İslam tarihine göre, kıskançlık insanın yaratılması ve akabinde “İblis”in Şeytanlığa meyletmesiyle başlar. Kur’an-ı Kerim ilk insan Hz. Âdem’in yaratılmasını Tevrat’tan çok farklı bir şekilde anlatmaktadır. Allah Hz. Âdem’i yaratacağını meleklere iletir. Sonra, onların meraklı bakışları eşliğinde insanı topraktan yaratır ve meleklere, insana secde edilmesini emreder. İblis haricinde hepsi secde eder; İblis’in bu emre kendince itirazı vardır.
İblis’in insana secde etmeme gerekçesinin başında İblis’in gözden düşme korkusu ve kibri olduğu kadar, İblis’in Allah’ın sevgisini insanla paylaşmak istememesi de bir ana tema olarak ortaya çıkar. Yani İblis kıskançlığından dolayı, Allah’a değil insana düşman olur. Onun insana duyduğu haset şeytanlaşma sürecini tetikler.
Öte yandan, İblis, kıskançlığı ve insana karşı böbürlenmesine rağmen--Yahudi-Hıristiyan (YH) geleneğindeki Şeytan gibi--gücünü Allah’a denk bir mevkide görmez. Husumete dönen kıskançlığı sonucunda, yine Allah’ın izni ve ruhsatı ile insanı yoldan çıkarmak için çaba harcamaya başlayacak, ama bu hiçbir zaman dualistik bir mantıkla olmayacaktır.
Bu nedenle epistemolojik açıdan, İblis’in kaybı, insanın kaybından daha fazladır. İnsanın affa kavuşması çabucak gelirken, İblis ebediyen lanetli kalacaktır. İşte bu duruma işaretle kimi âlimler, “itaati Âdem’den, aşkı şeytandan” öğrenmek gerektiğini ifade etmişlerdir. Çünkü Hz. Âdem’in Hz. Havva’ya olan aşkı, Allah’ın Hz. Âdem’e olan iltifat ve sevgisinden --geçici de olsa-- geri kalmıştır.
Öte yandan İblis, Allah’ın sevgisini başkasıyla paylaşmamak adına Hz. Âdem’e husumetini ifade ederek, lanetlenmiş ve huzurdan kovulmuştur. Bu arada Hz. Âdem ve Havva daha önce Rab’leriyle paylaştığı alandan uzaklaşmış, tenzil-i rütbeye uğramışlardır. Ama onların soyundan gelenler, günah işlemeyi seçmedikçe günahkâr da olmamışlardır. Şeytan bu anlamda insandaki hem en iyiye hem en kötüye olan kapasite ve eğilimin “şer” olan kısmını kuvveden fiile dönüştüren, faal hale getiren bir unsur olarak tarihte yerini almış, ama İslam inancında bu fiillerin yaratıcısı olarak algılanmamıştır.
İslam geleneğindeki bu ilk kıskançlık hadisesinden sonra Habil ve Kabil ve Yusuf ile “Züleyha” meselesi de Kur’an da çok farklı geçer. Züleyha Kuran’da, Tevrat’ta “hadi benimle yat!” diye girmez sahneye. Ayrıca, onu ayıplayanlar da aslında Züleyha’nın düştüğü duruma düşmüş-- hatta bazı meallerde saklanır tarzda ifade edilse de--Hz. Yusuf’un da gönlünde bir gül tomurcuklanmış, ama Allah onu daha ileri gitmekten alıkoymuştur.
Bu olayların gelişimini aslında iyi okuyan ümmet kendilerince o ikisini birbirine layık görmek suretiyle hikâyelerde evlendirmişlerdir de. Sonra da bazı mutasavvıflar buna bir değişik açı getirerek, kendilerince, Yusuf nezdinde Züleyha’nın aslında Allah’ı sevdiğini ifade etmişler, Züleyha’nın farkındalık düzeyinin başlarda az olduğu için, bazı hatalar yaptığını bizzat onun ağzından ifade etmişlerdir.
İslam tarihindeki diğer kıskançlık örneklerine gelecek olursak…
Hz. Peygamber’in ilk eşi Hz. Hatice’yi çok sevdiği herkesin malumudur. Sonraki yaptığı evliliklerden sonra da onu anmaya devam etmiştir. Hz. Peygamber çok sevdiği Hz. Ayşe’ye Hz. Hatice’yi anlatır bir gün ve fakat Hz. Ayşe onu hem dinler hem de kıskançlık alametleri gösterir. Hz. Peygamber, hayattaki her temel hususla muhatap olarak insanlara almaları gereken tavırları şahsında evlenerek de gösteren Yüce insan ve Resul, onun dinler, gülümser. O Ayşe ki Resul eşi, onun su içtiği bardağı alıp onun içtiği taraftan su içerek içindeki samimi sevginin derecesini göstermiştir. İslam sonrasında bile kabileler arasında kıskanma neticesi fitneleri halletme yönünde hareket eden Peygamber, hem insan hem Resul olarak ne güzel yapmıştır!
İslam tarihinde Mevlana ve Şems arasındaki ilişki de bir kıskançlık ve yanlış anlama halesine bürünmüştür. Şems ile Mevlana’nın birbirlerine olan aşklarını anlamayan bazı Batılı yazarlar, etnosantrik okumayla onların eşcinsel olduklarını ifade etmişlerdir. Hatta kimi şiirlerinden yola çıkarak, bazen bizzat Mesnevi’den yola çıkarak bu iftirayı ispatlamaya çalışmışlardır. Bunların başında Hüsamettin ile Mevlana’nın konuşmaları olup, müritleri arasında, Mevlana’nın Şems ile bazen günlerce bir odaya kapanmalarının fitneye yol açtığını ifade ederler. Hüsamettin’e de bu aşkı fazla açamayan Mevlana, dolaylı olarak kendini sevenler arasında bir karışıklığın da nedeni olmuş gibidir.
Ve kıskançlık veya hasetle ilgili nice ayet ve hadis, bu kişilik marazlarına değinmiştir. Çünkü birisine kendinde olmayan hasletlerden dolayı haset ve kin gütmenin bizzat Allah’ın takdir alanına itiraz anlamı taşıdığı ifade edilmiştir. "Allah'ın sizi birbirinize üstün kılmasına haset etmeyiniz" buyrulmaktadır (Nisâ 4/32). Hadislerle hasetle ilgili hükümler de benzerlik göstermekte ve aslında bu ayetin farklı açılardan izahatını yapmaktadır: "Bir kulun kalbinde imanla haset bir arada bulunmaz." Dahası bir başka hadiste "Ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi haset de iyilikleri yer bitirir," buyrulmaktadır.
Şems’i anlayan zaten Mevlana olmuştur. Mevla’nın Şemsi, Mevlana’nın Şems’i, Şems’in Mevlana’sı, aynanın sırrı, aşkın sırrı, yürek ve zihinde tevhit olunmanın sırrı olunca, bir arada olduklarında dünyayı unutan iki kişi, aslında bir anlamda birbirlerinde ruhlarının makeslerini bulmuşlar, tevriyeli şekilde Mesnevi’de geçtiği gibi, Mevlana güneşi (Şems) görmüş, gözleri kamaşmış, ruhu kamaşmış ve iki beden ortadan kalkarcasına muhabbet içinde erimiş yekvücut olmuşlardır.
Brokeback Mountain filmindeki kovboylar bunun neresinde olabilirler ki? Günümüzde onca iletişim araçları ellerde, ceplerde, evlerde ofislerde olmasına rağmen insanların bu kadar iletişim sıkıntısı çekmelerinde acaba daha başka hangi amiller vardır? Hayatı, insanı, onlardan yola çıkarak Allah’ı okumaktaki sıkıntı mıdır? O’na yönelmesi gerektiği söylenen sevginin, varlığın özüne O’nu koymak suretiyle, O’nun yarattıklarında tezahür etmesi acaba birbirine tezat olan şeyler midir?
İdeolojik Haset ve husumetler
Son olarak, kültürler arası, milletlerarası, rejimler, siyasal sistemler, ideolojiler ve sınıflar arası kıskançlıklar da tarihin akışında önemli dönüm noktaları oluşturmuştur. Devrimciler en çok devirdiklerinde gördükleri güce ve kudrete hayrandırlar. Tarihte devirenlerin devirdiklerinden daha iyi oldukları çok az görülmüştür. Ve hatta devirenler devirdiklerinin yeni sürümleri olarak ortaya çıkmışlardır.
Endülüs Medeniyetinden öğrendikleri onca şeye rağmen, Haçlı seferlerinin bir kısmını da onlara “Reconquista” olarak yönelten Haçlıların beynini kemiren, aslında onların farklı dinlerden olmaları, kendileri “Tanrının Oğlu ve Tanrı” olan İsa’ya inanmalarına rağmen, onların neden daha temiz, daha müreffeh, mutluluk ve düzen içinde yaşamalarıdır. Tarihteki ilk sokak lambalarını kullanan, İspanya ve civarını sanat, bilim, edebiyat ve mimari şaheserleriyle donatan bu kültürün insanlarını yok etmek istemeleri kimin Tanrısının kim olduğu değil, onun arkasına gizlenmiş kilise destekli bir kıskanma hissiydi.
Aksi halde en azından kendi Hıristiyan kardeşlerine ve başka kiliselere yönelik talan hareketleri, katliamlar, tecavüzler olmazdı. Bu Haçlı seferlerinde Müslümanlar kadar olmasa da Roma Kilisesi dışındaki Hıristiyanlar da zarar gördüler. Ermeni ve Rum Ortodoks Kilisesi zaten ezelden beri husumet ve rekabet içinde olmuşlardı. Hıristiyanlıktaki kuma mezhepler olarak İsa’yı sahiplenme ve İsa üzerinden iktidar edinme arzularını hiç kaybetmediler.
SSBC dağıldıktan sonra Komünist Blok ülkelerindeki devlet başkanlarının zımnen ya da aleni en çok taklit ettikleri insan, Stalin olmuştur. Çarlık Rusya’sının bitmesi aslında Çarı da bitirmediği gibi, Amerikan Bağımsızlık Savaşı da İngilizleri bitirmek yerine, onları Amerikan toprağında ihya etmiş hatta İngilizlerin tarihte kotardığı ön çalışmaların uygulayıcısı en çok Amerikalılar olmuştur.
Marks 1844 yılında Komünist Manifesto’yu yayımladığında, kendisine bir kapitalistin oğlu Engels’in destekleri her türlü olmuştu. Aslında Komünizmin, onun hayal ettiği “adaletli” sosyal paylaşım mantığında kapital ve kapitalin getirdiği güç odaklarından çok, kapitalist olamamanın getirdiği bir kıskanma yatıyordu. Maddeye bakışı bu anlamda Kapitalizmden farklı değil, ama kapitalin kimlerin elinde şekillenmesi gerektiği konusunda antitezler sunuyordu Marks.
1917 Bolşevik Devrimi’nde neler oldu aslında? Kimlerin hayatı değişti? Kimlerin artıları oldu? Çarlık öncesi ve sonrasında, aristokrasiden yeni bir bürokrasiye aktarılan iktidar, aslında iki dönemde de sıkıntı çeken insanlara avunma hislerinden ibaret kaldı. Belki “süper güç” psikozu ile kendilerini kandıran kitlelere mensubiyet fikrinin getirdiği yalnızlık hissinden uzaklaşmak oldu. Nitekim sonrasında acı şeyler yaşandı ve 1989 yılında başlayan Varşova Paktının çöküşü, Doğu Almanların Batı Almanya’dan getirilen muz dolu kamyonlara saldırması, Moskova’da açılan ilk McDonalds’ın önünde iki saat bekleyip "fast" olarak "food" yemek isteyen Ruslar hala hafızalardadır...
Siyasi olarak Osmanlının son dönemiyle Cumhuriyetin ilk döneminde Eski Osmanlıya tavırdaki en önemli amil Osmanlı döneminin ihtişamı altında ezilme hissi oldu. Sonuç hasede dönüştü tabii ki ve arkasından da eskiyi yererek yeniyi meşrulaştırma çabaları oldu. Cumhuriyetin ilk dönem uygulamalarının özünde hem o yükün ağırlığı ve de erişilmez görünmesi hem de yeni dönemin kendini onun yerine ikame etmek için devreye soktuğu bir propaganda görünümlü haset yatmaktadır. Bu süreç kendini muhaliflerine klonlayarak devam etmiştir.
Türkiye’deki ideolojik kavgaların özünde yatan şey de aslında bu bağlamda anlamlıdır. Vaktiyle sosyalist-komünist ekolden gelenlerin, İzmir’de Tariş tesislerini, sokakta lüks arabaları yakma çabalarının arkasında garip bir çelişki aslında kıskanma hissinin boyutlarındaki ideolojik sosyal kavgalara ışık tutmaktadır. Bu “fırın yıkma” hadisesinin ötesinde bir durum olarak ortaya çıktı ve devam etti.
Feminist hareketlerin de özünde olan ataerkil yapısının sistem sorunsalının kendisi olmadı, olamadı. Sadece o yapıya, o yapının kurallarına biatle ortak olma çabasından ibaret kaldı. Feminist ekollerin ancak bir kısmında hem entelektüel derinlikte hem de çıkar-bağımsız tenkitlerin olması, yani feminizmi kişisel problemlere duygusal yastık ya da dayanak yapmanın ötesinde bir yeni ışık olma durumu kısıtlı bir evrim olarak kaldı.
Komünist akımların hem siyasal açıdan hem sanat ve spor olaylarıyla çekim merkezi olduğu dönemlerde, hem Batı karşıtlığı hem de Komünist karşılığına tekabül eden, ama onu bir şekilde İslam’a da yakın bulan İslamcı akımların özünde yatan da farklı şeyler olmadı. Bazen “yeşil kuşak” tamponu, bazen “yeşil kitap” türü reçeteler Marksist sloganları kullanmadan, ama Marksın değindiği yaralara değinerek köklerini oluşturdu.
Bunlara tarihsel hesaplaşma mantığı da eklenince İslamcılık, aslında bazen Yahudi dediği, bazen Sabetay dediği, bazen laik-Kemalist, “ehl-i dünya” diye yaftaladığı kesimlerin yaptıkları ne varsa, aslında fena şeyler olmadığını onların imkânlarına sahip oldukça gördü. İslamcılar arasındaki mücadele, ilerde İslamcı alt kesimler ile İslamcı burjuva arasında olacak gibidir. Dahası, bu kavganın yine ayetler ve hadisler öne sürülerek her kesimin kendi yaptıklarını meşrulaştırma savaşı devam ederken, İslam’ı başkalarını değil, kendini terbiye etme dini olarak görenler de bu çatışmanın diğer tarafını teşkil edecekler. Buradaki en büyük tehlike hakkı hak olarak ifade etmek yerine, gizli hasetleri dini söylemlerle silaha dönüştürme eğilimleri olacaktır.