Güncellenen Mesih’i beklerken Türkiye
Türkiye’de gelecek on yıla damga vuracak siyasî, iktisadî ve diplomatik yapının, sadece içte oluşan dinamiklerle açıklamak imkânsızdır. Arap Baharından çok öncelerin başlayan bir Türk Baharı var ortada. Metotlar farklı çalıştı sadece. Davutoğlu’nun bizzat ifade ettiği gibi, Arap Baharı öyle twitter ve facebook kanalıyla bir araya gelen gençlerin yaptığı eylemler değildi. Küresel Karadulun derinlerden gelen bir operasyonuydu. Sonuçta İsrail’i rahatlatan bir toplu durum ortaya çıkardı. Olaylar Türkiye’nin “görünürlüğünü” artırsa da bir meçhule kürek çeker vaziyette bıraktı.
Hem devletin sıkletinin hafifliği, hem de küresel Karadulun ağırlığı bir araya gelince Dışişleri Bakanına yapabilecek fazla bir şey kalmıyor. Dün İsrail’in zindanlardan salıverdiği Filistinlileri Türkiye’ye davet etmek, Libya’da “NATO” güçlerinin harap ettiklerini toparlama çabası, Suriye’den kaçan muhaliflere kucak açarak iltica ülkesi Türkiye olabiliriz. Somali’ye yardım meselesi de bunun bir tezahürü oldu.
Bırakın özür dileme-diletme peşrevinden galip çıkmayı, Türkiye İsrail’den parası ödenen Heronları bile teslim alamadı. İsrail’i ikna edemeyen hükümet, ABD’den Predator alacağı müjdesiyle Türkiye’ye döndü.
Bu arada nasıl bir restleşme ise, Obama ve Erdoğan arasında geçen bir olay basına sızdırılarak yeni bir kahramanlık öyküsü çıkarıldı. Obama Türkiye’nin İran’ı koruduğunu söyleyince, Erdoğan’da ABD’nin de İsrail’i koruduğunu “şaka yollu” ifade etmişti. Yani el elde başta, durmak yok yola devam! Savaş’a bile katılmayan Sultanı “fatih” ilan eden Osmanlı meddahları gibi, medya sıkılganlık öksürüklerinden cihat narası çıkarıyor.
Yörünge stratejisi izlemeye devam edecek gibi görünen Türkiye, merkez üssü olma çabalarında başarısızlıklarla karşılaşmaktadır. Cüretkâr çıkışların, daha çok iç siyasetin seyisliğini güçlendirmeye yönelik olduğu ve maalesef dışarıda özürlenmelere dönüştüğü aşikârdır.
Türkiye’nin stratejik yörüngesinde olan ülkelerle olan ilişkisi, duygusal bir “katarsis”le sınırlı olarak kalmakta, bu durum da Türkiye’ye diplomatik faydadan çok yeni yükümlülükler getirmektedir. Türkiye hâlâ haklı olduğu konularda bile davasını, mahkeme reisiyle değil, mübaşirle müzakere etmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin Bosna-Hersek’teki varlığı buna delalet eden durumlardan biridir. Onca karşılıklı sevgi ve bağlara rağmen Bosna’daki Türk varlığı belagat semalarında uçuşmaktadır.
Anlaşılan o ki, Dışişleri, dış ticari ilişkileri artırma çabasına yönelik olarak çalışmaktadır. Diplomatik başarıların en büyüğü, hükümetin halka gösterdiği çok diplomatik tavırdır. Hükümet hâlâ, iç siyasette gebe kaldığı grupların nasıl olup da hükümet başkanı üstünde ve hatta zıddına bir söylemle, kendince bir diplomatik güç olma çabalarını anlamaya çalışmaktadır…
Kabul, ticarî ilişkileri artırma çabalarında—denge Türkiye aleyhine olsa da-- ötelenmiş bir küresel siyasî güç olmak arzusu yatmaktadır. Öte yandan, murat edilen siyasî gücün ticaretten çok üretimle olacağı ve --demokratik ilkelere bağlı-- askerî güçle mümkün olduğu unutulmamalıdır. Sağ koluyla sol omzunu yumruklayan bir mantık, ülkenin gücünü ancak azaltacaktır. Sivrisinek avlamaya tankla gitmenin ülkeye yararı değil, zararı olmaktadır.
Uzun vadede hedeflenen ışıltılı hedefler var: Osmanlı Devleti’nin “Frenklere” terk etmek zorunda kaldığı coğrafyada bıraktığı nal izlerini cilâlamak ve tarihte serpilen “çil çil kubbeler”in zaman içinde ne kadar su sızdırdığını anlama çabası…
Kısa vadede ise Türkiye’nin, Osmanlı terekesi ülke halklarıyla—Filistin üzerinden-- ruhsal titreşiminin, bölge ülkelerinin yöneticilerinde bir tehdit algısı yaratması kuvvetle muhtemeldir. Zaten, seçilmiş de olsa, sömürge artığı hanedan uzantısı da olsa, bölgede bir tür diktatörlük hâkimdir. Yönetimler kendi meşruiyetlerini, ürettikleri korkular üzerinden güvence altına almaktadır. Halkların ise yönetimler karşısında temsilleri yoktur. Halkların duygusal desteğini alan ama yönetimlerin kösteklediği bir Türkiye imajı var karşımızda.
O halde, meşruiyet endişelerinin bu sürece ket vurma ihtimali var. Kelebek etkisi dedikleri türden. Tarihsel miras, bölge halklarının içinde bir köz olarak durabilir, ancak yönetimlerin korkusu zaten bu közlerin kendilerine sıçrama endişesi olacaktır. Tavşana kaç tazıya tut tarzındaki yönetim stratejilerinden dolayı, bölgedeki halklar ve yönetimler ayrı tellerden çalan bir kakofoniyi silahların katılımıyla terennüm etmektedir. Filistin meselesi bu açında bir turnusol testi de yapmıştır…
Türkiye’nin geleceğini güvenlik ve enerji politikaları yanında, uluslararası ittifak isteklerine yönelik endişeler ve kültürel kamplaşmalar oluşturacaktır. Enerji ve güvenlik açısından bağımlı olunca da, ülkenin gelişme endeksi ve dinamikleri de buna endeksli olarak artıp azalacaktır.“Yalnızlık” sendromlarına yenilmeden, yalnız başınalıkları yaşamak gerekmektedir. Ticaret yaparak, ama devleti yabancı şirketlerin ticaret ortağı görmeden…
Önümüzdeki yıllar, Türkiye’yi (1) bir taraftan önünde açılan imkânlar açısından, (2) ülke bütünlüğünü tehdit eden dinamiklerden dolayı izlediği klasik “bekle gör”cü denge politikasından ya da “görmezden gelme” politikalarından farklı tutumlara itecek, “kazan kazan” politikalarına yöneltecek ve aynı zamanda büyük kaybetme risklerini de artıracaktır. Ama belli olan bir şey var ki Türkiye “küreselleşme” ve “Yeni Dünya Düzeni” içinde kendini Cumhuriyet döneminin belki de --hem kazanma hem de kaybetme açısından--en riskli döneminde bulacaktır.
“Bekle görcü” diplomasiden görücü bekleyen diplomasiye geçiş yaptık. Dışarıda Yunanistan’da iflas eşiğine gelmiş bir hükümete rağmen, Kıbrıs ve Ege’de Amerika-İsrail işbirliği ile petrol arama tahrikinde bulunan Güney Kıbrıs Hükümetinin tavırları komik karşı ataklarla karşılanmaktadır.
Evet, bu sorunlar Türkiye’nin onca tavizlerine rağmen devam ediyor. İçerde Irak’taki yeni federal sömürge yapılanmasının çıkardığı bağımsız Kürt devleti izdüşümündeki terör, etnik ve dini-ideolojik kamplaşmalarla zaman harcayan, --gitgide artan bütçe açıklarına rağmen-- son yıllarda enflasyon rakamlarında ve ekonomik büyümesinde büyük mesafeler de alan bir Türkiye’de yaşamaktayız.
Ancak Türkiye belki de kendine rağmen, bulunduğu coğrafyanın hem sıkıntılarını hem de avantajlarını tecrübe etme noktasında temkinli adımlar atarak uluslararası dinamiklerin kendi lehine sonuçlanması açısından çok önemli bir noktaya da gelebilir.
Yeter ki Türkiye, artık hükümetlere göre değişen değil, devletle kaim olan bir diplomasiyi, siyasi manevra değil, kliklerin ve Küresel Dulun dayattığı “kazı-kazan” piyangosu değil, millî bir yol haritası olarak görmeye başlasın.
Aksi halde Ortadoğu halkları çok Mesihler gördü. Eskisi ve güncellenmişi fark etmiyor.