Tesettür Saraybosna’yı örter mi?
Osmanlı yadigârı Saraybosna’dayım.
Tarifi imkânsız duygular yaşatıyor.
Kelimelere dökmek kutsal bir sırrı ifşa etmek gibi geliyor insana.
Sanki sadece içimde yaşanması gereken duygu tufanları oluşuyor.
Genzime çöreklenen şeyler oluyor.
Yutkundukça, gözlerime çeğmelenen hüzün daha bir derine iniyor.
Soyadı Boşnak olan bir Türk olmak, soyadı Türk olan bir Kürt olmaktan farklı bir şey.
Devletimiz Boşnakça kanal açmak isteyince, Rumeli Federasyonundan itiraz gelmişti: “Biz devlete ne yaptık ki, bizi buna reva görüyor?” demişlerdi.
Boşnakça bilmem, babam da bilmezdi, dedem de.
Rumeli’den geri döneli en az bir asır olmuş.
Muhtemelen Osmanlı-Rus harbi döneminde dönmüş bizimkiler.
Bir rivayete göre de, o zamanki dedemizi Osmanlı görevlendirmiş Türkiye’de.
Sonra da zaten Rumeli veda eylemiş Osmanlı’ya.
Osmanlı beyaz bayrağında kan, dönmüş oralardan.
Ecdadım asırlar önce Konya civarından Rumeli’ye gelmiş.
Doğrudan Saraybosna’ya mı gelmişler, bilmiyorum.
Ama üçüncü kuşaktan dedem Saraybosna’dan sonra Kayseri’ye yerleşmiş.
Ondan beri de sancıları ve gururu ile Türk ve Türkiyeli olarak yaşamışız Türkiye’de.
Türkiye ilticagahıdır civar ülkelerin.
Ve Türkiye sırf bundan dolayı bile kutsal bir vatandır.
Türkiye’ye iltica edenler çok oldu Rumeli’den, Kafkasya’dan, Kuzey Irak’tan, İran’dan, Doğu Türkistan’dan…
Ve Türkiye sınırlarının yakınlarında mülteci ve muhacir semtleri kurmuş belki de tek ülkedir.
Milyonlar aktı ülkemize…
Bakmadık kimdir nedir diye, bağrımıza bastık.
Onların dertleri sıkıntıları bizim de oldu.
Faziletin, melanet olarak geri döndüğü bir zamanda yaşıyoruz.
Ama başka türlü de yapamazdık ki!
Bakın Fransa’ya ve diğer Avrupa ülkelerine…
Roman kökenli 10 bin insanı nereye koyacağını şaşırdılar.
Yahudilerden sonra en çok husumet beslediği Türkler oldu Avrupa’nın.
Bir ara Ruslar yarışta öne çıkacak oldu. Sonra yetmedi nefesi, düştü ölçümden.
En ufak bir sorunda nasıl da yeni yasalar ve uygulamalarla Avrupa ve Amerika kendi çıkarına uygun kılıfları resmi jargonlara döküyorlar!
Peki…
Türklerin iltica ettiği, edebildiği, çalışmadan, üretmeden bakıldığı neresi var dünyada?
Türkiye aleyhine olmadan hangi Türkü bir yabancı ülke bağrında barındırıyor?
Mesele budur işte…
Ensar ve Muhaciri Türk insanı hafızasında hala canlı tutuyor.
Ve fakat Türkler kendi değerlerine nerede sığınma hakkı arıyor?
Türkiye’den başka nereye iltica etmeli ülkemizin değerleri?
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine devredilen nice sürgünler yaşanacak daha?
Bize ait sorunları siyaseten suiistimal etmeden, istismar etmeden biz halletmedikçe başka ülkeler bu sorunları katmer katmer kanlı bohçalar içinde bize sunacaklardır.
Terör sorunu böyle oldu. Olacak da.
Diğer sorunumuz türban da hem hükümetin hem de muhalefetin istismar edip iktidar yörüngesine oturmak için kullandığı bir ateşleme roketi oldu.
Artık üniversite koridorlarında cadı avına çıkarcasına türbanlı ve/ya sakallı avına çıkmanın—AB-D kriterleri filan umurumda değil—kendi milli hakkaniyet duygumuzu rencide ettiği fark etmemiz lazımdır.
Aynı üniversite sınavına girip de aynı sayıda soru hatta daha fazlasını cevaplayıp da --sırf okul farkından dolayı—istediği bir bölüme girmeye hak kazanamayan gencecik insanların ülkemiz dışında bir “diaspora” oluşturduğunu fark etme zamanıdır.
Ve geri dönüyorlar bu insanlarımız, yıllarca gittikleri ülkelerde kendi ülkelerinin bu abes durumunu anlattıktan sonra. Geri dönüp bir de yine Türkiye’de anlatıyorlar.
Vatandaki ahmaklıklara kızmak hepimizin hakkıdır.
Düzeltme çabaları da hepimizin hakkaniyet hislerini besleyecektir.
Her türlü zulme karşı olmakta olduğu gibi, türbanından dolayı ülkesinden ayrılıp dışarıda“diaspora” oluşturan insanların zulme uğramasına da karşı olmak insanlığımızın, vatandaşlığımızın şiarıdır.
“Demokrasi” filan demiyorum. Onu da eskitti ülkemiz demo halindeyken.
Kuran’daki yerine de girmek istemiyorum.
“Füruat” kıvırmalarına hele hiç…
Ben bir öğretim üyesi olarak, öğrencilerimi vatanlarını seven, ülkeninin insanlarını seven, onlarla barışık, fikir üreten ve o fikirleri hocasına muhalefet etme cesaretiyle açığa vuran “bireyler” olarak dersliklerde görmek--cinsiyetlerine, dinlerine, mezheplerine, milliyetlerine kör olarak—istiyorum. Ülkeleriyle, üniversiteleriyle gurur duymalarını istiyorum. Türbanlarının ve türban karşıtı olmalarının onları “kamplara” bölmesini, oylarını siyasi partiler temelinde tekelleştirmesini istemiyorum. Bana fikirleriyle karşı çıkabildikleri gibi, siyasi parti, cemaat, toplumsal hayat içinde de onurlarının en büyüğünün zulme karşı durarak, müstakil vicdanlarının istikametinde beslenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Ki, ne kendilerine destek verenler, ne de karşı çıkanlar gibi sürüleşmesinler.
Ki, liseden çıkıp başka ülkelere ve küskünlüğe zorunlu hicret etmesinler.
Ki, vatan hasreti, aile hasreti çekerek, Türkiye’yi gönüllerinde ebedi sıla yapmasınlar.
Ki, demokrasiyi sadece oy kullanmaktan ibaret görmesinler.
Ki, dinli, dinsiz demeden, sadece yaptıkları işlerle insanları değerlendirebilsinler.
Ki, ne türbanın ne da türban karşıtlığının altında kalmasınlar.
Ki, türbanın tek başına dindarlık, türbansızlığın dinsizlik olmadığına yürekten inansınlar.
Ki, yürekleri hasretten değil, bilgiye susamaktan yansın.
Ki, yurt dışına çıktıklarında ülkelerini ve insanlarını hep sevgiyle anlatsınlar.
Ki, onurlu bireyler olarak, hayatlarında ne kadar yanlışlık varsa onlara karşı durma mecalini kendilerinde görebilsinler.
Ki, doğuşta bütün insanların türbansız doğduğunu ve kültürün bizi farklı şekillerde giydirdiğini anlasınlar. Farklı yaratılmanın aslında, kendimizi daha iyi tanımak için gerekli olduğunu anlasınlar.
Ki, herkes kendine yapılmasını istemediği bir şeyin, başkalarına da yapılmasını istememenin demokrasi ötesinde bir fazilet olduğunu hatırlasın.
İşte…
Saraybosna’da bir Türk üniversitesinde beş gündür olmanın bana yaşattıkları bunlar.
Ve türbanlı olmayan kızımı daha şimdiden özledim.
Bütün yavrularından ayrı anne babalar gibi.
Sahi türban neyi örtüyor ki!
Gözyaşlarını mı?
Vicdanları mı?
Siyaseti mi?