Osmanlı toplum düzeni ve siyasetinde İslam dininin önemli bir yeri vardı. Ancak Osmanlı Devleti teokratik bir devlet değildi. “Devletin bekası” ve “fitneye mani olmak” için İslam’ın emretmediği, hatta yasakladığı kimi uygulamaları Fatih Sultan Mehmet dâhil olmak üzere Sultanların yaptığı bilinmektedir. Bunlar arasında “kardeş katline” cevaz veren ferman da vardır. Ferman ve fetva Osmanlı’nın Devlet ruhunda eritmek istediği iki bedendi. Ancak bazı zamanlarda fetva diyanetin değil siyasetin niyetine göre şekillenmiştir.
Osmanlı, Osman Bey’in meşhur rüyasından itibaren İslam’ı ve Devlet bekasını esas almıştı. Devletin kuruluşundaki mitoloji ile tarihin karıştığı rüyada Devletin sütunlarına yönelik iki unsur da vardır. Rivayeten aktarılan rüyalar birbirini tamamlayan ve devletin felsefesini oluşturan mahiyettedir. Bu rüyalar belki Osman Bey için “sadık rüya” tarzındadır. Ancak rüyanın yorumu, aktarıldığı şekliyle, geriye dönük okumalardan ibaret görünmektedir.
Birincisi, Devletin Müslüman niteliğine dairdir: “Osman Bey bir gün Şeyh Edebali’nin evinde misafir olmuştu. Gece, vakit hayli ilerleyince istirahat etmek üzere odasına çekilmişti. Fakat yatmak üzereyken rafta gözüne ilişen Kuran-ı Kerim'e saygısından dolayı yatamadı. Uyuyamadı. Kuran'ı alıp okumaya başladı. O gece sabaha kadar Kuran okudu. Tam 6 saat. Hikmet-i İlahi, Osman Gazi Han'ın Kuran'a olan bu saygısından dolayı her okuduğu saate 1 asır lütuf edilmiş, hanedanı 6 asır hükümdar olmuştur 7 cihana.”
Görüldüğü gibi, Devletin altı asrı ile altı saatlik Kur’an okuma faslı hizmete mütekabildir. Aşikâr olan şu ki, bu tarihsel-mitolojik bir “yeniden” okumadır. Yani, Osmanlı’nın altı asırlı ömrünü dine hizmeti temsil eden ve saatlerle hesaplanmış bir geri okumadır. “Yedi cihan” da bu anlatının bir diğer uzantısıdır. Malum olduğu gibi, Arapçadaki, “yedi” “altı” rakamında sonra gelen “yedi” rakamından çok, “her” ya da “çok” anlamında kullanılmaktadır.
Diğeri ise, Devletin bekasına dair olan rüyadır: “Vakit sabah ezanına yaklaşmışken, yorgunluk ve uyku da bir hayli bastırmışken, Kuran elinde, yaslandığı yerde, tatlı bir uykuya daldı Sultan Osman Han. Uyurken bir rüya gördü. Rüyasında kendisi Şeyh Edebali'nin yanında yatıyordu. Edebali'nin göğsünden bir hilal doğdu. Hilal biraz yükseldikten sonra büyüdü, büyüdü ve dolunay haline gelince kendisinin göğsüne girdi. Daha sonra göğsünden bir ağaç bitip büyümeye, yükselmeye başladı. Bir çınar ağacıydı bu. Büyüdükçe yeşerdi, güzelleşti. Dallarının gölgesiyle bütün dünyayı kapladı, dünyanın her tarafından insanlar grup grup gelip bu çınarın gölgesine giriyorlardı, çok mutlu ve neşeliydiler.”
Yani, Osman Bey ikinci rüyada, Edebali’nin rehberliğiyle Devleti kuracaktır. Sultandaki iktidar ile Edebali’deki rehberlik bir araya gelecektir. Edebali dostudur, şeyhidir ve pederi de olacaktır. Hem bilim adamı hem din âlimi olan—ki gelenekte zaten “dini” ve “ladini” bilim ayrımı yoktu—Edebali’nin kızıyla evlenmesi, Devlet siyasetinin dinin ve bilimin rehberliğindeki boyutunu ifade eder. Hilal devletin yücelere çıkacağını, gökten yere dolunay olarak inmesi Devletin ilahi yardımına dair işareti, çınar da serpilip büyüyeceğini ve uzun ömürlü olacağını anlatmaktadır. Türk Hakanı Osman Bey’in Edebali’nin kızıyla evlenmesi Devletin Müslüman-Türk niteliğine vurgu yapmaktadır. Yani bu izdivaç da sembolik önemi haizdir.
Dahası, Osmanlı’da Sultan ve Şeyh Devlette mezcedilen, ama ayrı iki gücü remz ediyordu; Sultanın dünyevi iktidarına, uhrevi rehberliğin yok göstermesi. Henüz Şeyh Edebali var, ama Şeyhülislam yoktu; Halifelik Araplardaydı. Hilafet Osmanlı’ya geçtikten sonra, Sultan siyasi iradeyi, Şeyhülislam dini iradeyi temsil ediyordu. Şeyhülislam siyasi iradenin, dini açıdan değerlendirmesini yapardı; ancak, mutlak anlamda Şeyhülislamın fetvası esas alınacak diye bir şey yoktu. Siyaset ve Devletin idaresi dini içtihadın önüne geçebilirdi.
Yani, “fetva” makamı bir “danışma” hizmeti sunar, yürütme ise tamamen ferman makamı olan Sultan’ın iradesine göre yapılırdı. Orada esas olan da yine Devlet işlerinin gereği, diplomasinin pratik esasları olurdu. Dolayısıyla, hem dini hem siyasi otorite kendi yetki alanlarını kabullenir, yekdiğerine doğrudan müdahale etmek istemezdi. Dini ile siyaset arasındaki ilişki zımni bir mutabakata dayanırdı.
Osmanlı’da fetva ve ferman makamları arasında fazla sürtüşmenin olmaması iki nedenledir. Birincisi, Osmanlı’da Sultan daha küçük yaşlardan itibaren, diğer bilimler yanında—Şeyhülislam kadar olmasa da--dini bilimleri de tahsil eder, geleneksel sanat ve edebiyata dair dersler alırdı.
Öte yandan, Şeyhülislam da dini bilimler yanında—Sultan kadar olmasa da--siyaset, felsefe, sanat ve edebiyat alanında eğitim alırdı. Bu nedenledir ki, hem sultanlar hem de şeyhülislamlar arasında sanat ve edebiyat erbabı insanlar olmuştur. Müstakil edebiyatçı kadar yetenekli şair sultanların ve Şeyhülislamların olması gelenek içindeki çok yönlülüğü göstermektedir. Şeyhülislam Yahya’nın büyük şair olduğunu şairler de kabul ederler. Nice beyti var ki, berceste makamındadır. Onlardan bir tanesi şöyledir: “Mescitte riyapîşeler eylesin ko riyayı/ Meyhaneye gel kim, ne riya var ne mürai!”
Aynı şekilde Baki, Kanuni Sultan Süleyman'ın yalnız sevdiği değil, çok da saygı duyduğu bir şairdi. Öte yandan da, “döneminin en önemli âlimlerinden biriydi.” Çok parlak bir eğitim almış ve genç yaşta profesörlüğe yükselmişti. Baki ömür boyu Kanuni'den ve sonra da İkinci Selim ve Üçüncü Murat'tan büyük saygı gördü. Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerine kadar yükseltildi. Ancak şeyhülislam olamamıştı. Biraz şairane kapris biraz da kadirşinaslık beklentisi ona, “Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî /Durup el bağlayalar karşına yârân, sâf sâf” yazdırmıştı.
Osmanlı Halifelik unvanını çok geç kullanmaya başladı. Kullanmaya başladığında ise zaten siyasi ve dini otorite, ferman ve fetva makamı arasındaki ilişki bozulmuştu. Bu bozulma Osmanlı’nın çöküş döneminde oldu. Şöyle ki, Yavuz Sultan Selim 1517'de Mısır'ı alıp Memlûk egemenliğine son verince Halife III. Mütevekkil'den halifeliği devraldı ve Kahire'de korunan kutsal emanetleri de İstanbul'a getirtti. Mütevekkil’in “Mekke Medine’nin hâkimiydi.” Yavuz Selim “Mekke-Medine’nin Hizmetkârı” unvanını aldı. Ne ki, Osmanlı padişahları uzun süre “halife” unvanını kullanmamışlardır.
Osmanlı bu kurumu ancak Devlet parçalanmaya başlayınca, Müslümanların birliğini sağlamak ve Devlete destek sağlamak için devreye soktu, onun gücünden yararlanmaya çalıştı. Yani Şeyhülislam “İslami” konularda fetva makamı olarak devam ederken, Halife unvanı Sultanı hem dışarıya hem de içerdeki dağılan birliğe “tevhit” aşısı oldu.
Çökmekte olan Devlet halifeliği yani İslam’ın “birlik” remzini yeniden toparlanmak için yetmedi. Pek de başarılı olmayan bu çabalardan sonra yeni Türkiye'nin doğuş süreci içerisinde, hilafetin saltanattan ayrılması amacı güdülürken hilafetin bir süre devamı ama Sultan’a desteğinin kalkması amaçlandı. Yeni Devletin hem meşruiyet gerekçesi hem de güç kaynağı olacak bu ayrışma saltanatın kalkması gerekiyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi önce 1922'de saltanat ile halifeliği birbirinden ayırarak saltanata son verdi, 3 Mart 1924'te yürürlüğe giren bir yasayla da halifeliği kaldırmıştır.
Ya sonrasında?
Diyanet İşlerine Başkanlığı der ki:
“Osmanlı Devleti'nde din işleri Meşihat Makamlığı'nca Şeyhülislam eliyle yürütülürdü. 1920 yılında Ankara'da kurulan Meclis Hükümetinde Meşihat, "Şer'iye ve Evkaf Vekâleti" adıyla "Bakanlık" olarak yer almış, 1924 'e kadar da bu statü aynen devam etmiştir. Din hizmetlerinin politikanın dışında ve üstünde tutulması gerçeğinden hareketle 3 Mart 1924 tarihinde Şer'iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak yerine, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dâhil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.
Millî Mücadele yıllarında büyük hizmetler vermiş, idarî tecrübesi olan ve uzun zaman Ankara Müftülüğü görevinde bulunan Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi, 1 Nisan 1924 tarihinde Diyanet İşleri Reisliğine getirilmiştir. En yüksek devlet memuru maaşı alan Diyanet İşleri Reisine, bakanlara verilen kırmızı plakalı bir makam aracı tahsis edilmiş ve protokoldeki yeri de bu özelliklere göre belirlenmiştir.”
Eski Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun dikkat çekmek istediği nokta da “kırmızı plakalı araç” ve Diyanetin protokoldeki yeriydi. Hani elçiye zeval olmaz…