Din duble “yol” mu demekti?
Türkiye’de en çok “mahalle baskısı” gören kesim ilahiyatçılardır.
Fikir sahibi ilahiyatçı bildikleriyle, anlatabildikleri arasında sandviç olur.
Menzile varma çabasında Araf’ta kalmasına izin verilmez.
Sonrasında “siyaset bilimciler”, “deprem uzmanları” filan gelir.
Yine de depremin öncü sarsıntıları hep “din” konularının “merkez üssünden” gelir.
“7.4 yetmedi mi?”
Yeni de değil bu durum…
İrfanın kendisi Araf’tan bakamadı.
İktidar kavgasına çekildi zaten kadim zamandan beri.
Fikir namusu ve adalet hissini şahsında birleştiren nice mezhep imamı da işkence gördü.
Öyle “küffar” değildir zalimleri.
Bizzat Müslüman emirler zulmetti.
İmam-ı Azam dâhil halkaya…
Gazali bilim adamıydı, üniversite rektörüydü.
Eski sofistler gibi, onun zamanında da “hikmeti” hükümetin emrine verenler çoğalmıştı.
“Fitne” korkusu, ikbal beklentisi ile bilimi saklama, çarpıtma, iktidar eksenli pusula tayinleri…
Gazali belki biraz da o korkudan bilim adamlarına ve felsefecilere vuruyordu.
Ya bugün?
Bu gün de kavganın odağında din vardır.
Ya da dinin yorumları.
Din “yol” demek diyorlar…
Dini ayaklar ve araba altına almak için mi çaba?
İki ayrı ekolün çatışması dörtnala gidiyor.
İlahiyatçı akademisyen ile takkeli ulema arasında…
İlahiyatçı bilim adamları üzerindeki baskı hem laik hem de “muhafazakâr” kesimden gelmektedir.
Muhafazakâra göre, ilahiyatçı bilim adamı kravatlı olduğu için “memur” hükmündedirler. Devletin din “memuru” olurlar yani. Batılı görünümdedir. “Devlet”e hizmet ederler. Sakal da bırakmazlar pek. Karşısına takkeli ve düz yaka gömlekli “ulema” dikilir. “Takvasına göre” siyah ya da pembe cüppesi vardır. Daha “yerlidir”, kravat takmayarak bir anlamda İskilipli Atıf Hoca’nın anısına öykünür. Atıf Hoca kadar bilmesi ve dirayetli olması da gerekmez… Muhafazakâr AB’ye girmek için yanıp tutuşur ama imamının “yerli” görünmesini ister.
Bilgi ile ilim, öğretmen ile muallim, Babıâli ile Medya ve Basın burada da ayrılırlar.
Bol kesim ve dar kesim laikler ve muhafazakârlar arasında farklar elbette vardır.
Ancak ülkede her şey “genel olarak” konuşulduğu için “genel olarak” ikisi de dar kesimdir.
Laik kesim ilahiyatçıları, “potansiyel tehlike” ve “dinci” devrimin lojistik unsurları olarak görür.
“Saadet Asrından” bahsetseler, “Arap İslam’ı” nı savunuyor olurlar.
Din yerine “Araplığı”, Kuran yerine Arapçayı kutsamak âdeti vardır.
“Muhafazakâr” kesim ise onları ilahiyatçıları “devletin dinini” anlatan “fasıklar” sınıfında algılar.
“Devlet”in üniversitesinden maaş alırlar ya!
Öyle ya! Hani “kimin ekmeğini yersen, onun kılıcını sallarsın”!
Öte yandan cemaat uleması bu yaftadan “beri” kalırlar nedense.
Onlar devletten maaş da alırlar, yardım da…
Cemaat uleması ile ilahiyatçı akademisyen arasındaki gerilim nedenlerinden birisi budur.
Bir de simgesel olarak, mevlitlerde Mustafa Kemal ve Fevzi Çakmak’ı dua kısmında anmak.
Böylece cemaat muhafazakârı, devlet muhafazakârına karşı olur.
“Tecdit” etmek övülür, ama “reformist” diye bazıları ilahiyatçılar “aforoz” edilir.
“Cemaat ulemasına” göre, “Devletin ilahiyatçıları” “Türk İslam”ını hakkı ile anlatamaz.
“Türk İslamı “karşısında ne vardır, bilmem.
Ama Fars İslamı ve Arap, Hint İslamı vs. İslamı neden farklıdır? Ne zaman ayrıldı?
Muaviye âşıklarını anlamak mümkün de, Endülüs Emevi Medeniyetini neden kale almazlar?
Mesela Şia ya da Alevi İslam’ını dindışı saymak kimin ukdesindedir ki?
İran içindeki 25-30 milyon Azeri Türk’ü hangi Türk olmayan İslam’a dâhil olacaktır?
İşte böyle bir “boş” görü saltanatı, “hoş” görü dervişliğiyle arzı endam eder.
Ha bu arada “hoş” kelimesi de Farsçadır. Aynen “abdest, namaz, oruç” gibi.
Ve gariptir tesadüftür ki Müslüman Türkler kullanır bu terimleri!
İlahiyat uleması, “Devletin” adamları olduğu için, cemaatleri olmaz.
Ama “Devlet”in kısbetine el atanların cemaati olur.
“Devlet”e karşı görünerek “devletlû” olmanın şiarındandır.
Ya medya ve medyumlar?
Medya birkaç ilahiyatçı ile her konuda idare ederek, kendi söylemek istediklerini onlara söyletir. Bir yandan medyadaki “su samurları” yaptıklarına dinden meşruiyet alanı çıkarırlar. Öte yandan, muhafazakârlar yazılı basın yoluyla “riba, faiz” kelimeleriyle oynama yeteneği olan “fukaranın “ deneme sürümlerini lanse eder.
Daha olmazsa, medyumlar girer devreye, takla güvercin gibi uçanı mı ararsın, kaçanı mı?
Yerde bulsa, Arapça küfür yazılı metinleri bile saygıyla alıp dudağına ve alnına götüren, “Allah” kelimesini profesyonel dilenciden duyunca bile eriyen naif Türk Milleti böylece “Devlet”i vurayım derken “cemaat” yorumunu alt etmek için “Devlet”in yorumunu kullanan kitleler arasında sıkışır kalır. İki taraf da azınlıkta olmasına rağmen, çoğunluk olan cami cemaatini tornalarına almaya çalışırlar. Tahterevalli siyaseti sürüp gider böylece.
İlahiyatçı akademisyen fikirlerini kitaba ve makaleye dökünce, yazıyla bağlamış olur ve ani dönüş yapmaları zordur. Eski ile yeniyi kıyaslamak mümkündür.
“Şifahi İslam” ise hem beşerin “şaşar” olmasından, hem de milletin zaten kafası karışık olduğundan hızlı manevralarla “içtihat” değişikliklerine gidebilir. Eski ile yeni arasında kıyas ve tutarlık imkânı kalmaz.
İlahiyatçı Kuran Kerim’den, mealden bahsetse, “Selefi” olurlar.
Kuran meali okuyun dese, bu sefer de başka tehlikeler ve engeller çıkarırlar.
Ne yani Hıristiyan geleneğinde olduğu gibi, Kuran-ı Kerim’in de “salahiyetlendirilmiş” meallerini mi çıkarmak lazım?
İslam vahdet (birlik) diniyken, din ne zaman duble oldu?