12 Eylül darbesine nasıl gelmiştik? (I)
12 Eylül 1980 öncesi çoğumuzun malumudur. Demirel’in o daha tahlilini yapmadan kullandığı “anarşi”-ki doğrusu terördü- toplumsal hayatın her alanına girmişti. Siyasiler arasındaki koltuk kavgaları onların taraftarlarına da sirayet etmiş, sağda ve solda çeşitli fraksiyonlar silahlı ve silahsız şiddete sarılmış, karşı tarafı sindirme, susturma ve/ya yok etmeye imani bir huşuyla kendilerini vakfetmişlerdi.
Özellikle 1975’ten sonra ki --gene bir af kanunundan sonradır ve gene Ecevit marifetiyle çıkarılmıştı--terör odakları, hem içteki siyasiler hem de kapılandıkları dıştaki efendilerinin yönlendirmeleri sonucunda tırmanmış ve günde 25-30 can almaya başlamıştı. Bu hal halkın genelinde mutat ve kanıksanmış bir hadise gibiydi; çözümsüzlüğe adım adım yaklaşılmıştı. Sonraları da kabullenme gelmişti.
Kavganın özünde ideolojik bakış farklılıkları olmasına rağmen, daha büyük mesele sağ ve solun hem kendi içinde hem de iki temel cephe arasında bir diyalog eksikliği vardı. Fraksiyonlar oturup da “adam gibi” konuşmayı, tartışmayı hedef değil, bizzat böyle girişimlerin kendisini ihanet ve yok edilmesi gereken hedef olarak görüyorlardı. Okudukları gazete, kitap, kullandıkları kimi kelimeler, yaşadıkları semt ve hatta seçimini kendilerinin yapmadıkları halde doğdukları şehir, okudukları lise, üniversite veya fakülte, giydikleri parka, içtikleri sigaranın markası ve bıyıklarının şekli, şemailine kadar bir sürü unsur ideolojik tefrik rumuzu haline gelmişti.
Siyasi parti liderleri de bu tehlikeli gidişatın farkındaydılar, fakat taraftarlarına samimi ve ısrarlı bir tarzda akl-ı selimi vazetmeleri onların da ihanetle veya samimiyetsizlikle suçlanmaları ve bu tür diyalog davetlerinin bizzat rakiplerine verilen zayıflık, yenilgi veya taviz emaresi olarak kullanılma anlamına geliyordu. Onların şahin olması, güvercinlere de bir teşvik ve desteklerinin devamı anlamına geliyordu. Hazımsızlık öyle bir hal almıştı ki, ana muhalefet partisi lideri Demirel, zamanın Başbakanı olan Ecevit’e “hökümatın başı” sıfatını aşağılayıcı bir tarzda kullanıyor, “başbakan” demeye dahi dili varmıyordu.
Ülkede problemler elbette vardı. Sağ ve solun reçeteleri farklıydı. Bu farklılıklar uçurumlaştırılmış, bir grup militan ortaya her fırsatta çıkıp eylem ve tedhiş yapar hale gelmiş, zamanla bir diğer grup da kendilerini devletin muhafızları gibi görmeye başlamış, onlar ülkeyi kurtarabilme ihtimaline âşık olmuşlardı. “Vatan hainleri” sandıkları bir grup insanı, birilerine uşaklıkla suçlarken, temiz niyetlerinden fazla ve bir kaç ışıklı doktrinden öte vaat ettikleri bir şey de yoktu esasen. Daha da esaslı olanı, Türkeş’in Dokuz Işık’lı doktrini aslında Ecevit’in--ışıklarını bir tarafa bırakırsak--meşhur “köy-kent” projesinden farklı da değildi. Ama liderler farklıydı…
Ecevit “Karaoğlan”dı, bir kesim halk için umuttu. “Hakça düzen” istiyordu. Atatürk’ün dahi devrimciliğini yeterli bulmayıp ona “burjuva Kemal” diye lakap yakıştıran katıksız devrimcilerin ağabeyi idi. Devrimciydi. İnönü’yü bile devirip onun CHP’DE başkanlık koltuğuna oturmayı başarmıştı. Hakça düzenin ne olduğunu anlatmaktan bir yana, diline doladığı “bir feodal yapı” ve ne tarihi ne de birikimi benzerlik göstermeyen bir Norveç-Danimarka türü bir demokrasiden dem vuruyordu arasıra.
Hala paylaşılamayan bir “Kıbrıs Fatihi” unvanının bir numaralı adayı, Amerika’ya kafa tuttum diye oy isteyip sonra Amerika’yı ağabey bilen, Clinton karşısında Beyaz Saray’da “sözlüye kalkmış talebe” gibi bekleyen, Yunanlılara atfen “birbirini seven iki kardeş” hülyalarıyla şiirler döktüren, lise mezunu, bir meslekten gazeteci, meşrepten siyasetçiydi Ecevit. Kabaklının ifadesiyle “bizim Alkibiades” idi. Bir diğer partiden 11 milletvekilini kapalı kapılar ardında Güneş Otelde manevralarla, bakanlık teklifi ve transferini gerçekleştiren, Türkiye’de ilk defa bakanlık bazındaki yolsuzluğun (Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı) başbakanı. Mavi gömlek ve Lenin şapkasının onulmaz hayranı Karaoğlan. Yanında da Karakız… Gömleğini mavisindeki tonlar tekstilimizdeki ilerlemeyle biraz değişti, ama o hiç değişmedi. Çocukları yoktu, bütün devrimciler onların çocukları olmuştu. Mecliste türbanlı bir milletvekilini, “çıkarın bu hanımı buradan!” diye celallenmesi hatırlarda kaldı.
Türkeş “Başbuğ”du, 1960 askeri darbesinin kudretli bir albayı. Menderes’e ve ekibine yapılan darbeyi millet, onun sesiyle haber almıştı radyodan. Türklerin sadece Türkiye’de olmadığından dem vuruyor, Kürşat’ların heykelini dikiyordu gençlerin gözüne, Ergenekon’dan çıkmaktan bahsediyordu. Türk Milleti vaktiyle Çinlileri hem de kendi saraylarında nasıl alt etmişlerse, ülkücüler de bundan ilham alıp, Tanrı Dağını yufka yüreklilerle aşmanın zorluğunu bilip, Moskofların esareti altında olan Türk cumhuriyetlerini kurtaracak ve aradaki suni sınırlar da böyle kapanacaktı. Zaten eskilerde Ortaasya’nın adı Doğu ve Batı Türkistan değil miydi? Azeri, Kazak vs. ne demekti? Bunlar, Rusların geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Türk milletini bölmek, birbirine yabancılaştırmak için uydurdukları tasniflerdi. Şimdi de aynı oyun Türkiye’nin içinde Türklüğün tek hür kalesi olan Türkiye içinde tezgâhlanmaya çalışılıyordu. Tanrı dağına dikilmeliydi gözler ve dönülmeliydi kargılarımızın semaya sütun olduğu zamanlara.
Elbette Türklükten gelen bu dinamikler İslam’la birleşecekti. Ülkücüler birer birer katledilirken, bir de İslam anlayışı eklenmiş, dolayısıyla ölenler “vatan ve millet için” öldüklerinden dolayı “şehit” oluyorlardı. Kanlar aksa da “zafer İslam'ın”dı. Şehitler ise, insanlar öyle sansalar bile ölü değil, “yaşamakta idiler.” Bu da gazi olanlara, davada haklılıklarına ve şehitlere saygıya dair hep artan, ama hiç azalmayan bir uyarıcı etki yapıyordu. Sonraları, “kutsal dava”yı örnek alan devrimciler de her ne kadar İslam’a “afyon etkisinden” muhalif iseler de “şehit” saymaya başladılar kendilerinden ölenleri. Türkeş’in vefatında görkemli bir kalabalığın olması, onun parti lideri olarak değil, devlet adamı niteliğine ulaştığını gösteriyordu. “Fikirleri iktidarda, kendisi hapiste” olan bir misyonun insanı olarak ifade edildi. Türk dünyasının, sandığı kadar “Türklüğe” koşmak isteği olmadığını SSCB’nin çökmesiyle daha iyi anladı. Rus zulmü ve ateizm sadece Allah’tan değil, aslında belirsiz bir “evrensellik” algısıyla milli şuuru da unutturmuştu…
Erbakan, Almanya’daki leopar tanklarında büyük proje emeği olduğu söylenen, “ağır sanayi hamlesi” lafını bu memlekette ağır ağır iktidara gelmekte ustaca kullanan, hiçbir cihada katılmadan “mücahit” unvanı alan, 1981’de beklediği başbakanlığı nihayet 1995-6’da yakalayan, onu da içinde bir türlü zapt edemediği hamaset istidadını, kutsal bir belagatle mücehhez kılıp, o her defasında “horoz dövüşü” diye adlandıran siyasetin horozlarından bir makine mühendisi profesör.
“İslam Birliği” ideolojisini “Milli Görüş” olarak ifade etti. D8’in kurulmasına “İslam Birliği” hedefine yönelik olarak önderlik etti. Batı’ya karşı bir alternatif olarak düşünüyordu. O iktidarda, adı her anıldığında taraftarlarının aleyhte sloganlarına muhatap olan İsrail’in ne kadar yakın bir müttefiki olduğunu sonrada gösterdi. “Dava” diye milyonları peşine döktü sonra tek davasının siyasetten uzak kalmamak olduğunu gösteren işlere mühendis kalemiyle imza attı. Kendisi hapislik oldu, “fikirleri” değişerek iktidara geldi AKP ile. Ona vaktiyle gönül bağlayanlar, ona karşı 28 Şubat sürecinde işbirliği yapanlarla ittifak ettiler.
İktidar sürecinde ise, kravatının markası versace kadar, kızının düğününü yaptığı 5 yıldızı otel kadar büyüktü! Ay-yıldızın mümessili olduğu şeylerin büyüklüğü onu ilgilendirmez. Çoğunu Demirel'in ve birazda Ecevit'in zamanında açılan İmam Hatiplerle, önce kendi eseriymiş gibi övünecek, sonra kapattırıp, kapattırmaya vesile olan dehasıyla bir kere daha övünecek kadar büyük oldu.
Hükümetten alaşağı edilmesi sürecinde devlet adamı ciddiyetiyle davrandı. Biliyordu ki, düşmesine neden “irtica” değil, Türkiye’deki ekonomik savaştı. Küresel sermayenin yerel hacıyatmazları, “balans ayarı”nı asıl ekonomik yapıya yapmışlardı.
İslamköy'lü Süleyman Demirel de bir makine mühendisi. Çocuğu olmadığı için bütün memleketin “baba”sı olma yolunda epey adımlar attı 1990’larda, hatta muvaffak da oldu... Kendi yaydığı “Çoban Sülü” laflarıyla, halkının hamaset duygularıyla siyaset yürüttü hep. Gariban ve cahil halk, onu Menderes’in daha iyi bir devamı sanıyordu. O’nun mirasına konduğunu kendisi de sıklıkla ifade ediyordu. Halk olarak algıladıklarına, onların aksanıyla ve İslamköy edasıyla konuştu.
Hafızası iyiydi. Pek çok yer adlarını ve yerel parti yetkililerini ismen zikrederek, insanlara onlara önem verdiğine dair intiba veriyordu. Vatandaş saydıklarına da daha çok başındaki meşhur şapkası ile ve “Morrison” tarafıyla hitap ediyordu. Rivayete göre, kitaplığında çeşitli kesimlere hitap eden kitaplar vesaire var olup gelen misafire göre davranır ve yanından çıkan herkes Demirel'i kendi temsilcisi sanırmış. (Son örneği Vural Savaş oldu.)
Halk dalkavukluğu ve burjuva çığırtkanlığı illa da okul da öğrenilmez... Kimi zaman insanların kendisi bir ekol veya okul olurlar.
Halk Demokrat parti ismini ancak “Demir kırat” diye telaffuz edebilince partisinin rumuzunu ve geleneğini o meşhur “Kırat” ile ifade ederek halkın gönlünü bir kere daha kazandı. “Barajlar kralı” oldu unvanı. İlk hayali ihracat kitabesi onun zamanında ve yeğeni Yahya Demirel marifetiyle şerefli iktisat tarihimize kazındı. Bunu Demir Kıratlılar da biliyorlardı, ama o “melun” rakiplerinin iftirası diye anlayıp anlatmayı yeğlediler.
Demireller bir şey yaparsa, arkasında elbette bir büyük hikmet vardı. En çok imam-hatip lisesi onun zamanında açıldı ve propagandalarda bu tarafını hep öne çıkardı. Hepsinin birden kapatılmasını aynı şekilde savundu ve buna da sevindi. Dünden bugüne dünyayı dûn için hem dünde yaşadı hem dünü unuttu. Yolların değil, takvimlerin eskidiğini insanımıza o öğretti. Eğer anayasa müsaade etseydi ve ikinci kere cumhurbaşkanı seçilebilseydi, daha nice yeğenlerini görecektik sahnede, nice Cavit Çağlarları çivit çivit parlayan gözleriyle yanına alıp “aile fotoğrafları” çektirecekti!
Ne de olsa “Baba” olmak zor şeydi. Anayasa değişikliği için yapamayacağı yoktu, ama yine de ümitlerini kaybetmedi. Milletimizin dengelerini onun üzerine bindiren sağdan ve soldan birçok hayranları hala eski coğrafya kitaplarındaki dünyanın düz olmadığını ileri süren teorilerin etkisinde hala ona duacıdırlar. Güniz Sokak tavafları buna delalet eder. Milleti Düşürdüğü demokrasi uçağından her zaman pilot kabinindeki fırlatma sistemi vasıtasıyla kendini kurtarmayı bildi. Şutlandığı her an paraşütü yanında hazırdı. O da bu memlekete hizmetleri geçmiş çok şerefli bir insandır... Muhalefette hep doğruları söyledi. 1986’da Köprü Dergisi’ndeki beyanlarını bilenler, Demirel’in inkişaf etmeye ne kadar mütemayil bir insan olduğunu iyi bilirler. O da onları iyi bilir. Bugünlerde görürseniz size Türkiye’de elektriksiz köy kalmadığından bahsedecektir gene tatlı tatlı.
Sonrası fil ebabil ve siccil...