Gülün Adı’ndan gülen kadına takva
Doğu ile Batı arasındaki ayrımlardan birisi karşımıza erkek ve kadın arasındaki fark şeklinde Doğu kültürleri içinde de yaşanır. Ağlamak çok doğal bir duygusal yoğunlaşma alameti iken, ataerkil kültürler kadını duygusallıkla ve sadece erkeği akıl ve rasyonalite ile özdeşleştirir. Bir yandan aynı kültür içinde bu ayrım yapılır: Akıl duygudan, erkek kadından, beyaz siyahtan, Batı Doğu’dan, zengin fakirden, ışık karanlıktan “üstündür.” Diğer yandan, kültürler arası olarak da bu ayrım geçerli kılınır. Takva faktörü bu tanımlamada Doğu’ya özgü, geçersiz, tasnif dışı bir kategoridir.
Düşünsel zekâ ile duygusal zekâ arasında alt-üst ilişkisi kuran bu bakış güya biri lehine diğerini üstün görür. Sonuçta Doğu duygusal, Batı ise rasyonel kimlikle anılır. Batı, Doğu’lu erkek ve kadını kendinden aşağıda ve duygusal görürken, Doğulu erkek de Doğu’lu kadını aynı kefeye koyar. Yani Batı Erkek olur, Doğu ise kadın rolünde figüranlaştırılır. Batı, Doğu’nun erkeğini, kentli erkek kırsaldan olanı baskıladıkça, baskı Doğu’lu ve kırsal kadına yansır. Kırsaldan kente, Türkiye’den Almanya’ya göç olgusunda da aynı durumları gözlemlemek mümkündür.
Aslında gülen—hele biraz da sesli gülerse—kadına da iyi gözle bakılmaz. Gülmek “hafif”liktir, davetkârlıktır; somurtmak ise, ciddiyet alametidir, disiplin göstergesidir, devletin yüzüdür. Yani, gülmek ve ağlamak konusunda bile erkeğe ayrı, kadına ayrı hükümler biçilmektedir. Hâlbuki taktiksel olmadıktan sonra, hissedildikten sonra ağlamak da, gülmek de cinsiyetle bağlantısı olmayan çok insani duygulardır. Hz. Peygamber’in espriler yaptığı, hatta mübarek dişleri görülünceye kadar tebessüm ettiği vakidir. Nedense, gelenek vurguyu ağlama konusuna yapar çünkü ağlamak korku alameti, acı hissetme alameti olarak daha bir geçerli sayılır.
Gerileyen kültürlerde, nizamlarda tepkisel olarak disiplin kurma ve aşırı kontrol paranoyası kendini gösterir. Terbiye etmek disiplinle, disiplin korku ve somurtmakla olacaktır. Havf ile recâ arasında bir mütevekkil hamak kurmak gerekirken gülen yüz umursamazlıkta özdeş hale gelir. Güler yüzlü olmak taktiksel planda vazedilirken, gülmek duygusal bir eylem ötesinde ideolojik çağrışımları olan bir tavrı ifade eder.
Gülün Adı romanında işlenen ana temalardan biri gülmenin Kilise tarafından yasaklanmasıdır. Hatta Kilise öyle ileri gider ki, Aristo’nun Poetika’sının komediye ayrılan ikinci kısmını merak edip okumak isteyenlerin sonu o sayfalara sürülen zehrin etkisiyle ölmek olur. Nedeni gülmenin disiplin ve istikrarı bozacağına dair Katolik Kilisesinin endişesidir. Çünkü trajedi, her zaman bir kurala uymayınca başa gelecek musibeti işler; komedide ise, gülme eyleminin kendisi bir çarpık duruma yöneltilen protestodur, statükoya bir direniştir. Hatta gülmek bazen sınıfta, evde, sokakta, devlet dairesinde bir otoriteyi sarsma girişimidir.
Sesli gülen erkeğe “karı” gibi gülmek tarzında bir aşağılama yakıştırılır ki bu aslında erkeği güldüğü için değil, kadınsı sayılan bir özellikle ortak bir hüküm alanı olan erkekliğe “kadınsılık” bulaştırıldığı içindir. Onun için "erkekler ağlamaz" fermanı tek kanadı kopan Türk maço kültlerinde bir kadınsallık ifadesi, dolayısıyla bir zayıflık alameti sayılır. Bu anlayışın bazı nüveleri Dede Korkut Hikayeleri’nde erkek çoçuğu olanın ak otağa, kızı olanın kızıl otağa oturmasına kadar gider. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanında şöyle denilmektedir: “Kalkarak Han Bayındır yerinden doğrulmuş, bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ diktirmiş, oğulluyu ak otağa, kızlıyı kızıl otağa, oğlu kızı olmayanı kara otağa kondurun, kara keçe altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin, onun ki oğlu kızı olmaya Tanrı Taala ona beddua etmiştir, biz de beddua ederiz”. Diğer kanadı ise, Cahiliye tavırlarının İslam sonrasında devamını işaret eder. Bu konularda sesi yüksek çıkan İslam değil, ataerkil töredir. Titreyip de kendine bir türlü dönemeyen zamanların töresidir.
Kadın konusundaki Cahiliye safsatalarının ilk emarelerini eski Yunan ve Roma geleneklerinde de görmek mümkündür. İslam öncesinde Arabistan’da siyasal olarak Hıristiyan Roma, kültürel olarak Yahudi, folklorik olarak pagan hâkimiyeti vardı. Bir yandan büyük putlar olarak bilinen Lat, Menat ve Uzza kadındılar; öte yandan, kadını kuluçka makinesi olarak gören Eski Yunan ve Roma kültürü, anneyi çocuğa akraba bile görmezdi. Yahudilikte dinsel nesebin kadından türemesi, kadına verilenden değerden değil, annenin kesinliğine dair inanıştandı. Dahası, Hıristiyan ve Yahudi geleneğinde bizzat “kutsal” metinlerde kadınlar metalaştırılmış ve cennetten kovulmanın, fanileşmenin, dünyadaki sıkıntıların bir nedeni olarak görülmüş, kadınlık, yılanlık, sinsilik ve zehirleyicikle özdeşleşen bir resim çerçevesine oturtulmuştur (bkz. Tekvin ve Sirach).
Yahudi geleneğinden kaynaklanan bu bakış Hıristiyanlık döneminde--Jesus'un (=“Tanrı’nın oğlu ve Tanrı İsa”) kimi “düşmüş” kadınlara gösterdiği merhamet tecellilerine rağmen--özellikle Ortaçağ boyunca artan bir kadından nefret ve kadın düşmanlığına kadar gitmiştir. Aziz Pavlos’un kadınlarla ilgili hükümleri Jesus’un merhametini alıp götürmüş; onları baskı altına almıştır. Hatta Hıristiyanlık İsevilik ötesinde, bir Pavlosî kisveye büründürülmüştür. Pavlos sonrası Hıristiyanlık İsevi olmaktan çıkmış, Pavlosyen olmuştur. Pavlos ise, kadınları dünyadaki her fitne ve belanın temeli olarak görüyordu. Sonraları Hıristiyanlık Jesus’un vazettiği İncil yerine, Pavlos’un yazdığı mektuplar ve yaptığı uygulamalarla müşahhaslaşmıştır.
Endülüs Medeniyeti ile bu gelenek değişime uğradı. Hıristiyan gelenekteki dönüşüm, Erken Rönesans döneminde Avrupa’daki Endülüs etkileriyle oldu: Kadının erkek gözündeki algısı değişikliğe uğradı. Değişerek günümüze kadar gelen ve kıta farkı gözetmeksizin Batı ülkelerinin ekseriyetinde görülen bir kadın tasavvuru gelişti. Yahudi, Grek, Roma dönemlerinde kuluçka makinası olarak görülen kadın, Hıristiyanlıkta “Bakire Meryem” imajıyla yaklaşık 10. asırdan itibaren değişti. Daha önceleri Jesus resimleri hâkimdi ikona ve resimlerde. Sonraları, Jesus’a Tanrılık atfeden Hıristiyanlık “Bakire Meryem”i kale almamışken, Endülüs Medeniyetinin etkisi ile kadın algısı Avrupa’da değişmiş, müspete dönmeye başlamış, “Meryem figürü” Jesus’a öykünerek ortaya çıkmaya ve edebiyata, resme yansımaya başlamıştır. Kadın paspaslıktan çıkarak, sevilen baş tacı olan bir makama terfi etmişti.
Ancak burada da bir başka çarpıklık yaşandı. Kilise’nin amacı kadınlığı aşağılamaktan vazgeçmek değil, bizzat bir kadın kanalıyla (“Bakire Meryem” suretiyle) Meryem gibi olmayan kadınları aşağılamaktı. Aziz Augustine annesinden başkasını sevmezdi; Aziz Aquinas’a göre, cinsellikle gelen haz evliyken bile “zina” hükmünde ve haramdı. Yani Kilise ille de kadını sevmek istiyorsanız Bakire Meryem’i seviniz, demişti. Çünkü diğer türlü tehlike aşkın, sevginin bir anlamda sekülerleşmesi anlamına geliyordu ve Kilisenin hükümranlık alanını daraltacaktı.
Öte yandan, Grek ve Roma dönemlerinde görülen kadının nesneleşmesi, erkeklerin nesil devamı için “kendilerine ait” kadınlarla evlenmesine ve fakat haz için kapatmalarına ve safiyeti için çocuklara, gücü için de erkeklere yönelmeleri sonucunu doğurdu. Annesi çocuğa akraba bile sayılmazdı çünkü asıl olan baba idi. Bir yargılama sonucunda Apollo, anne akraba sayılmayağı için annesini öldüren Orestes’in masumiyetini ilan etmiştir (bkz. Aeschylus’ın Oresteia adlı eseri). Evlenmekle yaşanan şey, kadınlar için baba ve ağabey sultasından, koca sultasına girmekti. Hukuki ve siyasi mana da kadınların iraptan mahalleri yoktu. Kültürlerin kadına yüklediği kimi anlam ve kimlik yaftaları kadınlara bir tabiat gibi giydirilmiş, erkekler tarafından ve çoğu erkek ve kısmen kadınlarca da kabul görmüştür. Marifetnâme’nin kadınlarla ilgili kısımlarını okuyanlar bu tavırlara aşinadırlar. Asr-ı Saadet ile Asr-ı Marifetnâme arasındaki kadın algısı farkı Doğu ile Batı arasındaki fark kadar bir ayrıntıdır.
Asr-ı Saadet tarihte bir dönemle özdeşleşip sonra nisyan anaforunda helezoni çizgilerle kaybolacak değerler değildir. Cahiliye asrını Saadet’e çeviren değerleri yaşayanlar, belki hayatlarında mesut olmadı, ama bir Hz. Ömer’in, bir Hz. Ebubekir’in dönemine giren zihinsel zaman takından geçen revaklarla mücehhez oldular. İslam öncesi dönemi yermek için bahsi sıklıkla geçen Cahiliye döneminde Arap yarımadasında yaşanan da vaktiyle Batı’da olandan çok farklı değildi.
Cahiliye adetleri, sadece İslam öncesi dönemle sınırlı değildir. Cahiliye adetlerinin hâkim olduğu gelenekler Cahiliye dönemini, yani İslam öncesi adetleri yaşatma çabasında olanlardır. Cahiliye bitmedi, dönem dönem haşmeti azaldı. Bazan mitoz bölünmeyle çoğaldı; şekil değiştirdi, kabuk değiştirdi. Firavun da ölmedi zaten çünkü Firavunî tavırlar yaşamaya devam etti. Cahiliye’nin kız çocuğu sahibi olmayı zül sayması ve bunun İslam döneminde şiddetle yerilmesi, bu tavrın zımnen Allah’ın takdir ve insanları kuşatan gayb alanını inkâr, en azından ona itiraz anlamına geliyordu. Buna en iyi cevap ise Hz. Resul’ün neslinin devamının kızından devam etmesiyle geldi. Erkek çocuğu oldu, öldü ve hatta onun ölümüyle ay tutulması gibi hadiseleri eşleştirip anlamlandıranlar oldu. Onun cevabı da evladının acısını takdirin idrakiyle teskin eden Hz. Resul’den geldi: ne ay ne de güneş insanların ölmesine binaen tutulmazlardı.
Hz. Resul-u Ekrem’in hem eşlerine hem kızına ve genelde insanlara bakışı ortadayken, zaman içinde gelenekte yeni temalar oluştu. Kaynağı, kutsal metinler değildi. Bu gelenek Hıristiyanlıktaki gibi “Melek” ve “Şeytan” arasında gidip gelen bir zaman ve idrak sarkacına endekslendi. Bu kopuş ve çarpıklığın tarihini tayin etmek zor, ama varlığı kesindir. Kadına tanınan, ama kadının bir türlü sahiplenemediği özgürlük alanının tek yansıması alışveriş kültlerinin oluştuğu AVM’lerdir.
Kadına ve erkeğe ayrılan alanlarda bir kesin hatlı ayrışmalar yekunü gitgide belki de “Cennet anaların ayağı altındadır” buyruğunca sadece annemizi veya anne olan kadınları bir kutsallık halesi içine oturttu. Bu nedenle kızlarımız “emanet” olduğu için bundan biraz nasiplendi. Lakin dul olan, bekâr olan “öteki” kadınlara karşı, hele hele kafamızdaki kalıplara uymuyor, sakız çiğniyor, sigara içiyorsa bakışlar, hem bir beklenti ışığıyla parlayıp hem de o beklenti eğer umuda ve ötesine dönüşmüyorsa menfur bir cinsiyet karkasına dönüşüveriyor. Beklentiyi karşılamayan kadın, bireysel küskünlükleri dinden hüccetlerle intikam ve şeytanlaştırma modellerine böyle dönüştürülmektedir. Dul erkek ile dul kadın arasındaki farkı ortaya çıkarınca, aradaki boşluğu neyin doldurduğunu görmek daha acı olmaktadır.
Bu çarpık mantık içinde eşlerin genel durumu da farklı olmuyor. Erkekteki en büyük ideal anne eşin, anne figürüne yaklaştığı nokta olunca, o kalıptan taşan kadını her hal ü karda kesmek icap etmektedir. Her hangi bir konuşmada “kadın” lafı geçtiğinde dikkat edin, o an ne annemiz ne de belki kızımız yoktur akılda. Bir meçhul, yarı meçhul, anlamadığımız, anlamaya çalışmadığımız, sevemediğimiz veya ancak kendimize, kafamızdaki süfliyetlere veya faziletlere karşılık geldiği oranda sevdiğimiz bir “kadın” şablonundan kesilen silüet belirir aniden.
Cennet, anne olsa da olmasa da eşimiz olan kadının ayaklarına serilmez nedense. Hem senelerce beraber ömür sürüp hem de bir çırpıda “kadın milleti” diye kadınları hiçselleştirmek içselleştiriğimiz bir durumdur çoğu zaman. Bu kafa ulaştığı, vakıf olduğu kadın sırrına değersiz, ulaşamadığına ise “kötü” gözle bakar. Çünkü iyi ve kötüyü tayin eden normlar erkeği bağlamaz, kadınları baskılamak için bizzat erkeklerin istihdamına girerler.
Günümüzde cinsler arasında birbirini haketmeden yüceltme ve yine haketmeden kötüleme mantığı ciddi bir problem olarak karşımızdadır. Bundan malul şahıslar evlilik sonrası hayatında da anne ya da ulaşamadığı bir kadim sevgiliyi yüceltir durumdadır. Gönlün akışı ise, her zaman gözün akışına göre şekillenir ve büyük bir toplumsal diyalog eksikliği çıkar cinsler arasında. Eşlerini tesettür ile memur gören erkeklerin bir kısmında şiddetli bir göz sarkması oluşu bu problemin sonucudur. Anlaşılan, kadınlara yönelik bir emir var iken erkeklerin göz ve gönülleri bu emirden mazur ya da en azından muaftır.
Toplumlarda cinsler temelinde başlayan şahsiyet ikilemi böyle başlar ve kültürel bir kimlik ikilemine dönüşür. Artık kadın hakkında aslında töresel olan kimi davranış ve konuşma tarzları sanki evrensel ve değişmez normlarmış gibi anlatılır ve yaşanılır. Bu mantık anneye gösterdiği sevgiyi, sevgiliye yönelttiği aşkı, karısı olan kadına göstermemeyi bir marifet bilir. Bekârken yelkenler fora, nişanlı iken “iskele alabanda” evlenince alabora olur. Hatta taktikler sıralanır, evlenince eşlere “yakayı” nasıl kaptırmamak gerektiğine dair. İcap ederse, dengeleyici kimi unsurlarını bir tarafa bırakarak, kadınların ikincil bir secdegah bile olur erkek. Çünkü erkeğin rızası olmadan kadın cennete giremeyecektir. Aşkın yerini, anlayışın yerini tahakküm hissi çoktan almıştır, ama gösteri bitene kadar mizansen devam etmelidir.
Hâsılı, uzun zamandır erkeklerimiz zaten kendi dünyasındaydı. Kadınlar için gerekli ve hatta elzem şeyler erkeklerinkinden azdı nedense! Şimdilerde ise, kadınlarımıza sunulan görsel ve kozmetik kimlikler sonucu yozlaşma, saç renkleri, vücut ölçüleri, kendilerini sergileme tarzları, ekonomik ve kültürel şartlar, özentiler, mevcut “erkeklik” kültlerine kendilerini beğendirme arzuları, kozmetik tavırlar, giyim tarzları, dordurma ve çerez yeme, araba sürme şekilleri, erkekler gibi olma istekleri, erkeklerce “tüketilmek” iştiyakı sonucunda onlara da yansımaya başladı. Yani farkına varmamız gereken şey, artık cinsel kimliklerin de ötesinde, kadın-erkek arasındaki ilişkilerin karşılıklı tüketim birlikteliklerine dönmekte olduğudur.
Bu kapitalist mantık önce kadına çaktırmadan kadına sivilcesi, ter kokusu, saçlarıyla ilgili hatırlatmalarda bulunup, sonra falan ürünleri kullanırlarsa “erkek arkadaşından” “son günlerde çok güzel” olduğunu duyacağını, dolayısıyla bu ürünlerle erkeklerin gözüne girebileceğini anlatıyor. Önce uyandırıp, sonra utandırıp, daha sonra da gülücüklerle dişlerini ve dişiliklerini öne çıkarıyor. Tanımlayıp, tanıtıp, sabitleyip sonra da seyrettiriyor. Dinin tesettürle ilgili kısımlara yoğunlaşan bakışların, onlarca kere mikrodalgaya sokulmasına rağmen hala güncelliğini bir şekilde koruyan tesettür meselesini konuşurken tesettürün de ötesinde bir insan sorunsalına doğru savrulmaktayız.
Shakespeare’in Hamlet adlı trajedisinde Hamlet’in dediğini tekrarla “Danimarka ülkesinde bozulan birşeyler var” demek geliyor içimden. Bence esas budur erkek, kadın demeden herkesin ağlaması gereken. Yani gülmek ve ağlamanın ötesinde, cinsel kimliklerin de ötesinde tüketen ve tüketilen robotlar olarak hayata devam etmemizi salık veren ideolojinin kendisine ağıt yakmak zamanıdır. Ne demişti Süleyman Çelebi: “Bir avuç toprağa minnet m’eyledin?” Özümüzdeki toprağı keşfetme zamanıdır. Takva’nın toprakla ilişkisi o zaman çıkacaktır. Yoksa Takva’yı hala görmediniz mi?