İnsan sanıldığının aksine üç zaman diliminde birden yaşar. Hatıraları ve hafızasında onların oluşturduğu birikim ve tecrübeleri ile mazidedir. Asli ihtiyaçlarını karşılamak, iş, güç ve eğitim ile ilgili işleri yürütmek için haldedir. Planları ve hayalleri ile de istikbalde. Zaman Allah’ı değil, sadece insan ve diğer mahlûkatı bağlar. Zaman insan için fayda ve öğretmek amaçlı bir kronolojiye sahip olup, ekvator kuşağı--aslında olmayan dilimleri insanın anlayacağı veya kendince anlamlandıracağı terkiplerin--saliseden yıla kadar uzanan terkiplerini ifade eder. Allah’ın nezdinde ise zaman mutlak bir hal hükmündedir: O’nun için dün, bugün, yarın yoktur. Kuran’daki zamansal ifadeler insanların algılarına göre tanzim edilmiştir. Arapçada mazi siygasının istikbali veya temennileri ifade ederken kullanılması dilbilimsel bir icazın yansımasıdır.
Tarih de kişisel anlamda yaşananların, toplumlar ve medeniyetler mesabesinde birikimlerin periyodik olarak ifadesidir. Tarih milli hafıza ve hatıra külliyatının adıdır. Hafıza bireysel insan ve toplumlar için önemlidir çünkü tarih içinde geçen zaman birikimi, birikimin kayda alınmasını sağlarken, kayda alınarak yeni sentezlere açık olmayı, onları hayat tarzı olarak teorik ve pratik olarak hayata geçirmeyi mümkün kılar. Aynı şekilde tarih, hal ile istikbalin endişesini yaşarken, mazi ile hesaplaşma ya da maziyi hal ve istikbali yargılamada bir ölçüt oluşturur. Bireysel hafızanın—mesela vuruk etkisiyle--boşalması ile bir milletin tarihinden bigâne olması aynı şeyin farklı ölçeklerini ifade eder.
Tarihin ihtişamı ile halin müptezelliği arasındaki devinim toplumlara farklı yansır. Mesela Türk-İslam toplumlarında mazi, hali hizaya sokmak için bir kıstas olarak işlev görürken; Amerikan toplumunda hali esas alan, ama geçmiş tarihleri yazarak yeniden şekillendiren bir tarzda gelişmiştir. Amerika önce Amerikan yerlilerini sonra da İngiliz etkilerini “ortadan kaldırmak” suretiyle, “Amerikan Toplumu”nu oluşturdu. Kimliğinin her uzantısı antitez olarak çıktı. Türk toplumu ise, Cumhuriyet döneminde Osmanlı kimliğinin hem devamı hem ona antitezleriyle oluştu. İşte bu nedenle, tarih madden ve manen bütün külliyatı ile haldeki kompleksleri hem yaratan hem de onları aşmak için bir moral enerji işlevi görecek müktesebatın adıdır.
Medeniyete gelince, insanın Allah’a, evrene, diğer insanlara, mevcut hayat ve müstakbel hayata göre konumlandırmasındaki tarzdan ibarettir. Mimarisi, musikisi, giyim tarzı, mutfak kültürü, davranışları, eğitim anlayışı, insanın varlığına dair fikirleri ve ona verdiği değerleri, bilim yoluyla insan ve tabiatın özündeki gerçekleri deşifre edip anlamak ve onu huzurlu ve mutlu olarak yaşatmak üzerine kurulan kurallar bütünü, mahalle düzeninden şehir düzenine kadar, ev içi hukuktan, devletlerarası hukuka kadar uzanan silsileyi oluşturan mekanizmanın adıdır medeniyet. Allah’ın evrende yarattıklarına insanın katkıları ya da şekil verme sürecini medeniyet tayin eder. Medeniyetin kadına bakışındaki hukuk da diğer unsurların ya bir yansıması ya da tamamlayıcı parçasıdır.
Tarihteki bütün büyük medeniyetlerin özünde din rol oynamıştır. Medeniyetlerin temelinde din olduğu kadar dinin özellikleri de rol oynadı. Adı ister semavi/ilahi dinler, isterse felsefi/insani dinler olsun, inanç sistemleri eğer insanlara inandırıcı geliyorsa anlam kazanmış; bir kimlik etrafında insan, finans ve kültür kaynaklarını birleştirmiştir. Yani dinlerin bir “milletleştirme” etkisi de olmuştur. Eskiden “İslam illeti” kavramının “İslam ümmeti” anlamında kullanılmasının nedeni dinin bu işlevselliği ifade eder. İslam öncesi dağınık aşiretler, kabileler tarzında yaşayan Arapların milletleşmesi İslam’la oldu.
İnsanın kendi içindeki, insanlar ve toplumlararası ilişkileri makul ve mantıklı, insanın fıtratını inkâr etmeden oluşturmaya hamle yapan dinler gelişmiş ve medeniyet kurmaya muvaffak oldu. Bunu yaparken medeniyetler ya belagati esas alan ve/ya zorbalıkla kural oturtan bir bakış açısı ya da davranış tarzını, gönül kelamını esas aldılar ki daha uzun ömürlü olmuşlardır. Fakat her iki halde de bireyi ya da idari korkuları harekete geçirmekten çok dini/ilahi duyguları harekete geçirdiler. Ritüellerin temel hedefi spritüel olana varmakla, ritüelin disiplin mantığını idari nizamın amaçlarına göre yönlendirmek arasında değişkenlik gösterdi.
Bu iç monitör ya da sansür mekanizması çalışınca, inanç mensuplarının bir kaç nesil boyunca durumu içselleştirme ihtiyacı vardır. Daha sonraki nesiller için hem o inancın geçerliği ve yaşanılabilirlik ve yaşanması gerekliliğine dair inançlar ve hayat tarzları artık kurumsallaşır, kanunlaşır. Ancak bu süreçte kurallar değil, kişiler esas alınmaya başlar. Kişiler esas alınmaya başlanınca, kuralın mücerretliği ve onunla gelen esnekliği kaybolur; şeklin önemi ve göstergesel yansımaları markalaşır. Markalaşma ise yaygınlaşma ile beraber tek tipliği getirir. Bir yandan kutsalı zımnen dışlama, bir yandan kutsaldan anlam çıkaranı ya da oluşan markayı kutsama eğilimleri tezahür eder. Anlamsal dinin yerini, resmedilen dine bırakır. Resmedene göre değişen bir vakıa ortaya böyle çıkmaya başlar. Sonuç olarak, dinin farklı tezahürleri yerine farklılaşmış din algıları ortaya çıkar.
İster semavi/ilahi isterse felsefi/insani ya da pagan kökenli olsun, dinlerin bir ortak noktaları vardır: yaygın bir insan problemine çözüm önerisi getirmek. Tarihsel açıdan bakılınca inanç sistemleri her zaman ve ancak kurdukları medeniyetler sayesinde gücü ve anlamıyla topluma yön vermişler, mimari, sanatsal, kültürel anlamda ve hatta mutfak ve adalet-hukuk geleneği oluşturdukları ölçüde başarılı olmuşlardır.
Budizm ve Yahudiliğin inşa ettiği tapınaklar; Hıristiyanlığın inşa ettiği dini kurumlar ve heykeller; İslam’ın inşa ettiği cami, mescit, çeşme, kervansaray, imaret ve külliyeler, köprüler gibi dini ve sosyal kurumlar; Eski Mısır’daki inancın ve o inanca dayalı tanrı ya da tanrının çocukları sayılan Firavun heykel ve piramitleri; yine İnka, Aztek ve Maya medeniyetlerinin ortaya koyduğu mimari harikalar bu inanç halkalarının mahsulüdür. Toplumun farklılık katmanlarına göre hassasiyetleri en çok geliştiren İslam dini oldu. Sosyal kurumların ve vakıfların amacı buydu. Amentü’de kendini bulan esaslar, toplumsal tabakaların umumunu hedef aldı.
Eski Yunan ve onun gelişmiş bir taklidi olan Roma medeniyetlerinde pagan addedilen, ama kendi içinde bir dini anlayışı yansıtan heykeller, mabetler, tiyatrolar, su yolları kendine özgü bir medeniyet algısınca oluştu. Asur ve Babil, Akat, Frikya ve Hitit medeniyetlerinde de benzer şeyler öne çıkmıştır. Ancak bireysel insana ulaşmaktan çok siyasi ve kültürel elit'in çizdiği sınırlarda saplandılar. Öte yandan, İslam giderek devletleşen bir dine dönüşünce, son ve en büyük devleti olan Osmanlı Devletinin gerilemesi ile geriledi, yeniden dirilme emarelerinde ise ritüel vurgusu ağır bastı. Spritüel unsurlarını kendi dinamikleriyle canlandırmak yerine, hasım olan dinamiklere karşı varlığını devam ettirmek isteyen kitlelere, tehdit olan devlet ve sistemlere antitez olarak yani “İslamcılık” olarak belirdi.
Diğer bir yanı da toplumda dinamik bir insanlar arası ahlak vurgusu yerine Allah ile kulu arasında—tam da seküler mantığa uygun şekilde!—işleri vaz etti, ama adeta aslında toplumsal anlamda emniyet, ticaret, siyaset ilişkilerinden soyutlandı. Kaybolmaya yüz tutan spritüelliği bir yana, gelişme ve gerilemenin tek müsebbibi olarak algılandı. Geri kalınca dindarlık olmadığındandı; gelişme ise dindarlıkla özdeş bir hal aldı. Burada hedef “yeterince” dindar olmayan dindarlardı; dindarların eleştirisi üzerine kurulu bir muhasebe yapıldı. Bazı “dini” grupların “başarıları” dindarlıkla özdeş tutulurken, aslında dini normlar etrafında oluşan “takım çalışması” göz ardı edildi.
Hâlbuki aslında Yahudiler, Almanlar, Amerikalılar ya da Japonlar “İslami” anlamda dindar değillerken, takım çalışmasından, planlamaya ve çalışkanlıktan üretmeye ve üretileni pazarlamaya yönelik başarılar ortaya koymuşlardı. Hatta bunları gerçekleştirme aşamasında, “engel” gibi görülen bazı dini normlar tırpanlandı, yeniden tanımlandı ya da budandı ve aşılandı. Sürecin devamında “Tanrı” ya da din adına değil ya da dinlerinin iç dinamiklerinden dolayı değil, sermaye, emek, üretim dağıtım ilişkilerinde zaman ve takım çalışması esası yatıyordu. Mensuplarının nizam algısı ve devamlılık bilinçleri hâkimdi. İronik bir şekilde, laik kesim de dindarlık olmasa da din yüzünden geri kalmaklığı benzer tayflarda, ama bizzat din eleştirisi tarzında yaptı. Hâlbuki Amerikalılar Avrupa’dan ve Japonya’dan daha “dindar” olarak bilinir. Yani mesele az ya da çok dindarlık türlerinde değildi, bizzat toplumsal hayat içinde dinin tezahür şeklindeydi. Yani ihlâs idi: işin mantığına, tabiatına göre davranmak. Ama İhlas, mesela ağacın güzel meyve vermesi anlamını da içerirken, giderek daralmış ve dini ıstılaha hapsedilmişti. Ritüelde kalmayan, spritüel algıyı kendi “ben”i ve “biz”i üzerine üzerine çıkaran bir algısı geride kalmıştı…
Bir din sadece dini kuralları vaz etmekle dindar bir toplum oluşturamaz. Zaten böylesi bir medeniyet yaşayamaz da. Medeniyetlerin yaşaması ancak ve ancak insanların ruhuna ve bedenine nakşettiği ve insanların hayatının her alanına mantıklı, makul ilişkiler ve yaşanabilir ilişkiler demeti halinde yansıdığı, felsefesi ve bilimi ile beyne, musiki ve edebiyatı hâsılı sanatı ile ruha hitap ettiği ve bunları sürdürecek iktisadi ve askeri gücü ortaya koyduğu sürece yaşar. Aksi halde kör, topal, ruhen hissetmeyen, ama bir şekilde şeklen taklit üzere yaşayan, dini sadece beceriksizliklerinin itikadı gerekçelerini bulmak, onları dinen rasyonelleştirmek ister. Bunu yaptıkça da günah ve ayıp komplekslerini tatmin ve arada kendini ve çoğu zaman başkalarını sansür etmek cüretini, kendine benzer kitlelere kişisel ve kurumsal tahakküm aracına dönüşür inanç. Zamanla dindarlık, bizzat bireysel nefsin terbiyesi için bir usul olmak yerine, komünal “ben”in galeyana gelmesine yol açtığı gibi, inancın varlığı başkalarına tahakküm etmeye dönüşebilir. Dindarlık öncesi ahlak ile dindarlık sonrası ahlak arasında sadece ritüel farkı olursa, vergi kaçırmak kadar zekâttan kaçırmak da meşruiyet kazanabilir.
İslam’da “âmir” olan sadece Allah’tır. Geride herkesin “memur” olduğu bir nizam içinde “amir” olma çabası aslında ilahi alanı zorlamak, emretme makamında olmak anlamına da gelecektir. O halde meseleyi “Diyar-ı Küfrü” “kâşaneler”, “Diyar-ı İslam”ı “viraneler”le bir tutan kavramlarından uzakta ve Japonların işinin “bizim dinimiz”, “bizim işimizin onların dini gibi olduğu” yanılsamalarından ötede ele almak gerekmektedir. Aksi halde, ikilemlerin içinde sürüklenme sonucu, ikileşen, üçleşen tabiatlar ve tiyatrolaşan toplum hayatı çıkacaktır. Shakespeare acaba bundan dolayı mı “The globe is a theater!” (=“dünya bir tiyatrodur” demişti)? Zamanın ruhu her neyse onu mu mikyas almalı yoksa inancın kendisini mikyas olarak alıp hayatı algılamalı sorusu burada devreye giriyor. Onun arkasından da bir ayetin meali: “ Ey müminler, iman ediniz!” Ve bu ayetin özel bir zaman dilimine hitap etmediği açıktır…