Milletimiz en az iki yüzyıldır savunmadadır.
Bir koluyla kafasını yağan taşlardan korumaya çalışıyor.
Diğer koluyla gözü bağlı yol bulmaya çalışıyor.
Ama buna rağmen, tökezlemelere rağmen yerinde saymıyor.
Ricat da değil bunun adı artık.
İnadına rakibine doğru hamle yapan bir cüreti var.
Bu çok yönlü savunmanın en büyüğü kültürel ve ideolojik savunma olageldi.
Savunmanın bir kısmını, “İslam ümmeti” adına biz yüklendik.
Çağladık, durulduk, kokuştuk, ağladık çağlar boyu.
Çağlar tahterevallide milletlerin yerini değiştirdi.
Karanlık Çağlar sadece Avrupa için geçerliydi.
Müslümanların en parlak çağları ise, Avrupa’nın Karanlık Çağlar’ına denk gelir.
Osmanlı’nın en parlak zamanı 16. yüzyıldı, malum.
17. yüzyılda duraklama oldu.
18. yüzyıla gerileme damgasını vurdu.
19. yüzyıl ise Osmanlı’nın çöküş asrı oldu.
20. yüzyıla Osmanlı’nın sarkması, Osmanlı’nın gücünden olmadı.
Uluslararası siyaset bazen destek verdi suni solunuma.
Sonunda ise, solunum hortumunu çektiği gibi, hançeri de beraber sapladı Osmanlı’ya.
Osmanlı Devleti geriledi.
Müslüman ülkeler geriledi.
19. yüzyıl bu gerilemenin artık zirvede olduğu zamanları ifade ediyordu.
O dönemler İslamlığın bilimde, felsefede, ekonomide, devlet idaresinde geri olduğu belirgin hal almıştı.
Renan gibi filozoflar bu gerilemeyi İslam’a yordular.
1883 yılında Cemalettin Afgani’nin Ernest Renan'a cevabı geldi.
Renan'ın İslam dininin ilmi gelişmeye mani ya da kapalı olduğu yönündeki ifadelerine karşı verilmişti. Afgani’nin iddiası ise aslında ilmin İslam’da olduğu, İslam’ın hem Kur’an ve hem de hadislerle ilmi teşvik ettiği yönündeydi.
Bu mülahazaların özündeki siluet ise, kaynakların ne dediği ve o kaynaklardan beslenen insanların ne halde olduğuna dair oluşan bir kültürel vakumun tarihsel izdüşümü idi. Bir anlamda, yaklaşık bir yüzyıldır askeri, siyasi, ekonomik, kültürel ve sanatsal anlamda yaşanılan gerilemenin getirdiği savunma psikolojisinin ilmi ve dini sahaya yansımasını tarihsel bir çerçeve içine yerleştiriyordu Afgani.
Avrupa’ya karşı yaşanan bu psikoloji sadece Osmanlı’nın değildi. Aynı zamanda bütün Müslümanların endişe ve tedirginlikle izlediği bir savunma, yeni ve en son cephenin kaybedilmesine yönelik kimi endişeleri de beraber getiren bir dil geleneğini teşkil ediyordu tedricen.
Bu dilin adı ürkeklik, kültürel fay kırılması, kendinden, kültüründen şüpheydi.
Renan’ın iddialarını zahiren ve haklı olarak reddeden ve fakat aynı zamanda zımnen teyit eden hayranlık ve düşmanlıkla karışık sosyal-psikolojinin mücessem haliydi bu. Hayranlık veya imrenme ile karışık bir kıskançlık, belki bütün entelektüel çevrelere ve hatta Devlet-i Ali’nin en üst kademlerine kadar sinsice sirayet etmişti aslında.
Sadece zaman ve mekâna göre bu karmaşık duyguların alaşımlarının oranlaması değişiyordu. Eczacıya göre mütemmim cüz şekil alıyordu. Doktor hem çok, hem de yoktu.
Eskiden dil hem lisan hem de gönülü ifade ediyordu.
Şimdilerde ise zilleti, gafleti, şaşkınlığı…
Önceki dönem Topkapı’nın dönemiydi: Osmanlının en mücella dönemlerinde yapılmış sade, süzülmüş bir mimari, amaçlara ve ihtiyaca göre--lükse olmadan--hitap eden, gerek görüldükçe genişletilen, Boğaza hâkim tavrıyla mağrur bir saray: Şecaatin sarayı, Devletin sarayıdır. Ağyara hükümran, halkına hadim devletin sarayı.
Sonraki ise Dolmabahçe’nin tavrıdır.
Mimarisi ve mimarı yabancı, borç parayla ve Osmanlı’nın çöküş döneminde yapılmıştı. “Tepelerin kartalı” olmayı değil, denizin dudağından tutmayı amaç edinen denizle lebalepti. Sefahatin ve lüksün, haramzadeliğin eseriydi. Sütunların altından yapılan ısıtmasıyla Topkapı’ya nazaran çok daha heybet ve teferruata sahipti. Sultanın sarayı oldu. Halka değil ona ve avanesine hizmet için yapılmıştır.
Koskoca bir alem, onca kıtaları nallarıyla hallaç pamuğu gibi atan,
Kargılarını semaya sütun yapan alem,
Hakka tapan alem,
Adaleti mabet yapan âlem,
Issız adaya düşen Robinson gibi, alabora olan gemiden bir şeyler kurtarıp bir kulübe inşa etme telaşındaydı.
Üstelik sürek avcıları ona Robinson’luğu bile çok görüp onu Cuma’nın konumuna sokmak istiyorlardı.
El-Hamra çoktan vaftiz olmuştu.
Granada yerle bir.
Tek bir kükremeye hasretti millet.
Topkapı’dan Dolmabahçe’ye tenzili rütbe ile inmişti devlet ve milleti indirmişti beraberinde...
Devlet-i Âli, Bab-ı Âli ile cedelleşmedeydi.
İlim öğrensin diye Fransa’ya giden nesiller, siyaset erbabı olarak geri dönmüşlerdi.
Kimisi İslamcı, kimisi Türkçü veya Turancı, Kimi Osmanlıcı, kimi de Batı’cı idiler.
Osmanlı paldır küldür gidiyordu artık.
Ve 16 Mayıs 1916’da bir anlaşma yapıldı gizlice İngiltere ve Fransa arasında.
Rusya’nın rızasını da almışlardı.
Anlaşmayı yapıp ülkelerine bilgi veren biri Fransız diğeri İngiliz iki subay vardı.
Sykes-Picot Anlaşması…
Ve bu anlaşma Osmanlı’nın ölüm fermanı oldu.
Balkanlar gitmişti zaten.
Araplar bir yana düştü, Türkler bir yana düştü.
Dahası Arapları da kendi aralarında ayrı ayrı devletlere böldüler.
Bir masa bir harita, bir kalem ve iki kafa yeterli olmuştu.
Demem o ki…
Artık Renan’ı aşmak lazım.
Sadece onu değil…
Sykes ve Picot’ı da.