde yine benzeri bir müptezelliği görmek mümkündür. Kendinden bir parça olan ya da olması gereken devlet hem hasımı olur hem de ironik bir şekilde her bireysel sorunu da çözmesi gereken bir mutlak varlık olur. Böyle olunca bireyler--apartman ve site yöneticisinden, trafik polisine, zabıtadan belediye başkanına, parti başkanından başbakana kadar uzanan--bir zincirleme tepkime içinde kendini, yönetim silsilesinin anaforlarına teslim etmekte ve olanları seyir ile yetinmektedir. Birey topluma, toplum devlete, devlet hükümete, hükümet de Allah’a havale eder sorunları.
Türkiye’de insanlar oylarını iyiler arasında daha iyiyi değil, daha az kötü gördüğünü seçmek için kullanır. Bu nedenle başarılan değildir yeniden seçme gerekçeleri, “ötekilerin” daha başarısız olacağı propagandasıdır. Çalışır da…
Bu mantık ikbal zamanlarında “has” evlatlarını refah ve mutluluğu paylaştırır. Buhran zamanlarında ise, “pis” evlatlarının tamamını sıkıntıyı kaşıklamaya ve fedakârlığa çağırır. Küçük tanrıların ara sıra yükselttiği sesler ise, doğru olan-olmayan kavgası değil, orta boy tanrı olmaları önündeki engellerden dolayıdır. Hâlbuki sadece hak istenirse arsızlık, sadece sorumluluk yüklenirse zorbalıktır. Devlet şaşkın bir şekilde ya şamar atmak ya da şamar oğlanı arasında bocalar. Şamar atacağından dayak yer, kendine hizmet edene de şamar atar.
Dahası, milletimizin kolektif manada bir bilinci yoktur. Kolektif bilinç, hem özgürlüklerin hem sorumlulukların paylayışımı ifade eder. Hem birlikte fikir üretimi hem de güç birliği edip işler başarmaktır bu bilinç. Bilinç ise, bilmekle ilgilidir. Bilmek bu toplumda, genelde duyulanlardan ibarettir. Duymak ve duyduklarına uymak bir gelenektir. “Sokaktaki insan” öyle bellemiştir.
“Sokaktaki insan” tercüme bir ifadedir. Sokağın anlamı Türkçede nedir ki?
Türk halkının sokakları genelde pistir, evlerinin içi ise temizdir. Bu bir değişmez gerçek olarak kanıksanmıştır da. Kendisini sadece evinin içindeki temizlikle yükümlü görür insanlar. Batılı ülkelerde ise, sokaklar tertemiz, ama evlerin içi genelde pistir. Türklerin özgürlük alanı sokaklar, yollardır. Oralarda, evde kadınların koyduğu ve sorumlu olduğu medeniyet kurallarını yıkmanın tadına varırlar. Hatta tuvaletler kadar sokaklara da yazı yazma eğilimleri aşkın bir haldedir.
Çünkü sokaklar devletindir…
Türk insanı evdeki eş ya da anne kadının koyduğu titizlik düzeninin acısını, sokaktaki özgürlükle telafi eder. Rip Van Winkle’daki Rip karakterinden her Türk erkeğinde bir iz vardır. Batılılar ise, “pisletme özgürlüklerini” kamu alanlarında kullanamazlar. Arabalarını kirletirler, evlerini de temiz tutmazlar. Arabaların ve evlerinin içinde özgürdürler. “Alamancılarımız” da işbu nedenle Almanya da filan titiz davranırlar kurallar konusunda. Ancak “memleketin” gümrük kapısından adım atınca birden rahatlama ve gevşeme başlar. Babanın otoritesinden, “anne” vatana sığınmayla yavaş yavaş rahatlık damarlara yayılır. Kendi evlerine girince yine bir nizama uyum gereği hissederler. Sonra sokağa çıkınca, Türkün sokakla imtihanı başlar…
Türk siyasetçisi de böyledir aşağı yukarı. O, Türkiye’de otokrat babadır; Türkiye dışında özürlenen afacan çocuk. Dışarıda iken başkalarının koyduğu kurallara uyar ve dönünce kurala uymayı “medeniyet” ölçüsü olarak anlatır. Kendi ülkesinde ise, kuralı bizzat yıkmak bir “erkeksi” kimlik olur. Dışarıda “medeniyet” kıstasına bakar, içerde “erkeklik” esası vardır. Bu ülkede kural, kuralları koyan ve uygulaması gerekenler haricindeki “halk” için geçerlidir. Hani arada pohpohlanan, ama aslında oyları ve vergisi haricinde pek de bir anlamı olmayan halk var ya…
Ortadoğu’nun tarihsel geçmişinde diktatör ve mehdi her zaman iç içe bulunur. Birine sarılır insanlar can havliyle, karşısına diğeri çıkar. Kolektif şuurun işletilmediği coğrafyada, şuuraltı devreye girmekte, o da korkuları, korkular karşısında başarısızlıkları, önce kendine, sonra başkalarına güvensizliği beraberinde getirmektedir. Milletimiz birine ya da birilerine havale eder düşünme meleke, hürriyet ve gücünü, sonrasında devrettiği güç karşısında kendisi hayrete düşer. Ona düşen sadece uymaktan ibarettir. Mehdi’yi ondan dolayı bekler. Bir çırpıda kendi adına o halledecektir her şeyi. O bir “deus ex machina”dır…
Orta Doğu çok uzun zamandır asi olmanın faziletlerini, itaat etmenin rahatlık ve miskinliğiyle takas etmiştir. Ondandır ki mehdi görünümlü nice diktatör görmüştür. Onun için diktatörden kurtulmayı da yine mehdi görünümlü başka birine havale eder. Sonra suçlamalar ve yanılsamalar arasında zihinsel mekik başlar. Bireysel düşünme ancak o gibi zamanlarda, harikulade durumlarda ve içgüdüsel olarak devreye girer. Çoğu zaman da geç kalınmış olur veya tepkisellikle malul bir başka hatalara yol açar. Hazırda günah keçileri vardır her zaman…
Sonuçta, karamsarlık vehimleri her türlü tayfıyla beraber tecelli eden bir değişken “ulu l-emr” silsilesine gözlerini diker. Öğrenilmiş çaresizlik, öğretilmiş korkularla birleşir ve bir çobana sığınma hissiyle marine eder, bir kahramana, mehdiye ya da Allah’a, kendi yapması gereken her türlü işi havale etmeye sevk eder insanları. Ne devletin ne hükümetin iyisi yoktur. Devlet ve hükümet ancak “biz” iyi kullanabilirsek iyidir.
İyi çobanlar olduğu zamanlar işe yarar gibi görünen bu süreç, aslında çobanların insafına bırakılmayacak kadar önemlidir. Alttan yukarı etkileşime dönüşmesi, devamlı denetlenmesi gereken ve fakat gerçekte üstün altına tahakkümünden öte gitmeyen psikolojik ve ideolojik bozukluklara omuz vermektedir. Tepedeki çatının kendisini yağmurdan, kardan koruduğu düşüncesiyle hareket eden bu zihniyet, çatının aslında kendi hücre ve bedenlerinin üzerine kurulduğunu unutmaktadır. Ölüm korkusuyla felçli bir hayata razı olmaktır sonuç. Omuz veren bu halktır, sırtında hamallığını yaptığı insanlar ve aygıttan şikâyet eden de.
İdare halkın iradesiyle yön bulur ancak, sızlanmalarıyla değil. Fakat gücü elinde tutan hiçbir siyasi yapı, onun mekanizmalarının “öteki” kişi ve topluluklara hizmet etmesini istemez. Uygulama alanındaki “tapılanlar” ve teorik olarak yapılanlar arasındaki fark halkın idare anlayışını yansıtır! Nerde kalmıştık? Hamlet’e dönelim biz gene…
Hamlet’i oyun boyunca, kitaplar okurken görürüz. Sartre’ın Bulantı’sını bulsa okur muydu bilmem, ama sanırım kokuşmanın kokusunu aldıkça belki kitabın ruh haline kendisini o da kaptırırdı. Koku hafızası, kokular ve kokuşmalar gitse de epey bir süre kendi içinde onları devam ettirir. Parfüm ve deodorant reklamları ondan mı çoğaldı ki?