Üşür Muhsin, Muhsin Diye
Toplumların hayatında kimi meşakkat zamanları vardır. İnsanların fıtratını, inancını ve hatta bizzat insanlığının usaresini sınar. Her türlü değer metalaşır, iffet eprir, fikir namusu pelteleşir. Ümitler tükenir, beklentiler karşısında inancın izzeti paspas olur ayaklar altında. Liyakat, adalet ve hakikati esas almayan toplumlarda önce tuluatla başlayan süreç, zamanla maskeli baloya, sonra trajediye dönüşür. Gaflet evhama evrilir, emniyet şüpheye, sadaret ayağa düşer. Ve o anlar adıyla müsemma bir yiğidin, kendinden emin, inandıklarıyla mutlu, aklı ile kalbi bir mukaddes yolculukta erimiş, menziline gözleri ve kalbiyle kilitlenmiş, ihsan anlarıdır, güzellik anları, hüsnün anları, hüznün anları, Muhsin Başkanın anları. Nimetlere üşüşenlere rağmen, üşümeyi göze alan Muhsin başkanın anları.
Yola beraber çıktıkların, yolda su içerken sırtını hançerle deşerler. Akbabalar siftinmek ister yüreğinde. O anlar, hürriyetin zihinlere ve daha zihinlerdeyken hapsedildiği. Kahraman olmak yerine kahraman alkışlayanların çoğaldığı, kralların çıplaklığını krala rağmen, soytarılarına rağmen ve hatta topluma rağmen ancak bir çocuğun haykırdığı; Sokrat’ın baldıran zehri içtiği, Hallac’ın derisinin yüzüldüğü, İsa’nın bilmem kaçıncı kez çarmıhta inlediği Muhsin Başkan üşüdüğü, Muhsin Başkan’ın yiğitçe yaşadığı, yiğitçe mücadele ettiği, yiğitçe ölüme gülümsediği anlardır. Sivas’ta başlayan yolculuğun, Kahramanmaraş’ta boyut değiştiği ve değişen boyutta da, Allah’ın izniyle, şehit olarak ve yine yiğit olarak karşılandığı anlardır.
O anlar, insan değerinin ancak cüzdanıyla başat gittiği; insanın tüketebildiği kadar insan olduğu, tüketebilme kudretinin her değerin üstüne tünediği, daha fazla tüketebilenlere fırlatılan kaçamak ve fettan bakışların yüreklere çöreklendiği, özdeki toprağın çimentolaştığı ve toplumun kendisinden başka her topluma özendiği, aşağılık kompleksleriyle yüreklerin ihtilaca kapılıp, kapı kullarının, yanaşmaların revaçta olduğu, aşağılıklarını tepedenliğe dönüştürerek birbirlerine göz kıptığı anlardır. Ve onlar Muhsin Başkan’ın akıntıya kürek çektiği anlardır. “Türkiye’yi sen mi kurtaracaksın?” sorusuna, Necip Fazıl’ın “kim var?” sorusuna, sağına, soluna, arkasına, önüne bakmadan, “elbette ki!” ve “ben varım!” diyen ve bunu söylerken zerre bir kibir hissetmeyen, sadece emanetinin ağırlığının farkına daha genç yaşlarda varmış bir Alperen’in anlarıdır. Alperenliği tarihin sandukasında, hatıraların mezarlığında saklamayan, geçmişin halliğini, halin geçmişliğinde bilen, tarihi kopuşlara kendisi köprü olan bir Alperenin anları. Geleceği, ülkenin geleceği anlamında gören ve geleceğini onun geleceğinde bilen bir Alperenin anları.
Hırsların, potansiyel ve kapasitelerle eş değer olmadığı zamanlarda yaşanan değerler değil, dayatılan değerlerin tazyikini insanlar farklı şekillerde yansıtırlar. Haldeki çıkmazlar, eziklik ve burukluklarla maziyi çarmıha germek ve akan kanlarıyla kendi yaralarına merhem etmek ister. Kültürün, hatta inancın kendisi olur hedef; kimi zaman tenkit, kimi zaman tel’in, kimi zaman da intikam adına. Ve o anlar Muhsin Başkanın anlarıdır. Gözlerindeki Hamza’nın cesameti ve ile yaşanmamış genliğini, çocuksu masumiyetle tevhit etmeyi bilen Nizam-ı Âlem sülûkunun anlarıdır. Kendisine “başkan” ya da “Reis” denildiğinde, kalbinde kibir yerine omzundaki yükün ağırlığını hisseden bir yaşayan ve her zaman yaşayacak olan, üşürken bile onu bilenlerin kalbini sımsıcak hislerle muhasara eden anlar, Türk-İslâm davasının iki yükünü birden omuzlama cüreti gösteren anlardır. Muhsin’ce anlardır.
Dava insanı ile her zaman ve mevsimin insanının belirginleştiği zamanlardır bunlar. Kimi değerlerin meta, mülke ve prestije dönüşemediği bu durumlarda, vaktiyle onların en ateşli savunucusu gibi görünenler, eskiden savundukları şiddetten bir şey kaybetmeden aynı oranda aynı değerlerin düşmanı olurlar. Tavır farkları böyle zamanlarda billurlaşır. Ve o anlar, yolculuğun başındaki mertlik ve yiğitlik neyse, yolculuk esnasında ve yolculuğun sonuna kadar aynı olan, kâli ile hali bir, sedasıyla sevdası bir, Bir’lik içinde birliğin anlarıdır. Hiçliğin varlığını Bir’likte idrak eden, Allah’ın ihsan anlarıdır, Muhsin anları.
Necaşi’nin bir zamanlar asasıyla çizdiği tefrik çizgisi, Musa’nın asasıyla deniz sularını yarıp kara parçasından daha büyük patikalar çıkardığı böyle zamanlarda kırılır suda yansırken. Sular yığılır, sağlı sollu; heyula gibi dikiler sınırlar. Ay tutulur, yıldızlar kavrularak dökülür. Artık dosdoğru çizgiler, büklüm büklümdür. Araf’takilerin ıstırabını yaşar “münevver” olmak kadar, “aydın” kisvesini de sıyırıp, meydana hakikat kadar masun, hakikati her türlü beklenti--cennet dâhil--ötesinde görüp dünyasını da cehennem de yaşarcasına zihnindeki çengellere atarak ve onu da yaşanılır bulmadan yaşayanların anları, ihsan anları, Muhsin anları.
Onlar, var olmanın hüznüne nüfuz edip, inandıklarına yol olmayı da bir varlık sayanlar, var olup da olmayanlardır. Dünya kadar geniş zihinleri ve yürekleri olup da çekirdek kadar eyvallahı olmayanlardır. Kısaca divanelerdir. Kendini uzaktaki cenneti beklemeyip, cenneti dünyaya indirmekle meşgul olanlarla, cehennemi reddedenler arasında bir yere hafifçe iliştiren, insan aklına uzak, insan olanın sessiz vicdanına yakın olanlardır, yakîn olanlardır.
Araf’ın dehlizlerine ruhundan yansıyan ışıkla bir mızrak gibi dalabilmek ve zulmeti delme gücünü kendinde, kendine rağmen görebilmektir amacı. Aptallığı, enayiliği, huysuzluğu, dik başlığı, ne idüğü belirsiz olmaya yeğlemenin künyesidir Muhsin Başkan. Zamana rağmen alnında leke barındırmamayı ilke edinmenin adı, anakronistik olma pahasına direnir. “Sağım solu arkam önüm sobe” oyununun çocukluk fantezisinden çıkıp bir büyüklük marazına dönüştüğü anlarda dost görünenlerle, düşman olanların aynı terazide zerre farklarıyla yer aldığını görmek ve buna rağmen en üst kimlik olan insan ve fikir namusunu elden bırakmama sevdası, cinnetin cennetine bir cenin gibi sığışma arzusudur. Yani Alperenlik.
İbn-i Erkâm gibi, Allah Resulünün iman, ahlak, sabır ve cehdini kendine rehber edinen; Yâr ile hoş, ağyarına nahoş, yâran ile ser hoştur. Kehf’in insanları gibi, bedeni uyusa da sevdası uyumayan; sahte mehdi ve mesihlere uymayan; “Allah sabredenle beraberdir!” diyerek sabrını ülküsüne katık eden, Ebubekircesine sadık, Ömercesine adalete vurgun, Âlicesine yiğit ve âlim ve Osman’casına halim olmanın, Ebu Zer gibi çölde solmanın timsalidir Muhsin Başkan.
Ve Necip Fazıl Üstadın ifadesiyle, “kim var?” denildiğinde sağına, soluna, arkasına önüne bakmadan “ben varım!” diyebilendi Muhsin Başkan. İthal ve dijital değildi. Ya geri dönüşüm kutuları çok doldu ya da hafızalar ve gönüller çok boşaldı. Esrar kalkınca müptezel hayatlardan, eşya çeğmelendi hilâl üstüne… Üşüdü sımsıcak, uçmağa vardı.
Sakın, “nasıl bilirdiniz?” demeyin!
İtikadımızda o soru ölüler içindir.