Mevsim sonu indirimli liberalcilik
Ne diyordu liberaller? Ortada bir “değişim” vardı. Değişimi anlamayanlar vardı. Hâlbuki değişim kaçınılmazdı. O halde değişimin tadını çıkarmak lazımdı. Değişim bir rüzgârdı ve fırtınaya dönüşmeden ağacın yapraklarını onun önünde eğmek ve polenleşmeye katkıda bulunmak lazımdı. Ve arkasından halkın farklı kesimlerinin değer bildiği ne varsa hallaç pamuğu gibi atıldı. “Devlet” şerdi; “millet” zaten yoktu. Tek gerçek ekonomik gerçeklik ve ölümdü. “Statükoculuk” nakaratı tuttu bir süre, sonra liberaller kendi statükosunu yarattılar.
Türkiye’de “gerçek” liberal sayısı bir avuç insanı geçmez. Liberalizmin bir insana, kadına, çevreye ve Tanrı’ya, devlete ve dine bakışı vardır. Üstelik liberalizm belki ekonomik açıdan “serbest piyasa” demokrasisi için gerekli görülse de, milletimizin insana, dine ve devlete bakışıyla da uyuşmaz. Türk tipi liberalizm maço da takıldığı için, kadın hakları konusuna da ancak geleneksel erkek şovenistler kadar eğilir. Kala kala ağızlarında “devlet” öcüsünü gevelemek kalmıştır.
Türkiye’de “istemezükçü” çakma liberalliktir revaçta olan. Laikliğin “İncil ve hatta Hıristiyanlık geleneğinden” sudur ettiğini anlatanları alkışlayanları çoktur. Bunların arasında sağdan-soldan koşturan; sağdaki ve soldaki marifetleri “iltifata tabi” olmadıkları için şanslarını bir de liberalizm treninin son vagonuna atlayanlar çoğunlukladır.
Ve liberallik bir “hidayet” psikozu şeklinde tezahür etmiştir Türkiye’de. Fikrin ve fikir namusunun sıkıntısına değil, temcit pilavı gibi ezberledikleri lafları sofraya servis etmeye servis etmeye talip olmuşlardır. “Devletlû”nun izin verdiği kadar Devlet-karşıtlığı yapmanın, “yahu bu devlet hepimizin!” diyeni fahiş faşizm yaftalarıyla muhasara altına almanın markasıdır. Markasız var olamayanların marka üretim ideolojisidir.
Liberaller Osmanlı’nın son dönem uleması kadar devletten bağımsız hareket etmişler, onlar kadar dış devletleri yüceltip, kendi devletini yerin dibine sokmuşlar, sıkıştıklarında ise, “ideal liberalizmin” hiçbir yerde olmadığını, ideal sosyalizmin hiçbir zaman olmadığını anlatan Marksistlerin naifliğiyle terennüm etmişlerdir.
Liberal “Türkiyeliler” vaktiyle Rus sosyalistlerinin Çarlık eleştirisi yapa yapa farkına varmadıkları kadar Çarlaştıklarını bile fark etmediler. Kapital ve Komünist Manifesto bilmeden sosyalist olanlar gibi, Liberaller Leviathan bilmeden, dayandığı temeli algılamadan devlete odaklandı. Sosyalistler ne kadar devletçi ise, liberaller de o kadar hükümetçi oldular önce. “Devlet” deyince kafalarında sadece Kemalizm beliriyordu. O da CHP demekti. CHP de zaten sahada yoktu; tek kale maç oynadılar.
Tarihten kopmuşluk, tarihi sadece iki dilimden ibaret görmek serencamı en müzmin liberal hastalığıdır. Zaten her türlü bela için Cumhuriyet milat oluşturmuştu. Ve mesela, aslında Kemalizm’in Abdülmecit’ten beri gelen sosyal dönüşümün kurumsal devamı olduğunu bilmek veya anlatmak gerekmiyordu. CHP’ye karşı olayım derken, Devletin her kurumuna karşı cephe aldılar. Bunların bir kısmı devletin akademisyenleri idi, nasılsa emekli olduktan sonra Devletin “şirretini” fark etmişlerdi. Bir kısmı medyanın sosyalistleriydi. Cumhuriyet Osmanlı’ya ne kadar Ödipal kompleksle yaklaştıysa, onlar da Cumhuriyete öyle yaklaştılar.
Birazcık Bayar ve Prens Sabahattin, biraz Küçükömer, biraz Namık Kemal, biraz Yaşar Kemal vardı dağarcıklarında. Sevgiyle karışık tereddüde Orhan Kemal de eşlik ediyordu. Ancak Menderes başkaydı tabii. Mustafa Kemal’in “kadın muhabbeti” mesela Menderes’te yoktu sanki. Sanki Menderes metresiyle Arapça konuşuyordu! Sanki liberal misyonerlerin liberal ilişkileri yoktu. Sanki “kadın memelerini” vatana tercih etmezlerdi. Sanki bir bin bir surat liberalin muta nikâhına bile ihtiyaç duymayan liberal “kalkışmaları” yoktu. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız gitsinler, bırakınız geçsinler”di nasılsa.
Türedi liberalleri sık gördük, çarşıda, pazarda Molla Kasım’ı oynadılar. Bir liberal alırsan, yanında bir liberalci bedavaydı. Sıkıyı gördükleri zaman, çil yavrusu gibi dağılan, cüzamlıdan kaçan gibi kaçan onlar değildi. Ve sanki İslamcılığı, liberal bir ne idüğü belirsizliğe, Batı tarzı bir muhafazakârlığa dönüştüren liberaller değildi. Ve sanki Devlet dini inançlara karşı tarafsız olmalı derken, sanki İslam’ı ve onun bir kolu olan Aleviliği hazmetmişlerdi.
Türkiye şartlarına “uydurulan” liberalizm “anything goes!” liberalizmidir. Heyecanda anarşist, algıda naif, tasavvurda ütopyacı, ideolojide güdük, toplumda marjinal, duyguda yabancı kalmıştır. Toplum mühendisliği eleştirisini kullanırken, tependendi "tek yolcu" bir toplum mühendislik protokolü oluşturmuştur. Devletin ekonomiden el çekmesini isterken, milletin malını yok pahasına sattırmak propagandası yapmaktır.
Yerli ve milli olan her şeyi anlamsızlaştırmak liberal cerbeze ürünüdür; kimliksizlik kimliğini ekonomik kimlik ve markalara indirgeyince “Küresel sisteme entegre” olmanın gururunu yaşamaktır. AB ve ABD’den gelen her şeyi olumlamak da öyle. Yani liberalizm Türkiye’de bir post-modern Skolastizme dönüşmüştür. En büyük hataları da Marksizm’i Marks'tan değil, anti-Marksistlerden okumaları ve Zizek kadar bile olaylara "bireysel" bakamamaları olmuştur. Sorguları içeriye, sorumlulukları dışarıya olmuştur. Kırık İngilizceleri ve dökük felsefe müktesebatları ile Türkçe iktisat tarihi anlatma cüretkârlığıdır. Varlıkları “küresel” varlığa armağandır.
Türkiye tipi liberalizm (TTL) TL’yi bile anlamsız görmeyi maharet sayan mantıkla hareket eder. TTL Tekel gibi “Devlet”in elindeki üretim ve dağıtım araçlarını meccanen sattırmayı maharet diye anlatırken, Devletin toplu konut projelerini desteklemektir. Devletin içindeki kimi zalimleri ve ahmakları kullanarak yeni zulümleri ve ahmaklıkları meşrulaştırma ideolojisidir. Anarşist bile olamamış, nihilizme yakın, sermayeyi her haliyle olumlayan TTL, hakları sadece münasip gördüklerine reva gören, “put yıkmak aşkıyla” yıktıkları putun parçalarıyla putun suretini değiştirmektir.
Yetmedi…
Yüzde bir oranında bile oy alamayan liberaller, yüzde elli oyu temsil eden hükümeti yönetmeye kalktılar. Azınlık iktidarı ya da medyokrasi filan mı deniyordu buna. Yoksa post-modern oligarşi mi, post kapmak isteyen kleptokrasi mi? Bunu yaparken de devlet ile millet arasına sokulan melaneti değil bizzat devleti hedefi aldılar. “Devlet” sadece Türklerden oluşuyordu ya, o yüzden bütün olanlar Türkler hatta Türkiye adından kaynaklanır oldu. Hâlbuki devletin her mekanizmasında Türk ve diğer etnik gruplar günah kadar sevaba da ortaktılar. Ama önce “Türklüğe hakaret” kanunlarının “temizlemekle” başlayan süreç, Türkiye’ye sövme ve her fırsatta aşağılama rahatlığı ve hatta teşviki gibi algılatıldı. “Kutsal Devlet” gitmiş, Holy liberalizm gelmişti. “De fakto” ve “apriori” olarak kabul lazımdı. Yoksa “gerici” filan olmanız işten değildi.
“Temiz eller operasyonu” Gladyö’den başka şeylere yöneldi. “En büyük, asker bizim asker!” değildi, ama “en büyük polis, bizim polis!” ve en büyük operasyon, bizim operasyon oldu. “Hükümete yardımcı olmak için,” hükümeti “devlete” düşman etmek için akla gelen her şeyi yaptılar. Oğuzhan Asiltürk’ün ifade ettiği gibi, “Ergenekon” sürecini Amerika'nın çirkin politik aklına karşı herkesi sindirmeye dönüştürdüler. Yetmedi, namus arası siyasetin içine, McDonalds sosları eklediler. Yetmedi, Başbakan’ın mahrem konuşmalarına kadar dinleyip servis ettiler. Önce Taraf gazetesine “haber” servis ettiler, sonra onu alıp kendi medyalarında “iktibas” ettiler. Hem bataklığı geçerken “taş” kullanmış oldular, hem de olası kovuşturmalara karşı “tedbir” almış oldular.
Davalardan dava beğendirmek, eski zalimin yerine iki kat zalim olmakla mümkün olacaktı. Oldu. Sonra “Kasımpaşalı Tayyip’ten” korkmadıklarını beyan ederken, satırlar arasında hükümete ve bizzat Başbakan’a üstü kapalı tehditler, onun “ipini pazara çıkarma” havalarında siyasi ve psikolojik olarak rehin almaya kadar yeltendiler. Mahşer’in üç keçisakallısı, nasılsa birden mazlumları oynamaya başladılar. Değişimi anlamamışlardı.
Oysa “ustalık” dönemindeydi Başbakan. Yani asıl “değişim” başlamıştı. Devletin hafızasının da hükümet etmede gerekli olduğu, terör dâhil pek çok konuda aslında “iyi niyet” ve “hizmetkâr” tavrının herkese aynı etki yapmadığını fark etti Başbakan. Yani Başbakan meşru halk desteğiyle seçilmiş ve halkın yarısının oylarıyla üçüncü defa iktidara gelmişti. Ve Başbakan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başbakanıydı. Türkiye Cumhuriyeti her türlü sıkıntısına rağmen ne aristokrasiden ne de burjuvadan olmayan ve “üstelik!” İHL mezunu biri olarak, halkı yasal olmayan şeylere “tahrik eden” şiir de okuduktan sonra gelmişti.
Liberaller değişimi anlamadılar. Sadece Türkiye değil, dünyadaki değişimi dahi anlamadılar. Öylesine bir kapılanma ile Kapitalizm ve Küresel Karadula iman etmişlerdi ki, ABD ve AB’deki ekonomik çalkantıları bile anlamaktan aciz kaldılar. Fransa’daki Sokak eylemlerini, "Occupy Wall Street"in anlamını, Norveç ve Danimarka’daki İslam karşıtlığını, kimliğin ekonomiden ibaret olmadığını, Bush’un “Haçlı seferi” lafını da anlamadılar. Bush’un dediğini içten içe tekrar ettiler: Ya bizimlesiniz; ya bizim karşımızdasınız!” E bu totaliler bir bakış değil miydi? Geçelim.
Dahası, liberalizmi savunma adına, Doğu Perinçek’in bir zamanlar Rus tipi sosyalizmi savunduğu argümanlara benzer şekilde, liberalizmde değil, liberalizm uygulamasında hata bulmaya arada cüret edenler bile olmadı. “Aslında liberalizm iyi, ama Amerikalılar, Avrupalılar anlamadı”ya getirdiler. Nasılsa “mucizevî el” piyasalardan çok bizim liberallerin kafasını ve değerlerini ellemişti. “Bırakınız geçsinler” işlemişti.
Liberaller günde üç vakit “devlet”e nafile ibadet vecdiyle küfrederken Gladyö’nün sorgulanması akim kaldı. Devlet içindeki “kontrol dışı” unsurlarla uğraşırken bu sefer de “milletin” içinde kontrol dışı odaklar oluşmuştu. Diyet borcu istercesine yapılan hamlelerin arkasından ufak yollu göndermeler gelmişti. Liberal görünüm zaten, devleti hiçlemiş artık hükümeti hiçlemeye çalışıyordu. E, “one minutes” olmasa da bir “altmış saniye” uyarısı geldi. Üstelik Mavi Marmara açısından bakılınca Greenwich saatine göre, bir dakika ile altmış saniyenin resti aynı oldu. Başbakan’ı hâlâ anlamayan liberalciler varsa işte bu bir dakika ve altmış saniye arasındaki farka bakmalarını salık veririm. “Mucizevî el” hâlâ piyasada, “ağuşunu” açmış bekliyor.
“Bırakınız, yapsınlar” artık!