Hz. İnsan, Hz. Peygamber ve emanet
Hz. Peygamberin, henüz peygamber olmadan yaşadığı bir hadise vardır ki, Hz. İnsan olarak onun şahsında tekemmül etmiş olan vasıflarını özetlediği gibi, gelecekteki yolunu da çizecek somut yol haritasını da çizmiştir. Kâbe’nin yeniden yapılmasında aldığı rol ve daha da önemlisi son aşamada yaptığı hakemlikti bu hadise.
Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından yapılmış olan Kâbe, geçen uzun asırlar içinde yağmur ve sel suları ile harap olmuş, tamir edilmesi gerekmişti. Kureyşliler, Kâbe binasını yıkarak, yeniden yapmaya karar verdiler. Yardımlar toplandı, gerekli malzeme temin edildi. Hz. İbrahim’in yaptığı temele kadar yıkarak, duvarları yeniden örmeğe başladılar.
Ancak “Hacer-i Esved”i yerine koyma sırası gelince anlaşamadılar. Kureyş’in bütün kolları, bu şerefin kendilerine ait olmasını istiyordu. Anlaşmazlık dört gün sürdü, kan dökülmek üzereydi ki, Kureyş’in en ihtiyarı Ebu Ümeyye veya Huzeyfe b. Muğîre ”Harem kapısından ilk girecek zatın hakem yapılarak, onun vereceği karara uyulmasını” teklif etti. Bu teklif kabul edildi. Az sonra kapıdan Hz. Muhammed girmişti. Buna o kadar sevindiler ki, “el-Emîn, el-Emîn, O’nun hakemliğine razıyız…” diye bağrıştılar. Yıl 605’ti ve Hz. Peygamber henüz peygamber değildi. Hz. İnsan’dı gelen, mehabetiyle, emniyetiyle, ünsiyetiyle Hz. İnsan. Ona adını dedesi, “emin” sıfatını tanıyan herkes vermişti. Allah’ın verdiği risalet, onun ünsiyetindeki kemalden sonra vuku buldu.
Ve yanlarına gelince, durumu anlattılar Hz. Peygambere. Bunun üzerine yapılan teklifi kabul etti ve “emin” olan şahsına adaleti ekleyip ortaya uzlaşının güzel bir örneğini sergiledi. Hz. Muhammed, bir örtü getirterek Hacer-i Esved’i onun üzerine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı, hizaya gelince de taşı kendi elleriyle alıp yerine yerleştirdi. Örtü onu tutan bütün ellere hem iktidarı hem de sorumluluk anlayışını yüklüyordu. Böylece Kureyşliler arasında çıkmak üzere olan bir çatışmanın da önüne geçilmiş oldu.[1]
Bu tarihsel olay, o günün Arap Yarımadasındaki kültüre dair önemli tespitlerde bulunurken, günümüze de ışık tutmaktadır. Şöyle ki:
1. Kâbe’nin fiziki yapısı kutsal değildir. Aldığı emir doğrultusunda, Hz. İbrahim, tamamen dünyevi malzemeden ve insan emeği ile Kâbe’yi inşa etmiştir. Bakım yapılmazsa, Kâbe’de yıkılabilir, ya da yangın, sel gibi afetler Kâbe’yi de rahatlıkla etkiler hatta yerle bir edebilir. Bu da Kâbe’nin yapısal kutsallığı olmadığı, ancak insan bilgi ve ustalığı ölçüsünde dayanıklığının söz konusu olmasıdır. Nitekim Kâbe tarihte çeşitli dönemlerde tamir bakım işlemlerinden geçmiştir. (Zilzal Sure’sinin her depremde bir şeylere delil edilmesi anlamlı değildir.)
2. Kâbe, malum olduğu gibi, aslında mahal itibariyle Hz. Âdem’den Hz. İbrahim’e bir bağlantı kurarken, bir ontolojik hatırayı epistemolojik bir abideye dönüştürmüştür. İnsan’ın sonraları ancak kazanarak gireceği ifade edilen mekândan kopuşudur esas olan. Tanrı’dan kopuş, cennetten kopuşa yol açmış ve fakat insan olarak sürgün döneminin hatırasıdır Kâbe. Tanrı’dan kopan insanın sonradan Hac vesilesi ile yaratılıştaki fıtrat akdini yenilemenin adıdır tavaf.
3. Hz. İbrahim, oğlu ile Kâbe’yi inşa etmiştir, ama yaptığı bina sonradan farklı müşrik gruplarının Tanrı’ya ulaşmak için kullandıkları putların mekânları haline gelmiştir. Bu nedenle onun banisi olan İbrahim, sonraları onun korunmasını da üstlenmiştir. Bunu yapması içinde müşriklerin Kâbe içinde barındığı muhafaza ettiği kabile tanrılarını, yani totemlerini, yani putlarını temizleme işini de o üstlenmiştir.
4. Hz. İbrahim, putları parçalamış ve fakat bunu yaparken Kâbe’ye dokunmamıştır. Kâbe’yi temizlemek, onu yıkmak şeklinde olmamıştır. Kabile totemlerinin önemini anlamasına rağmen, semitik asabiyetin önemini bilmesine rağmen bu “tezkiye” işini yapmış ve baltayı geride bıraktığı tek bir totemin boynuna asmış, inancın rasyonel tarafına dair bir ders vermiştir. Kendisine totemleri kimin kırdığını soran dehşete düşmüş kabile mensuplarına, “bakınız balta şu totem üzerinde durduğuna göre, o kırmış olmalı!” derken, alışkanlıkları icabı, Allah’ı totemleştiren kabilelere, totemsiz Allah’a ulaşamayacağını vehmeden kabilelere bir mantık dersi vermiştir. Totemi yaratan insandan, insanı yaratan Allah’a dönüş uyarısıdır gelen. “Ama o cansız bir şeydir, harekete geçip diğer totemleri kıramaz!” itirazı üzerine, “o halde kendilerine faydası olmayan bir putun, size ne gibi bir fayda ya da aracılık etmesini beklersiniz? Hz. İbrahim’in siyaseti, hakikati tahrif etmeden uyguladığı bu ikinci örneğin birincisi ise, karısı ile Mısır’a girmesi esnasında yaşanmıştı.
5. Kâbe bu anlamda, daha önce, Kuran’a göre Hz. İsmail, Tevrat’a göre ise İshak’ın kurban edilme hadisesinde, hem baba hem kul olarak İbrahim’in, hem de evlat ve kul olarak oğlunun “mutlak hakikati” sorgulamadan itaate dönüştürürken, kabileler arası totemlerden birinin diğerlerine galebe çalması değil, tevhit esasına dayalı (monoteist) evrenin merkezine Tanrı kavramını oturtan, o evreni okumanın özünde evrenin yazarı olan Tanrıya kelimeler ve paragraflardan oluşan kitabı okuyarak ve oradan yazarına tümevarım mantığıyla ulaşma yollarını göstermişti. Daha önce Tanrı’yı ararken de bu yolu izlemişti Hz. İbrahim. Güneş’i, ayı onlara tapanların gözüyle izlemiş, ancak Tanrı’nın onlardan yüce olması gerektiğini anlamıştı. Bu süreçte tamamen akıla dayalı bir mantıksal çıkarım varken iki büyük sınavında Allah’ı tamamen içinde hisseden sıddik ve itaatkâr bir insan ve kula dönüştü. Diğer insanlara olan isyanında Allah’a itaatinin gücü yatıyordu. Birinci büyük sınavını oğlunun Kurban edilmesi ile yaşayan İbrahim, ateşle olan ikinci imtihanını yaşadığında aslında belki de daha korkusuz, daha az endişeli idi. İkinci imtihan sadece şahsını içerdiği için ve başaracağın inancı tam olduğu için daha az sıkıntılı idi. Ve o zaten emindi olacaklardan. Firavun’u değil, Allah’ı esas aldı tepkilerinde. Biliyordu ki aslında cennet de cehennem de aynı hakikatin iki farklı tezahürüdür. Firavun’un ateş yaktırabilirdi, ama ateşe yanma ve yakma emrini verme yetkisini bağışlayan Allah’tı.
6. Hz. Peygamber Hem Hz. İbrahim’in inşa ettiği Kâbe’nin, onunla zirveleşen bir tevhit geleneğinin temsilcisi ve hatta lideri olarak, hem peygamberlik öncesi uzlaştırıcı lider, hem de peygamberlik sonrası, kendinden önceki gelenekleri, onları külliyen lağvederek değil, nesh ve tashis ederek kabul etti. Karataşın, Kâbe’nin bağrına yerleştirilmesi esnasında, hem farklı kabileleri bir araya getirerek hem de Karataşı yerine bizzat kendisi ikame etmek suretiyle, hem mirası sahiplenen hem de ileri götüren Hz. İnsan olduğunu ifade etmişti. Sonraları “Medine Vesikası”nda da aynı yaklaşımın izlerini görmek mümkündür. Birleştiren ve tayin eden bir çerçeve bakıştı bu. Tamirat sırasında bizzat çalışması ve tamiratta kullanılan malzemelerin de bir kilise tamiri için getirilen gemiden elde sağlanması,[2] farklı tevafuk türlerinin de tevhidiyle meydana gelmiştir.
7. Kendisine herşeyin emanet edilebileceğini, onu tanıyanların ittifakıyla “Emin” bir insan olduğu vurgusu Hz. Peygamberin risalet hayatında da en önemli özelliklerinden biri olarak karşımıza çıkacaktır. Allah’ın eğittiği insan, kullarının tasdikiyle, seçimle değil ama “atamayla” peygamber olduğunda, ona biate engel olan şey kişisel inatlar ve/ya kabile çıkarlarından başka şey yoktu.
8. Semitik kabileler arasında “şeref” konusu hayatlarını tayin eden bir kültürel unsurdur. Şereften kasıtları çoğu zaman, farklı pederşahi kabileler arasındaki rekabette öne çıkma, ama aynı zamanda devamlı diğer kabileleri aslında kendilerini algılama ve yargılamaları azami bir önem verme, dolayısıyla kendi ahlaki yapılarını “başkaları ne de der?” diğer kabilelerin bakışı nasıl olur esasına dayanır. Şeref tüm kabileleri bağlayan bir yasa ya da prensipler toplamı değil, ironik bir şekilde, diğer kabileler arasındaki husumet derecesindeki rekabete rağmen, onları hareketlerini izleyen bir tanrısal konumda algılama değeridir. Bu anlamda bu kişiler ve grupların tamamın bağlayan değil, her kişi ya da grubun bir “superego=üst-ben” konumuyla diğerine dayattığı ananeler, törelerin yekûnudur.
9. “Şeref” kabilelerin erkekleri arasında dolaşan bir değer töresel unsurdur. Kadınların bu süreçte tayin ve tarif ettiği hiçbir şey yoktur. Şeref pederşahi kültürün erkekler arasında kadınlar üzerinden rekabet, mülkiyet ve tahakküm dürtülerine dayanan, çoğu zaman din dışı, ama din gibi işlev gören bir yargılama değeridir.
10. Farklı Arap kabilelerinin Kâbe konusunda yarışmaları, Kâbe’nin tarihsel kimlik ve kutsallığından çok, bu süreç içinde kimin lider olması gerektiğine dair bir sembolik tutumu ifade eder. Araplar ülkenin coğrafi yapısından dolayı kabileler halinde yaşarlar ve sık sık birbirleriyle kavga ederlerdi. Aşiret ve sülale ünsiyetlerine bağlı düzen içerirlerdi. Bu yerleşke dağınıklığı Arap diline de yansımış ve bazı durumlarda aynı şeyi ifade eden 150 kelime en anlamlı kelime olarak dilde yer almıştır. Dile zenginlik katan bu durum, aynı zamanda aynı topraklarda mücerret hayatlar yaşayan kabilelerin de çokluğunu ifade eder. Araplar millet değil, kabile olarak kimlik oluşturmuşlardı. İslam’dan sonraki yıllarda sadece Kâbe ile ve Kâbe etrafında değil, bir bina olarak değil, farklı Arap kabilelerini yeni ve tek kimlik etrafında toplayan ve onlara müşriklik haricinde yeni bir müşterek hedefte İslam ile tevhit edildiler. İslam sonrası dönemde kabileler arası rekabet dönem dönem nüksetmesine rağmen rekabetin hedefi başka toplumlara yöneldi. Bu süreç onları İslamlaşmayla gelen bir milletleşme dönemine de sokmuştu. Araplar “shame=ayıp” kültüründen, “guilt=suç” kültürüne de geçmiş oldular. Yani X kişi ya da grubunun Y kişi ya da grubunun değerleri doğrultusunda bir tekevvün yaşadı. Artık X Y’ye, Y X’ göre değil, X’den Y’ye herkesi bağlayıcı nitelikteki değerler sistemine göre hareket edilecekti. İbn Haldun’un Mukaddimesinde ifade ettiği gibi, Arap geleneğindeki “asabiyet” hemen ve tamamen hiçbir zaman bitmedi, ama “takva” kavramı genel bir üstünlük mikyasını oluşturdu. Kendi aralarındaki galebe çalma hisleri Arapları Emevilerden Abbasiler ve sonra yine Endülüs Emevileri boyutunda siyasal rekabeti devam ettirse de, temelde Araplar için birinci halka da “Arap” ve “müstareb” (=araplaşmış) ve “acem” adı altında toplanan aslında Persleri ilk planda ama genelde Arap olmayan her unsuru içeren ve Eski Yunandaki, Yunanlı dışı herkesi “Barbar,” Eski Roma da, Romalı dışı herkesi “Barbar” (berber) olarak algılama hissi de içten içe devam etti. Asabiyet hissine baskıyı koyan, İslam oldu. Veda Hutbesi’nde veciz bir şekilde anlamını bulan “Arabın aceme, acemin araba üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” ilkesi temel bir düstur oldu. Öte yandan, Hz. Peygamberin Kureyş kabilesinden olup ve fakat Kureyşçi olmamasına rağmen, “Asr-ı Saadet” sonrası halife seçilmesinde kimi tartışmalarda hem siyasi hem de fıkhi olarak sık sık gündeme geldi. Bu durum Osmanlı’nın hilafetten “feragat” ettiği dönem olan Cumhuriyet döneminde, hilafet seçiminin TBMM’ye devredilmesi konusunda gene gündeme getirilmiş. Hem Şerif Hüseyin, hem de bilhassa İngilizler bu konudaki tarihsel bazı tartışmaları yine dillendirmişlerdir. Dahası, Osmanlı, “necip millet” olarak algıladığı Araplardan, özellikle Kureyş ulularını, seyit hükmündeki insanları her zaman kollamış, dönem dönem de muhtemel karışıklıklara meydan vermemek için onları iyi şartlarda İstanbul’da “ağırlamıştır.”
11. Milletleşme döneminin arkasından bedevilikten medeniliğe geçiş de bu şekilde oldu. Medine şehri, İslam bakışına göre medeniyetin bir tarihsel temsilcisi olmaya başladı. “Peygamberin Şehri,” sonra da bir şehir prototipi oldu. Bir merkez etrafında gelişen şehir yapısını “polis=anaşehir” olarak eski diğer medeniyetlerde de görmek mümkündür. Merkez olarak tapınak esas alınmıştır. İslam’ın ilk kıblesi Kudüs ise de, sonradan Kâbe’nin kendisinin kıble olarak tayinindeki dönüşümüm sembolik anlamı yine sadece Arap milletini değil, bütün Müslüman milletleri bir gönül ve hedef kıblesi haline getirerek, onları geçici dönemler için de olsa Kâbe ahalisi haline getirmeye yöneliktir. Kâbe ahalisi ise “cıyranullah” yani, Allah’ın komşuları olacaktır. Bu merkezler değiştikçe de toplumların değişen yeni ilgi merkezleri ortaya çıkacaktır. İş merkezlerinden gökdelenlere bu süreç böyle işlemiştir. Benzeri bir diğer model ise, Hz. Peygamber dönemindeki suhuf ashabının oluşturduğu minyatür külliyenin sonradan hem ibadet hem ilim araştırma ve haberleşme noktaları olarak, İslam külliyelerine rol modeli oluşturmuş olmasıdır.
Özetle, Kâbe’nin kutsallığı, insanın özündeki kopuşu temsilinde ve o kopuşu tamire yönelik işlevindedir. İnsan’ın Hz. İnsan olma aşamasında bir milat, bir yeniden doğuşun simgesidir Kabe. Kâbe’yi Hz. Kâbe yapmak, Hz. İnsanı Kâbe’ye kurban etmek isteği daha farklı bir geleneğin çağcıl yansımasıdır. O gelenek ise, İslam’ın dışında kalmıştır.
[1] Milâdî 605 yılında Kureyşliler, yangın ve sel baskınlarından zarar gördüğü için Kâbe’yi yeniden inşa etmek istemişlerdi.
[2] Rivayete göre gemi Habeşistan’daki bir kilise tamirinde kullanılmak üzere mermer, kereste ve demir yüklü olup Bizans İmparatorunun emriyle Mısır’dan gönderilmişti. Velîd b. Mugîre ve arkadaşları Şu‘aybe’ye giderek geminin kerestelerini satın aldıkları gibi gemide bulunan marangoz ve inşaat ustası Bâkûm er-Rûmî’yi de Kâbe’nin tamiri için Mekke’ye davet ettiler. Hz. Peygamber’in de amcası Abbas’la birlikte taş taşıyıp yardımcı olduğu tamir sırasında Kâbe yeniden inşa edildi.