Uykuyu öldürmek
Fikir ve edebiyat geleneğinde “uyku ve uykudan uyanış” teması her insanın yaşadığı bir mutat eylem, ama aynı derecede çarpıcı sembolik çağrışımlarıyla bir anlatı mecazı olarak ortaya çıkar. Özellikle felsefî, dinî, ideolojik devrim veya dönüşümlerin, yaşanan kişisel değişimlerin, ihtida ve irtidat hadiselerinin, kimlik değişmelerinin, yani bir “gerçek” silsilesinden, bir ruh ve bilinç ikliminden diğerine evirilme ya da ulaşmayı ifade etmek için kullanılır.
Her inanç ya da siyasi görüş genel anlamıyla bir ideo-(=düşünce sistemi) ve loji (=logos=söylem ve mantık silsilesi) manzumesine sahip olduğu için, X ideolojisi bir uyumayı, X’ten Y ideolojisine geçiş ise uyanışı ifade eder. Tersi de aynı derecede doğru olabilir. Fecrin kazibine kanarak sadık ufuklara uyandığını sanmak böyle bir şeydir. Karanlığa alışan, karanlıktaki gerçekliği görmeye alışan göz retinası, aydınlığa ani çıkışlarda aciz kalır da, karanlıktaki kadar bile görmez olabilir ışıkta ve ışıkla.
UYKUNUN KORUNAKLIĞI
İnsanların hayatındaki karanlık ve ışık ilişkisine dair en eski felsefî kuram Kadim Yunanda ortaya çıkmıştır. Eflatun’un Devlet’inin yedinci kitabında “mağara” alegorisinde iki tür ışıktan bahseder Sokrat: (1) mağarada yanan kütüklerden çıkan alevler ve (2) mağaranın dışında olup içeriye huzmeleri sızan, ama ancak mağara dışındaki insanların gördüğü güneşin ışığı.
Eserde, çocukluktan beri birbirlerine zincirle bağlı mahkûmlar, içinde yaşadıkları mağara-zindan ve mağarada yanan bir ateş vardır. Mahkûmların yüzleri mağaranın duvarlarına dönüktür ve arkalarında yanan kütüklerin alevleri değişen boyutlarda yüzlerini döndürdükleri duvara vurmaktadır. Dışarıdaki güneşin aydınlattığı alandan mahrum olan insanlar sadece bedeni mahkûmiyet yaşamamaktadırlar.
Bedensel olarak mağara onlara zindandır, ama oynaşan gölgelerin gerçekliğini tek gerçeklik sanmaları onları zihinsel bir başka zindana sokmaktadır. Öte yandan, mağara dışındaki onlara kapalı gerçeklik, mağaranın ağzında tecelli eden haliyle bile onları korkutmaktadır. Mağaranın karanlığı, korunaktır bazen insanlara. Mağara, insanın içindeki mağara ile birleşince, insanın kendi içine yerleştirdiği bir güvenlik ve huzur mecazı olduğu kadar, şuuraltına dair mekanizmaları da ifade eder. İç içe geçen mağaralar artık, birliktelik hissiyle, ortaklaşmalık vehmiyle kendi hayat alanlarını oluşturur.
Çok insanlı bir mağaradır bu mekân artık; kendi içine kapanık, dışarısını öteleyen ve ötekileyen, ancak o şekilde var olabilen. Kendi gölgelerinde tezahür eden gerçekliğiyle bir cemiyet ya da cemaat tasavvurudur. Işık, aslında yerde yanan kütüklerden gelmektedir; ne ki, mağaradakiler başka ışık görmedikleri için, bütün evreni mağaradan, tüm ışığı kütüklerden ibaret saymaktadır. Hem mağaranın darlığı hem de alev etrafındaki birliktelikten kaynaklanan mağara aidiyeti ve dayanışma hissi, yanan kütüklerin ömrünce avuntularını devam ettirir. Uyku ile uyanıklık arasında varlığını sürdüren bir zindandır mağara. Uyanış acı verdikçe, uykuya aşerir insan. Uyku bir başarı, zafer sahası olarak kendi mantığını oluşturur artık.
Her gerçeklik iddiası, bir karanlığa karşı olma iddiasıyla yola çıkar ve kendi karanlıklarını oluşturarak, aydınlık iddiasını gerçekleştirmek ve pekiştirmek ister. Ortadaki uçurumun karanlığı, karşıdaki aydınlığa zıplamaya engel olabildiği gibi, aydınlığa ulaştığına dair vehim de kendince bir karanlıktan ibaret olabilir. Nikos Kazancakis’in Günaha Son Çağrı romanı, “Tanrının oğlu” İsa’nın artık şeytanı alt ettiğini sandığı anda kendini kaptırdığı sarhoşluğu ve zafer yanılsamasını konu edinir. Zafere ulaşmışlık duygusu aslında yenilgi vesikasını imzalamıştır.
Bunun başka örnekleri de var. Aeschylus’un Oresteia’sında on yıl süren Truva Savaşının muzaffer komutanı olarak evine dönen Agamemnon, kazandığı zafer, feda ettiği onca değerden sonra bizzat kendi evinde ve karısı Jocasta ve aşığının hançerleriyle hayata veda eder. Aynı şekilde, Shakespeare’in Julius Caesar’ında Sezar, kahraman Roma ordusunun muzaffer komutanı olarak evine döner, ancak Senato binasında dost hançerlerinin bedeninden akıttığı oluk oluk kanla uyanır gerçeğe; “Sende mi Brütüs?” demle yazılır tarihe. Kudretin zirvesindeki uyku sonrasında Sezar, zaferlerine rağmen ölüme çakılarak uyanır ve yeniden uyur başka boyutta.
UYANIŞIN ALDATICILIĞI
Uyanış, mutlaka boş, amaçsız ve “ideal” olmayandan, gaye yüklü, hedefe kilitlenmiş ve ülkü eksenli bir anlayışa terfi anlamına gelmez. Bakış açısının derinlik ve istikametine göre, aynı tür bir dönüşüm, bir tür tenzili de ifade edebilir. Ayrıca, insanın tercihleri kendince daha uygun ve daha hayırlı saydığı yönde olacağı için bu tercih--süreç-sonuç değerlendirmesi bir yana--ister vehim, isterse fehim veya uykudan uyanış olduğu kadar, bir uykudan diğerine geçiş anlamında olsun, kendi gerekçelerini zaten yaratmıştır. Bu açıdan bakılınca, mesela bir Hıristiyan’ın hidayete etmesi, Müslümanlar zaviyesinden bir teşerrüf ve terfi hadisesidir; hâlbuki Hıristiyanlar açısından, bir karanlığa saplanmayı ifade eder. Öte yandan irtidat eden bir Müslüman (diyelim ki Hıristiyan olsun) bir tenzil ile “tezelzül” (zillete düşme) ile muhatap olmuştur.
Bu tür dönüşümlerin farklı tezahürleri olabilir elbette. Kimi ateistler de, o zamana kadar var olduğuna inandığı bütün değerleri inkâr sürecinin sarhoşluğu ile kendini bütün değerlerin üstünde, onlara müstehzi edayla “gafiller, siz hala uyumaya devam edin bakalım!” tavrıyla kendini mutlu hissedebilir. İnanma, onun için esareti ifade ederken, inanan için inanç mutluluk ve hatta asıl hürriyetin temel unsuru olabilir. Aynı ateist bir değer silsilesini inkâr etmekle, Allah’tan bağımsız bir düşünce sistemi içine girdiğini, artık “dehasıyla” her sınırı aşıp bütün engelleri tepelediğini düşünürken, bizzat bir başka insanın inşa ettiği zihin ve söylem zindanına kendini gönüllü zincirlemiş olabilir.
Her mekân ve zaman diliminde insanlar bazı zincirleri kırarlar; ancak, yenilerini kendileri imal ederek, hatta aynı zinciri eriterek yeniden gönüllü olarak kuşanırlar. Hegel’in ifadesini kullanırsak, her “anti-tez” mutlaka bir “tez”e karşı tutum ifade etmez. Aslında her “antitez,” “tez”de var olan sorunların ruhunu devam ettirir. Ortaçağda Kilisenin, Katolik taassubundan, Aristocu taassuba geçişi böyle bir şeydir. Halkaların birleşim noktaları ile geçirildiği zihin hücreleri farklıdır. Ortaçağ’da Kilise; sonrasında Aristo tartışılmaz olmuştur.
İdeolojiler de farklı değildir. Marks’ın kırmak istediği kapitalist zincirler, Marksçıların teşkil ettiği yeni zincirlerle ikame edildi. ABD, Bağımsızlık Savaşı sonrasında Büyük Britanya zincirlerini kırdı; “yerli malı” zincirleri --vergisini alarak-- kendisi imal ettirdi. Bolşevik Devrimi sonrasında Rusya, Çarlık döneminden kalan zincirleri kırdı; lakin eski monarşinin zincirleri yerine yeni Oligarşinin zincirleri geldi. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan miras kalan sosyo-kültürel zincirleri kırarken, kendi idari ve bürokratik zincirlerini oluşturdu.
İster dini ister seküler olsun bu anlatılarda temel olan unsur bir değişim veya dönüşümdür. Emile Zola’nın Germinal adlı eserinde de bir sembolik uyanış vardır, ama bu uyanış yarım kalır ve işçi devrimi ertelenir. Bu uyanışın gerçekleşmesi ise, maden işçilerinin maden sahibine yani burjuvaya başkaldırısının direnişten devrime olan gidişi olacaktır. Kitabın kahramanı kıvılcımını başlattığı devrimin söndüğünü görünce bölgeyi terk etmek zorunda kalacaktır. Onun uyanışı “proleterin” uyuduğuna dair düşüncelere olmuştur.
UYKULARDAN UYKU BEĞENMEK
Peter Shaffer’in Equus (1973) adlı tiyatro eserini Türkiye’de sol kesimin sahiplenmesi, tercüme etmesi, sahnelemesi ve izlemesi bu bakışın bir modern yansımasıdır. Eserde bir psikiyatrisin, atlardan nefretle kafasını bozan bir çocuğun patolojik tavırları altında bir Hıristiyan karşıtlığı yatmaktadır. Türk solunun İncillerdeki öğretilere kindar bir intikam duygusuyla, İsa’yı temsil eden atı kör ederek yaklaşan Ödipal “kahramanı” sevmesi, Hıristiyanlığın doktrinlerini eleştirdiği için değildi. Solcu aydınların doğrudan yapamadıkları şey aslında, özelde İslam’ı, genelde dini eleştirme işini, gölge oyunu taktikleri ve Şarka özgü dolaylı anlatım stratejisinin “Batıcı” müsteşrik mantığıyla kullanmaktı. Bu şekilde bir bağımsızlık anıtı dikmişlerdi kendilerince, ama aynı kesim Marksçı ya da Marks’ça sistemleri hiçbir zihinsel, kültürel filtreye ve eleştiriye tabi tutmadan içselleşirdi.
Diğer yandan, “dindar sağ” kesimin sahiplendiği Minyeli Abdullah (1967) adlı romanımsı anlatı, yıllarca hem matah bir romanmış gibi okundu, hem de film yapıldı. En çok okunan “roman”lardan olan eser, Mısır’ı mekân seçen, ama aslında Türkiye’deki “dini baskılara” karşı duran bir “Allahın kulu”nun hayatını, suya sabuna dokunmama çabasıyla anlatıyordu. Zincirleri kırmak amacıyla yayımlanan roman, okuyucu kitlesinde yeni zincir hücrelerini oluşturmakta başarılı oldu. Sonuç olarak, okuyucu kitlenin sevdiği zincirsizlik özlemi değil, kendine zincirleri kurmak şeklinde ortaya çıktı.
Yahudi geleneğinde ilk uyku hadisesi Tekvin bahsinde geçer. Ağırlıklı olarak ikinci babta işlenen konuda, Yehova (ya da Tevrat’ın Priestly gibi değişik varyantlarında “Elohim” veya “Adonai”) altı gün boyunca evrenin çeşitli unsurlarını yaratır ve sonra bir bakar ki, “iyi işler” yapmıştır! Hemen her şeyin eşini yaratırken, birden hatırlar ki Adam’ın (Âdem) eşini yaratmamıştır. Adam (“dem” ve “adem” sözcüklerinin ikisini de çağrıştırmaktadır) yani “ish,” yalnız hissetmektedir. Ona uygun “bir yardımcı” yaratmak ister. Bunun için cerrahi bir operasyon gerekmektedir. Adam’ı yatırıp uyutur ve o uykudayken, kaburga kemiklerinden birini çıkarır ve onu sonradan adı “Eve” olacak “ishah”a yani kadına dönüştürür. Adam uyandıktan sonra bir “yardımcı” çıkar karşısına. Sonrası, ağaçtan sarkan çatal dilli yılan ve dünyaya atılıştır.
Adam’ın uyanış sonrasında fark ettiği durum, bir yandan kendi yalnızlığının bittiğini ifade eden bir varlığın ortaya çıkması; diğer yandan, onunla beraber ortaya çıkan problemdir. Daha önce cennette yalnızlık haricinde derdi yoktur Adam’ın. Eve yaratıldıktan bir süre sonra, Eden cennetindeki yılanın teşvik ve aldatmasıyla, daha önce yasaklanan “iyilik ve kötülük bilgisinin ağacından” yer. Sonra Eve, Adam’ı teşvik eder meyveden yemeğe; Adam da yasak meyveden yer. Dolayısıyla Adam’ın uyku sonrası içine uyandığı gerçek ve kadınla içine doğduğu gerçek, yasak olunan alanın ihlalidir.
Bu iki uyanış da Adam açısından iyi sonuçlar doğurmamıştır. Ya Eve’siz cennet, ya da cennetsiz Eve tercihleri arasında, yani uykuda kalmak ve uyanmak arasındaki süreçte tercihini—velev ki sehven de olsa—Eve’den yana yapmış, Eve de Yehova’nın “bu ağaçtan yemeyin, yoksa ölürsünüz!” buyruğuyla değil, yılanın teşvikleri doğrultusunda tercihini kullanmıştır.
İşin ilginç tarafı, Tekvin’de Yehova’nın değil, yılanın dediği ki doğru çıkar: Adam ve Eve, meyve yemelerinden sonra ölmezler. Ancak biyolojik olarak ölmeseler de masumiyetlerinin ölmesi, bir anlamda diğer türlü ölüme matuf bir mecaz olarak karşımıza çıkar. Artık Adam daha önce olmadığı şekilde, zamanın akışına tabi olarak hem yaşlanma hem de ölümle mukadder olacaktır. Lilith’ten sonra Eve’de artık itaatsizlik etmiş ve kadın yılanla özdeş olmuştur.
Her ne kadar, nesil silsilesi ile soyu devam etse de, Adam ve Eve ve ondan sonraki çocukları ölümü tadacaklardır. Bu ölümcüllüğün sebebi de önce Yahudi geleneğinde—mesela, Sirach’ta—sonra da Hıristiyanlıkta “kadın” olarak anılacaktır: “Bir kadından sadır oldu günah ve onun yüzünden ölmekteyiz hepimiz.” Ve bu uyanış Eve ile olmuştur.
Eve “Havva” ile aynı kelime kökünden gelmekte olup “hayat” anlamındadır. “Hayat”ın başlattığı bir ölüm süreci ise uyanışın anlamı. Bilincin maliyeti, bilincin mahiyetinden fazla olmuştur. İbrani geleneğinden yer eden bu Batılı algı, örtülü Batıcılığın dilinde destan olmuştur. Batılıyı bile Batı’nın ürettiği ataerkil mantıkla alt etmek isterken, farkına varmadan bilim adına ataerkil şovenliği bilimsel veri sananlarca kutsanmıştır. “Fıtrat”ın tanımını bile Batı’nın “bilimsel” verilerine göre yapan neo-İsrailiyatçı totemcilik, ideolojinin “pozitif” sandığı verilerini kullanırken, “nesnellik” zavallılığına itaat ettirmek gayretini göstermekten geri durmamıştır. Kendi fıtratını “tek ideal” fıtrat gören kadın ve erkek modellerini ancak kendi Makyavel prensipleri doğrultusunda resmetmeyi âdet edinmiştir. Eski Kilise geleneğinde yer alan mazoşizm türleri, sadizm şeklinde kadınlara giydirilen bir başka “âdet” olmuştur.
Âdet demişken, Yahudilikte erkeğinde kendini “kadın olarak yaratmadığı için” tanrıya şükretmek hem geleneğin hem de dinin bir parçası olmaktadır. Kırklarına kadar kadın--bir anlamda menopoz süresine kadar--Yahudi geleneğinde kutsal kitabını eline almamalıdır. Ta ki bu anlayışa göre, kadın “cinsellikten” arınsın ve yaşlanmanın getirdiği unsurlardan dolayı bilinçlenme olmasın. Olursa da artık bu bilinçlenme zararsız olsun!
Yani İsrailiyat mantığında Kutsal Kitab’ın kendisi, hem seçilmiş ırk olan Yahudiler ve diğer kavimler arasında hem de zaten seçkin erkekle, seçilmeyi bekleyen kadın için tayin edici olmaktadır. Kitapla kadının bizzat buluşması, kadının bilgilenmesi ve bilinçlenmesi anlamına gelir--ki zaten Tevrat’ta cennetten kovulma bu yüzden olmuştur. Kadının bizzat okuma ve anlama çabası, onun çözücülük yapacak olan haham ya da kocanın sultasından çıkması ve kendine ait bir anlama ve hüküm alanı oluşması demektir. Bu da hem ruhban ve ataerkil yapıların tarumar olması anlamına gelir hem de kadının uyanışıyla erkeklerin tehdit edilmesi demektir.
Bu algı sisteminde Tanrı’ya uyanış, kadının tanrılaşan ataerkil yapıya diklenmesi olacaktır. Oysa kadının varlık nedeni, sistemi kontrol değil, sisteme nüfus yetiştirmek olmalıdır. Ataerkil yapıyı ataları karıştırmak da işin cabası. Ataerkil olmak için erkek olmak gerekmiyor, ataerkil yapıların en iyi hizmetkârları yine kadın olmaktadır. “Karı” olmakla “kadın” olmak arasındaki farkın ortaya çıkması, “kadın”ı ancak“karı” olunca değil, insan olarak zaten değerli bir varlık olmasına mümkün kılacaktır. “Koca” olmadan erkek nasıl varsa, “karı” olmadan kadının anlamı da aynıdır. Bu da “eş”leştirme öncesinde varlaştırmadan geçmektedir. Cehalet vesikasını itaatin bereketine tahvil çabası kadim zamanlardan beri var olmuştur.
Her ne kadar Yahudilikte doğan çocuğun annesinin Yahudi olması onun da Yahudiliğine vesika sayılsa da, bu ikilem anneye atfedilen bir kutsallıktan değil, babanın tespitinin çok zor olmasından kaynaklanmadır. Yahudi geleneğindeki ilginç bir husus da içselleştirilmiş bu şüphenin varlığıdır. Hz. Meryem’in Hz. İsa’ya hamile olması, özellikle Yahudi “âlimlerin” şüphesini çekmiştir. Hem Hz. Yahya hem Hz. Meryem şüphe altında bırakılmak suretiyle, onların namuslarına dil uzatılmış ve daha sonra “Tanrının Oğlu” İsa ve/ya Hz. İsa’nın getirdiği tebliğin sıhhatini sorgulanmış, şüphe anaforuna fırlatmışlardır.
Böylelikle “ticarethane”ye dönen Tapınak ve Hz. İsa’nın Yahudileri bizzat kendi dinlerinden deliller sunarak eleştirmesi, hilelerini—mesela Sabbat gününde (Cumartesi) meşgalelerine devam ederek, ama bunu da inkâr ederek-- yüzlerine vurması Yahudi “âlimlerde” onun tebliğini geçersiz kılmaya itecektir. Ki bunu beceremeyince Romalı hükümdarı tahrik ederek İsa ve Havarilerinin üstüne, Roma’nın siyasi gücünü kullanarak yok etmeye çalışmaları bu nedenledir.
Neticede, Hz. İsa beklenen “Mesih” değildir çünkü Yahudilerin aksine kutsal mekânlara giren ticaret işlerine karşıdır. O’nun krallığı bu “dünyada değildir,”Hz. İsa’ya göre. Ama Yahudiler bu açık seçik mesajı bile çarpıtarak yerel Romalı mülki amire götürüp Hz. İsa’yı Roma’yı tehdit eden bir siyasal güç olarak anlatırlar. Sonra havarilerden Yahudi kökenli olan birisi de satın alınacak ve onun ihbarıyla Hz. İsa ve havariler zulümlere maruz kalacaktır.
Yahudilerin hilelerine uyanış bir anlamda böylece ertelenmiştir. Avrupa’da asırlarca sürecek olan anti-Semitizmin kökünde bu tarihi olay yatmaktadır. Hz. İsa’nın (İncil’e göre) çarmıha gerilmesi, tarih ve ticaretin ahtapotlaşan siyasi güce dönüştürülmesinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı, her ne kadar Hz. İsa Arami olsa da, Yahudilere verilen lakap “theocide” yani “Tanrı katili” olmuştur. Bu kavram 1940’larda ciddi bir belagat oyunu ile sözlüklere giren “genocide” ile yer değiştirmiştir. Dilbilim raylarında yapılan makaslama ile Yahudiler hem mazlum ve masum olmuş, mazlumluğunun da ticaretini yapıp ticari-siyasi kazanca tahvil etmişlerdir. Netice olarak bu durum, bizzat zalimlik yapmakta kullanan bir gölge oyununa dönüştürmüştür. Gerektiğinde, hem mensuplarını hem de dünyayı uykuya gark eden bir gölge oyunu. Her oyun ancak bir gerçeklik illüzyonu içinde uykudan öte gerçeklik kazanır; Yahudi-Hıristiyan ilişkileri de böyle olmuştur.
UYANIŞA DOĞRU
Roma ve Hıristiyanlık ilişkisi de ayrı bir konu. Hıristiyan geleneğindeki en önemli uyuma hikâyesi “Efesli Yedi Uyuyanlar” (EYU) diye adlandırılan yedi gencin hikâyesidir. Bu hikâye genellikle Hıristiyanlıkla özdeş tutulmuştur, Romalı Desius ya da Theseus dönemine tekabül ettirilir, ama Hz. İsa öncesi döneme ait bir hadiseye atıfları kuvvetle belirgindir. Yahudilikten ayrılan bir kol olan uzlet içinde yaşamayı gaye edinmiş “Çileci Essen Kardeşliği”ne dair referanslar çoktur. Onlardan kaldığına inanılan ve Kumran Ölü Deniz yazılarında deliller bulmak mümkündür.
Bu hikâyeden devşirilen temayla yazılan başka eserler de olmuştur. Mesela bunların en belirgin olanı Amerikalı yazar Washington Irving’in “Rip Van Winkle” adlı hikâyesidir. Ki bu hikâye Alman edebiyatındaki “Uyuyan İmparator” efsanesinden ilhamını almıştı diye bilinir. Diğer taraftan bir varyantı da “Uyuyan Prenses” masalıdır.
Kur’andaki “Ashab-ı Kehf” ile EYU hikâyelerinin birleştiği nokta, uyanış hadisesinin tam bir dönüm noktası, bir milat olmasıdır. İnançları yüzünden baskı ve zulümlere maruz kalan inananlar topluluğu üç asırlık bir uykuya yatarlar. Uyku onları hem zalimlerden hem de muhtemel bir katliamdan korurken, içinde uyudukları mağara onlara ikinci bir ana rahmi işlevi görür; Rahim’in onlar için yarattığı bir rahimdir bu. Kehf suresinde şöyle işlenmektedir: “Ey Rabbimiz!” demişlerdi, “bize katından bir rahmet bahşet; ve içinde bulunduğumuz şartlar ne olursa olsun bizi doğruluk bilinciyle donat!” Biz de bunun üzerine mağarada onların kulaklarını yıllarca kapalı tuttuk. Sonra onları uyandırdık ki geçen sürenin iki bakış açısından hangisiyle daha iyi değerlendirildiğini gösterelim” (10-12).
Kefh Ashabı uyandığında değişmeyen sadece inanç, bilinç ve fikir dünyalarıdır; daha önceki ceberut idarenin etkileri kaybolmuş, daha rahat ve mutlu olabilecekleri yeni bir asra yeniden doğmuşlardır. Uyku onları zamandan ve zamana hükmeden bütün zararlı kişi ve şeylerden korumuştur. Geçen zamanı onlar da fark etmedikleri için, değişikliği uyandıklarında içlerinden birini şehre yiyecek bir şeyler almaya gönderdiklerinde fark edecektir. Çevre değişmiş, vaktiyle kullandıkları para tedavülden kalkmıştır. Paranın burada tefrik edici unsur olması önceki ve sonraki iktidar dönemi ve alanlarını ayırması ve iktidarı temsil eden bir amil olması belirgin bir durumdur.
Öte yandan, EYU’dan mülhem “Rip Van Winkle” da uyku yirmi yıl sürer ve bu geçen zaman içinde Winkle’ın zerre kadar katkı ve gayreti olmadan, müstemleke olan Amerika bir “bağımsız” cumhuriyete dönüşmüştür, etrafta seçim kampanyaları vardır. Winkle için en önemli olan değişiklik ise, uyuduğu zaman sürecinde nefret ettiği karısının ölmüş olmasıdır ki, derinlerden gelen bir “ohh!” sesi bunu ifade eder. Dolayısıyla Tevrat’ta Adam’ın uykusuyla gelen kadın, onun cenneti kaybetmesine neden olan kadın, Winkle’ın uykusuyla tekrar tarihe karışır ve Rip’in cehennem olan hayatı cennete döner. Hikâyede Dame Winkle hem İngiltere nezdinde idari zorbalığı, hem de EYU’dan aldığı ilhamdan dolayı dini zulmü temsil ettiği için, onun gidişi bütün baskıların da yok olması anlamına gelmektedir. Ve hikâyenin tamamı, hem eşinden hem de İngilizlerden alınan zımni bir intikamın dışa vurumu olarak ortaya çıkar.
“Uyuyan Prenses” hikâyesi ise önceki varyantlarından farklı bir temayı işlemektedir. İdeolojik ve inanç temelli reflekslerden uzak olan hikâyede, yine de otorite problemi ve onunla çatışma, Elektra kompleksini yansıtmaktadır. Üvey anne ile kızı arasında sıkışan bir baba figürü hem sevginin ve otoritenin temsilcidir. Onun sevgisini tek başına elde etme amacında olan ikinci eş, üvey kızından kurtulmak isteyecek ve ona şirin görünüp daha sonra ortadan kaldırmak suretiyle ve sevgiyi hem de otoriteyi eline alacaktır. Onun hilesiyle uykuya dalan prenses ise, elma mecazıyla aslında rüştünü ortaya menfur üvey annesine rağmen koymak isteğinde olan kızın, zımni başkaldırısını imgeler. Yıllar sonra prensin busesi ile uyanması, rüşt yaşını tamamladığı anlamına geldiği gibi, onun iyi niyetine binaen hem ona hem de ülke halkına bahşedilen bir prensle olacak, uykudan hem prenses hem de ülke halkı uyanacaktır.