Toplumların hayatında kimi meşakkat zamanları vardır. İnsanların fıtratını, inancını ve hatta bizzat insanlığının özünü sınar. Her türlü değer metalaşır, iffet eprir, fikir namusu pelteleşir.
Ümitler tükenir, beklentiler karşısında inancın izzeti paspas olur ayaklar altında. Liyakat, adalet ve hakikati esas almayan toplumlarda önce tuluatla başlayan süreç zamanla maskeli baloya, sonra trajediye dönüşür. Gaflet evhama evrilir, emniyet şüpheye, sadaret ayağa düşer. Yola beraber çıktıkların, yolda su içerken sırtını hançerle deşerler. Akbabalar siftinmek ister yüreğinde.
O anlar, hürriyetin zihinlere ve daha zihinlerdeyken hapsedildiği. Kahraman olmak yerine kahraman alkışlayanların çoğaldığı, kralların çıplaklığını krala rağmen, soytarılarına rağmen ve hatta topluma rağmen ancak bir çocuğun haykırdığı; Sokrat’ın baldıran zehri içtiği, Hallac’ın derisinin yüzüldüğü, İsa’nın bilmem kaçıncı kez çarmıhta inlediği anlardır.
O anlar, insan değerinin ancak cüzdanıyla başat gittiği; insanın tüketebildiği kadar insan olduğu, tüketebilme kudretinin her değerin üstüne tünediği, daha fazla tüketebilenlere fırlatılan kaçamak ve fettan bakışların yüreklere çöreklendiği, özdeki toprağın çimentolaştığı ve toplumun kendisinden başka her topluma özendiği, aşağılık kompleksleriyle yüreklerin ihtilaca kapılıp, kapı kullarının, yanaşmaların revaçta olduğu, aşağılıklarını tepedenliğe dönüştürerek birbirlerine göz kıptığı anlardır.
Hırsların potansiyel ve kapasitelerle eş değer olmadığı zamanlarda yaşanan değerler değil, dayatılan değerlerin tazyikini insanlar farklı şekillerde yansıtırlar. Haldeki çıkmazlar, eziklik ve burukluklarla maziyi çarmıha germek ve akan kanlarıyla kendi yaralarına merhem etmek ister. Kültürün, hatta inancın kendisi olur hedef; kimi zaman tenkit, kimi zaman tel’in, kimi zaman da intikam adına.
Araf insanı ile her zaman ve mevsimin insanının belirginleştiği zamanlardır bunlar. Kimi değerlerin meta, mülke ve prestije dönüşemediği bu durumlarda, vaktiyle onların en ateşli savunucusu gibi görünenler, eskiden savundukları şiddetten bir şey kaybetmeden aynı oranda aynı değerlerin düşmanı olurlar. Tavır farkları böyle zamanlarda billurlaşır.
Necaşi’nin bir zamanlar asasıyla çizdiği tefrik çizgisi, Musa’nın asasıyla deniz sularını yarıp kara parçasından daha büyük patikalar çıkardığı böyle zamanlarda kırılır suda yansırken. Sular yığılır, sağlı sollu; heyula gibi dikiler sınırlar. Ay tutulur, yıldızlar kavrularak dökülür. Artık dosdoğru çizgiler, büklüm büklümdür. Araf’takilerin ıstırabını yaşar “münevver” olmak kadar, “aydın” kisvesini de sıyırıp, meydana hakikat kadar masun, hakikati her türlü beklenti--cennet dâhil--ötesinde görüp dünyasını da cehennem de yaşarcasına zihnindeki çengellere atarak ve onu da yaşanılır bulmadan yaşayanlar: Araf’ın insanları. Ne “aydın”ın voltajı, ne “münevverin” mumu derler.
Onlar, var olmanın hüznüne nüfuz edip, inandıklarına yol olmayı da bir varlık sayanlar, var olup da olmayanlardır. Dünya kadar geniş zihinleri ve yürekleri olup da çekirdek kadar eyvallahı olmayanlardır. Kısaca divanelerdir. Kendini uzaktaki cenneti beklemeyip cenneti dünyaya indirmekle meşgul olanlarla, cehennemi reddedenler arasında bir yere hafifçe iliştiren, insan aklına uzak, insan olanın sessiz vicdanına yakın olanlardır.
Onlar, külleri içilen sigara kadar ancak kalmış tarihin yükü ile halin dayattığı gıpta unsurları arasında Araf sakinleri, zaman mahkûmlarıdır. Paranoyak şüphe hezeyanlarıyla insanların birbirini yediği, kelamın yanaşmalaştığı, maksadı harici işlerde kullanıldığı zamanlarda yalnızlıklarını yine kelama dökenlerdir. Maksatların her biri diğerine rehberlik eden üç haritadan sonra hedefe ulaştığı, dostluğun vehim ve parlayan ışığa ve ışıkta parlayan paralara göre ayarlandığı anların, ideallerin, başkalarının ideallerden--Sokrat’ın hesabiyle--en az üç defa uzaklaştığı anların, dönemlerin insanlarıdır.
Araf’ın dehlizlerine ruhundan yansıyan ışıkla bir mızrak gibi dalabilmek ve zulmeti delme gücünü kendinde, kendine rağmen görebilmektir amacı. Aptallığı, enayiliği, huysuzluğu, dik başlığı, ne idüğü belirsiz olmaya yeğlemenin künyesidir. Zamana rağmen alnında leke barındırmamayı ilke edinmenin adı, anakronistik olma pahasına direnir. “Sağım solu arkam önüm sobe” oyununun çocukluk fantezisinden çıkıp bir büyüklük marazına dönüştüğü anlarda dost görünenlerle, düşman olanların aynı terazide zerre farklarıyla yer aldığını görmek ve buna rağmen en üst kimlik olan insan ve fikir namusunu elden bırakmama sevdası, cinnetin cennetine bir cenin gibi ilişme arzusudur; Rahimden Rahim’e savrulma arzusu.
İbn-i Erkâm gibi, Allah Resulünün iman, ahlak, sabır ve cehdini kendine rehber edinen; Yâr ile hoş, ağyarına nahoş, yâran ile ser hoştur. Kehf’in insanları gibi, bedeni uyusa da sevdası uyumayan; sahte mehdi ve mesihlere uymayan; “Allah sabredenle beraberdir!” diyerek sabrını ülküsüne katık eden, Ebubekircesine sadık, Ömercesine adalete vurgun, Âlicesine yiğit ve âlim ve Osman’casına halim olmanın, Ebu Zer gibi çölde solmanın anlamıdır. Ve Necip Fazıl üstadın ifadesiyle, “kim var?” denildiğinde sağına, soluna, arkasına önüne bakmadan “ben varım!” diyebilendir Arafî insan.
İthal ve dijital değildi o. Geri dönüşüm kutuları çok mu dolu ki, esrar kalkınca müptezel hayatlardan, eşya çeğmelendi hilâl üstüne…