Öznellik Öz’neliktir!
Gadamer’in Gerçek ve Yöntem adlı eserinde, insanın tarih ve kültürü aşarak bir toplumu “gerçek anlamda nesnel” bir bakışla incelemenin mümkün olup olmadığını araştırır. Gadamer konuya, Kakuzo’nun Çay Kitabı’nda (The Book of Tea) “dünyanın olmaklığında olmak” kavramına yakın bir bakışla eğilir. On dokuzuncu asırdan beri bilimsel objektiflik adıyla gerçekleşen nice tartışmaların uzantısı gibi görünen bu bakış, aslında muhali ortaya koymaktadır.
Bireyin içine doğduğu dil, kültür, yasa, iklim, coğrafya, çevre ve zaman, aslında onu zaten kendi için hazırlanmış olan bir kalıp doğrultusunda yetiştirir. Farkında olmadan onların bir parçası olarak yetişir insan. “Nesnel” bakmak bu unsurların etkisiyle imkânsızdır.
Her öznel olma çabası, özne olanın da nesneleştiği süreç içinde, kendini nesneleştirenlerin kendilerine öğrettikleri öznellik statüsü ile avunur. Truman Show’u burada hatırlamakta yarar var: Truman “kendine” ait olduğunu sandığı bir hayatın aslında zaten kurgulanmış bir çerçeve ve yol haritasına dönüştüğünü geç fark eder. Bu aslında balıkların derya içinde olup deryayı tanımlamada sıkıntı çekmesi, ya da dünyanın deryadan ibaret olduğuna dair yanılsamalarına dair tartışmaların da kapısını açmaktadır.
Gadamer bakışıyla tüm bu geleneği arkasına alır ve Kakuzo’ya yakın düşünür. Öte yandan, Friedrich Schleiermacher and Wilhelm Dilthey bir “metnin” yani “tekstin” doğru yorumunun, onu yazan müellifin gerçek maksadını ortaya koymakla mümkün olduğuna ve bilim adamının metnin tarihiyle “ufukların” müktesebatlarını anlatmanın usulünü bulduğu “ufuklar kaynaşması” gerektirdiğine inanır. Gadamer’in ötesine geçmeye çalışırlar.
Her nesnel olma iddiası, bir beklentiye tekabül eder. Nesnel bakmanın bir üst değer olması da, özellikle fen-laboratuar bilimlerinde var olduğu sanılan, gerçeği bulmaya çalışan kişinin, gerçeğe dâhil olmadan, ona artı veya eksi katkıları olmadan, kendiliğinden gelişen süreci izlemeye, gözlemeye muktedir olduğu yanılsamasına dayanmaktadır. On dokuzuncu asırda “Deneysel Tıp,” “Deneysel roman,” realist, natüralist ve pozitivist ekolün temel bakış açısını oluşturan kavramlar bu nesnel gerçeklik iddiasıyla ortaya çıktılar. Farklılaşan ilgi ve bilgi alanlarının, kendi “uzmanlık” alanları doğrultusunda bağımsızlıklarını ilan ederek, bireysel adlarını almaya başladığı zamanlar… Daha önceleri, Tanrı’nın elinde ve kurumlarında olduğuna inanılan, sonra Rönesans ve Reform ve akabinde Aydınlanma teorilerine uzanan süreçte, insanın akıl ve mantığıyla bazen İlahi olanı tercüme, bazen de telif fikirlerle oluşturacağına inancın sarsıldığını da ifade eden dönem. Resimden fotoğrafa geçiş aşamasında ressamın öznelliğini, kendini gerçeğe katmadığı sanılan nesnel fotoğrafçı edasıyla yaklaşma eğilimlerinin dönemi. Ellere değil, ellerin yaptığı makineye önem veren gerçeklik. 1825’te çekilen ilk fotoğrafın, Eflatun’un taklit teorisini andırırcasına, bir atı geminden tutan adam resmine ait olması da manidardır. Ve artık bilimsellik ve onunla aynı koşumları taşıyan nesnellik, öznelliğin korumasız alanlarına tasallutta bulunur ve değişen atom teorileri ve post modern yaklaşımlara rağmen harcıâlem her konuda, “tarafsızlık,” yani gerçeğe sadıklık, yani dürüstlük ve adil bakışla özdeş hale gelir.
Hem bilimde hem de edebiyatta, bir dönem (mukallidi olduğu) mutlak gerçeğin not edicisi, yansıtıcısı sanılan insanın, gerçeği “yaratma” çabalarının olması on dokuzuncu asırdır. Objektifle beraber anılan fotoğraf makinesinin ilk modellerinin kullanımda olduğu,[i] sanayileşmenin, sömürü ve kolonizasyonun etkilerini Avrupa’da, toplumun kendini koruyamayan her kesiminde hissettirdiği asır. “Romantik” dönemin tasavvurlarında bile aslında artık nostaljiyle andığı kırsal cennetlerin yerini, hayata ve edebiyata giren acı, soğuk, vahşi yaşantılara bırakması, cinselliğin alenilik kazanarak şuuraltından edebiyat ve sanat döküldüğü asır: Zola’nın seri romanları ve Gustave Courbet’in Dünyanın Menşei adlı resmi. Türlerin Menşei ile başlayan süreçle, insan toplumlarının “güçlü olanın” hayatta kalacağına dair Darvinist gözlemle tasvir edildiği, insanların “kader”i muğlâk ve mücerret bir yön tayin edici olarak değil, bir sürü farklı etkenle beraber yeniden anlama çabası ve arkasından gelen Marksist başkaldırıyla “tarih”ini, kendi eliyle yazma yönündeki çıkışların asrı.
“Realizm (Gerçekçilik)” deki “real (gerçek)” kelimesinin “materyal (maddi)” olanla eşdüzeyliğine iman eden yeni bir anlayışın Romantizm ve Sürrealizme tepki olarak çıkması ve akabinde gelen sembolizm ve ekspresyonizme kayması aslında, izafiyet teorisi öncesinde gelişen gerçeği anlama ve aktarmadaki bireysel tavırların, katkıların hatta yansıtmanın (reflection) aksine, yansıyanı kırmayı (“refraction”) ve hatta “real” olana bir direnişi ifade eder. “Real” olana direnişin özünde, “real” olanın ona direnene verdiği acı ve kaçıma hissi ve o tür gerçekliğe yaratan unsurlara direniştir. Direniş direnileni muhayyilede, edebiyatta ve sanatta onu yeniden şekillendirme şeklinde tezahür eder. Yirminci asır başlarında, Eski Yunan’da beşinci asırda nispiyetçi sofistlerin, bilimsel anlamda Galileo’nun “tep tip hareket”lerin nispiyetine değinerek ele aldığı nispiyetçilik’in, Einstein ile atoma ve sonra hayata uygulayarak yeniden tanımlanması, “bilimsel” verilerle desteklenmesi bir anlamda “real” olana dair tekeli kırdı. Kutsal Kitap’ın tanımladığı evren tekeli çoktan kırılmıştı. Artık “evrensel, monistik, mutlakıyetçi, nesnel”lik iddiaları da yersiz olmuştu.
Sıfır medeniyet noktaları, milatlar oluşturmak suretiyle dış “kültür” etkilerinden tamamen uzaklaşarak insanı doğa laboratuarındaki potansiyelini ölçmek isteyen eserler yazıldı, filmler yapıldı. Oroonoko, Robinson, Tarzan, Lord of the Flies, Brave New World ve daha niceleri. Her milat oluşturma isteği temelde bir ideolojik yapı taşır. Tarihin merkezine değil, onu yeniden oluşturmak suretiyle ta başına, kendini koymak suretiyle, öncekinin reddini, silinmesini, hafızalardan ve tarihten “eski” ve “kokuşmuş”lar çöpüne atmayı murat ederken, yeni miladı tek milat, bir “tabula rasa,” tertemiz milat olarak görmek ister. “Milad”ın anlamının doğum zamanını ifade etmesi de yeni doğan bebekle özdeşleşen masumiyet ve temizlikle birleşir, milletlerin tarihindeki takvim değişiklikleri, kişilerin hayatlarında sorgu dönemleri ve Hac gibi ibadetlerin, “hidayete erme,” “ışığı bulma,” “yeniden doğma,” “uyanış” mantığının arka planını ifade eder.
Her uyku ve uyanış bir öz’nel davranıştır.
Uyutan ve uyandıran ise, bir başka öz’nel tavrı, uyuyan ya da uyanana nesne olarak bakmak ister…
[i] Photography is the result of combining several technical discoveries. Long before the first photographs were made, Chinese philosopher Mo Ti described a pinhole camera in the 5th century B.C.E,[1] Ibn al-Haytham (Alhazen) (965–1040) studied the camera obscura and pinhole camera,[1][2] Albertus Magnus (1139-1238) discovered silver nitrate, and Georges Fabricius (1516-1571) discovered silver chloride. Daniel Barbaro described a diaphragm in 1568. Wilhelm Homberg described how light darkened some chemicals (photochemical effect) in 1694. The fiction book Giphantie (by the French Tiphaigne de la Roche, 1729-1774) described what can be interpreted as photography.
For years images have been projected onto surfaces. According to the Hockney–Falco thesis as argued by artist David Hockney,[3] some artists used the camera obscura and camera lucida to trace scenes as early as the 16th century. However, this theory is heavily disputed by today's contemporary realist artists who are able to create high levels of realism without optical aids.[4] These early cameras did not record an image, but only projected images from an opening in the wall of a darkened room onto a surface, turning the room into a large pinhole camera. The phrase camera obscura literally means dark chamber. While this early prototype of today's modern camera may have had modest usage in its time, it was an important step in the evolution of the invention.The first permanent photograph was an image produced in 1825 by the French inventor Joseph Nicéphore Niépce on a polished pewter plate covered with a petroleum derivative called bitumen of Judea. Produced with a camera, the image required an eight-hour exposure in bright sunshine. Bitumen hardens with exposure to light. The unhardened material may then be washed away and the metal plate polished, rendering a negative image which then may be coated with ink and impressed upon paper, producing a print. Niépce then began experimenting with silver compounds based on a Johann Heinrich Schultz discovery in 1724 that a silver and chalk mixture darkens when exposed to light.
In partnership, Niépce (in Chalon-sur-Saône) and Louis Daguerre (in Paris) refined the existing silver process.[5] In 1833 Niépce died of a stroke, leaving his notes to Daguerre. While he had no scientific background, Daguerre made two pivotal contributions to the process. He discovered that exposing the silver first to iodine vapour before exposure to light, and then to mercury fumes after the photograph was taken, could form a latent image. Bathing the plate in a salt bath then fixes the image. On January 7, 1839 Daguerre announced that he had invented a process using silver on a copper plate called the daguerreotype.[6] A similar process is still used today for Polaroid photos. The French government bought the patent and immediately made it public domain. (Bkz. Wikipedia ilgili madde)