“Değişim” ve Liberal Propaganda
İnsanın “gerçekle” ilişkisine dair teoriler Eski Yunan’da belirdi. Değişime dair teorilerle beraber “gerçekliğin” mahiyeti tartışmaya açıldı. Sokrat öncesinde iki tür değişim teorisi vardı: 1) Gerçek değişmezdi; 2) Değişmeyen bir şey yoktu.
Sokrat sentezledi bu teorileri; “idealar” dünyasındaki şeylerin değişmediğini, duyularla algılanan dünyada ise, her şeyin değiştiğini ifade etti. Sokrat’ın vardığı sonuç şu oldu: “gerçek” ancak değişmedikçe gerçekti. Yani, bir şey değişiyorsa gerçek değildi; o sadece “gerçek dünyanın” taklidi idi ve gerçekliği ifade etmezdi.
Sokrat’a göre, bir şeyin istikrarlı olarak varlığı gerçekliğini tanımlıyordu. Sokrat’ın unuttuğu şey ise şuydu: mademki kendisi de değişiyordu, o halde kendisinin gerçeklik algısı da aynı derecede sadece taklitleri algıdan ibaret kalıyor ve aslında—felsefeciyi gerçeğe yakın görmesine rağmen—gerçeğin ancak üçüncü derecede taklidine ulaşıyordu. Dahası, felsefeci de “idealar” dünyasındaki “hakikat avcısı”nın ancak taklidini ifade ettiğinden, kendi gerçekliği de sorguya açıktı. Yani gerçekleri arayan insan da aradığı gerçek kadar değişim halinde olabilirdi.
Nitekim Sokrat’ın ilk dönemi, orta dönemi ve son dönemine bakılınca istikrarlı bir gelişmeden çok devamlı değişimlerin olduğunu görmek mümkündür. Sokrat’ın belki farkına varmadığı bir şey şu oldu: kendinden önceki filozoflar değişimi çevrede, evrende aradılar. Merkez insandı; gözlem ve düşünceyle onu anlamaya çabalıyorlardı. Bu arada unuttukları insanların değişim içindeki değişimleri idi. Yani nesneler kadar öznelerin değişimleri de söz konusuydu. İkisi de değişen unsurlar arasında gerçeği bulmak gerekiyordu.
Sokrat “ben neredeyim?” sorusundan “ben neyim?” sorusuna geçti; o insana, etrafındaki geçici ve yansıma şeylerden yola çıkarak, “idealar” dünyasındaki mutlak gerçekliği buldurma çabasındaydı. Ama bunu yaparken hem evrenin hem de kendinin gerçekliğini ancak “idealardan” yansıma olarak görünce, aslında metafizik gibi görünen ama--fiziksel gerçekliği inkâr etmese bile-- onu istiskal eden bir felsefi sisteme imza attı.
Edebiyatın kendi içindeki kurgusal gerçekliğe aynı nedenle karşı çıkıyor, eleştiriyor ve edebiyatçıları ideal devletinden uzak tutmak istiyordu. Eğer kalacaklarsa da ancak devletin hizmetinde ve ona uygun davranmaları gerekti. Çünkü Sokrat’ın algısında “devlet” “idealar” dünyasındaki “Tanrısal nizamın” dünyevi bir gölgesiydi. En iyi taklidi “Atlantis” idi ve dokuz bin yıl önce batmıştı. Atina zaten ideal bir devlet değildi; Sparta’dan alması gereken çok dersler vardı.
Hikmeti arayan insanı, gökyüzünden yeryüzüne çeken Aristo, “hocasını sevdiğini, ama hakikati daha çok sevdiğini” ifade ediyordu. Öyle olunca da “devlet” dâhil her şeyi dünyanın işleyişindeki işlevselliklerine göre şekillenen organlar olarak görüyordu. “İdea”dan başlayarak değersizleşen dünya ve politik sistem yerine evirilen bir yapının işlevselselliğiyle ilgileniyordu. Aristo Biyoloji çalıştığı için, dokunulan-hissedilen gerçeklikler üzerinden “organik” tahliller yapıyordu. Sokrat’ın aksine, Aristo olması gerekeni telkin yerine, olanları tarif ederek tahliller yaptı. Sokrat dünyanın reçeteleriyle, Aristo kullanım kılavuzuyla ilgileniyordu. Bu nedenle “ahlak, devlet, edebiyat” vb. konulara dair, olandan yola çıkıyor ve tanımlaya çalışıyordu.
Sokrat-Eflatun ikilisinde esas olan fiziki dünya dâhil görülen her şeyi nesne olarak algılamalarıydı. Her ne kadar “özne” olarak insan gözlemler yapabiliyorsa da, aslında zaten kendi de sadece nesne olduğu için nesnenin “idealar” dünyasındaki gerçekliğinden uzaktı. Böyle olunca, nesnenin nesneyi algılama çabasına dönüşen bir süreç her zaman devrede oluyordu.
Aristo’nun yaptığı ise, evrenin kendisini nesne olarak gören bir “özne” algısıyla olaylara yaklaşmak oldu. Bu nedenle, Sokrat’ın diyaloglarında devamlı değişkenlik arz eden “soru-cevap” diyalogları, Aristo’da doğrudan “ben bu konuda şöyle düşünüyorum!” tarzında bir hükme bağlamak tarzına dönüştü. Nesnel yaklaşımı diyaloglarda aşikâr olan Sokrat’ın aksine Aristo, sübjektif bir yaklaşımı temsil ediyordu.
Aristo, Sokrat-Eflatun’a antitezler geliştirirken aslında gerçeğin eksik kalan alanını doldurarak onlara da gerçeğe dair bir başka bakış açısı geliştiriyordu. Böylece madalyonun diğer yüzü oluyordu Aristo. Doğal olarak, onlara verdiği cevaplarda Aristo, Yunan düşünce sistemini “idealar”dan fiziki dünyaya yönlendirerek yaptı. Rafael’in meşhur resmindeki parmağıyla göğü işaret eden Eflatun ve yeri işaret eden Aristo’nun anlamı budur. Madalyonun iki yüzünü de Rafael veciz olarak resmetmişti.
Bazen istikrarsız olmasına rağmen Sokrat, her zaman “hakikat aşığı” bir insan oldu. Hiçbir zaman devlet ve hükümete sığınarak gerçek arayışında olmadı: gerçekleri devlet veya hükümete uyarlayarak anlamadı. Fikir namusunu elden bırakmayan Sokrat, aslında Hıristiyanlık için Hz. İsa, Müslümanlar için Hallaç kadar değerli bir konumda ve onlar kadar mazlum bir sonla karşılaştı. Önce sorgulamalar geldi, sonra mahkûmiyeti ve sonra ölümü. Hapislikten kurtulması mümkünken, kaçmadı. Kaçarsa zalimleri haklı çıkarma endişesi ve düşüncelerinin değerini düşürme kaygısı taşıyordu.
Sokrat’ın ölümünü hazırlayan suçlamalar arasında onun bir sofist olduğuydu ve öğretilerini parayla sattığı ve gençleri yoldan çıkarttığı ve kutsallara karşı kışkırttığı iddiası yatıyordu. Buna delil olarak da şair Meletus Sokrat’ı şarlatan olarak temsil eden bir tiyatro oyununu kullandı. Aristophanes’in Bulutlar adlı oyununda Sokrat şarlatan bir sofist olarak gösteriliyordu. Dahası, oyunu bizzat Sokrat’ın kendisi de tiyatro izlemiş ve sadece gülmüştü. Aleyhinde delil olarak kullanılan Sokrat tasviri aslında Sokrat’ın parodisiydi; gerçek Sokrat ise parodisini izliyordu. Ama savcı ciddiydi; önce Sokrat’ı “Atina’nın huzurunu” bozmakla suçladı, sonra mahkûm ettirip hapse attırdı.
Hakikat arayışlarında tek düsturu çıkar gözetmeden sorgulamalar yapmasıydı. Ancak onu yaşarken Sofist olmakla suçlayanlar oldu. Sofistler Eski Yunan’da hiçbir şeyin istikrarı olmadığını ifade ederek, her şeyi “gerçek” görebilen ve gösterebilen meddahla belagat ustası arasında gezinen mantıkçı insanlardı.
Sofistler Yunan felsefesinde pek çok açıdan bir eksen kayma dönemini ifade ederler. Sofistlerin mantığında Eflatun ve Aristo’nun aradığı gerçek yoktu. Hatta aslında “gerçek” yoktu. Mantıkla ve lafazanlıkla ikna ettiğiniz her şey gerçek olabilirdi. Gerçek kavramını, daha önceleri tartışılan “etik” bağlantısından ayırmışlardı.
Dahası aslında “sofist” kelimesinin anlamını bile zamanla onlar yozlaştırdılar. Yunanca “sophistes” kelimesinden gelen "sofist" terimi sonraki yüzyıllarda asıl anlamından uzaklaşmıştır. Felsefe tarihi bakımından önemli bir değişim dönemini anlatır. Kelime anlamıyla "bilen, bilgili kimse" demekti. Belli bir alanda temayüz etmiş, uzman ya da "üstadı" olmuş kimseye “sofist” denirdi.
Daralan ve sofistlerle yozlaşan anlamda sofist, “cerbeze-safsata uzmanı” “laf cambazı” anlamında değişim yaşadı. Atina’da siyasi rejim olarak demokrasi, dolayısıyla halkın siyasi iktidar üzerinde ilgi ve etkisi giderek yoğunlaşacak ve güçlenmişti. Halkın eğitim, öğretim, sanat konularında düşünce ve isteği artmıştı.
Ancak sıkıntılar da vardı. Toplumsal ve siyasal alanda yükselmek isteyen kimse, belli soylu bir aileden gelmiş olmaya, kişisel kahramanlık göstermeğe ihtiyaç duymuyordu. Buna karşılık teorik bilgi ve söz söylemek sanatına ihtiyacı vardı. Senatoda, halk meclislerinde, mahkemelerde basan elde etmek için "söz" birinci derecede önem kazanmıştı. İşte sofistler bu isteğe cevap vermeğe, bu alanda istekli olanları tatmin etmeğe çalışmışlar ve bunda da be başarılı oldular.
Sofistlerden önceki inceleme alanları bilgi teorisi, etik, ruhiyat vb. idi. Oysa sofistler bu durumu bütünüyle değiştirdiler. Dil, mantık cambazlığı, bilgi teorisi, ahlâk alanında ileri sürülen görüşler ile uğraşmak daha yararlı ve kârlıydı. Üstelik sofistler ilk olarak küllî hakikat var olup olmadığı sorusunu kuramsal alandan pratik ahlâk alanına kadar genişlettiler.
Sofistler Atina şehir devletinin siyasi ve toplumsal, maddî ve manevi hayatının, özetle toplumun kurumları, ahlâk, din, tarih, gelenek, yasa konulandaki düşünüş ve uygulanış tarzları üzerinde şüphe uyandırmakta mahirdiler. Çünkü sofistler gerek bilim, gerek irade konulan dolayısıyla felsefeye sübjektiviteyi getiriyorlardı. Bunun asıl kaynağı, çıkış noktası ise, ferdi olanın tanınmasında ortaya çıkıyordu. BU sübjektiflik hakkaniyetli bir bireysel duruş değildi. Bireysel çıkarları toplum çıkarlarının üzerinde tutan, ama kim nasıl isterse halkı ona ikna etmeye tasarımlanmışlardı.
Örneğin, Protagoras'a göre, her eşyanın, algının bağlı olduğu şartlara bağlı bir hakikati vardır ve genel olarak geçerli bir hakikat yoktur. Sözgelimi, belli sıcaklıktaki su hasta olan kimseye farklı, sağlıklı olana farklı gelir. Heraklit gibi Protagoras da sürekli değişimi, oluşu kabul ediyorsa da ulaştıkları sonuç aynı değildir. Böylece rölativizme ulaşan Protagoras, duyumlardan gelen algıyı tek bilgi kaynağı olarak kabul eder.
Protagoras olsun, öteki sofistler olsun, insanların teorik alanda düşünmelerini yararsız görürler ve hayatın pratik yönüne ağırlık verirler. Dolayısıyla doğal, toplumsal, özellikle siyasî durum ve şartların öğrenilmesi, bunlara egemen olunması önemlidir. Protagoras insanların ve toplumun inandığı “tanrıların” var olup olmadıklarının bilinemeyeceğini de ileri sürer. Çünkü bu konuda kesin bilgiye ulaşmada insan hayatının kısalığı, bizzat konunun kapalılığı birer engeldir.
Gorgias ise bu anlayışı daha ileri götürerek görüşlerini üç noktada yoğunlaştırdı: 1) Hiçbir şey mevcut değildir; 2) Eğer mevcut olsaydı, biz onu bilemezdik; 3) Bilseydik bile, başkalarına bildiremezdik.
Böylece, Protagoras’ta şüphecilik tahkik amacı ötesinde, her şeyin inkârı noktasına ulaşır. Yani Protagoras'ın her görüşün doğruluğunu öne sürmesine karşılık, Gorgias her görüşün yanlış olduğu sonucuna ulaşarak felsefe tarihinde "bilimsel nihilist" nitelemesine hak kazanacaktır.
Hippias ise, yasanın insana musallat bir zorba olduğunu, zorla ile insana doğaya aykırı birçok şeyleri yerleştirmeye yönelttiğini ileri sürer. Toplumsal düzeni oluşturan değer normları, meselâ ahlâk, hukuk ve örf böyledir. Hippias bu nedenle anarşizmin öncülerinden sayar. Ne var ki, başka sofistlere bakıldığında Hippias ılımlı kalır.
Sofistlerin "doğa hakkı" şeklinde ifade edilen teorilerine göre, "doğa" neyi belirlemiş ve gerekli kılmışsa o "hak"tır. Bu nedenle insanlık tarihinin başlangıcından beri insanların koyduğu hukuk ve kanunlar sınırlı bir değere sahiptirler. Çünkü konulan bu kanunlar, kanun koyucunun çıkarını korumak için düzenlenmişler, ortaya konulmuşlardır. Bu kanunlara boyun eğmek deliliktir, hatta aptallıktır. Çünkü her şahıs kendi eğilimlerine göre davranır.
Netice olarak, sofistler "doğada olan" "insanın koyduğu" arasındaki karşıtlığı savunurlar. Rousseau’da yüzyıllar sonra bu fikirler tekrar belirecektir. Bu nedenle, insanların koyduklarına değil, doğada olana uygun davranmak gerekir.
Nitekim sofist Antiphon doğal hukuk ile pozitif hukuk, yani insanın koyduğu hukuk ayrımını yapar. Pozitif hukuk insanların eğilimlerine, kanaatlerine dayandığından güçsüzdür. Ayrıca insanların doğada eşit olduklarını da savunur. Toplumdaki ayrıcalıklar, soyluluk unvanları, sınıf ayrılıkları, doğadan değil, insanın koymalarından dolayıdır.
Thrasymakhos ise adaletin, güçlü olanın arzusu ve iradesinden başka bir şey olmadığını söyler. Onun için "adalet güçlüye yarayan, güçsüze zararlı olan şeydir". Kallikles bunun tam tersini savunarak, adalet, güçsüzlerin, zayıfların kendilerini korumak için güçlülere karşı kurdukları bir tuzaktır der. Çünkü doğa güçlüye hâkim olma hakkını vermiştir, güçlü olan da bu hakkını dilediğince kullandığında mutlu olabilir, dolayısıyla adaleti sağlar. Böylece sofistler, "doğal olan" "toplumsal olan" yani doğal hukukun pozitif hukuktan üstün olduğunu savunmuşlardır.
Doğal olan ile konulmuş olan karşıtlığını Kritias, din alanında da düşünür. Kritias “tanrıların,” zeki devlet adamlarının insan ve toplumun itaati altına almak için, tanrıları koyduklarını ve bunun da gerçekte bir kuruntu olduğunu söyler.
Kısacası sofistlerin İnsan, toplum, devlet, doğru ve küllî düşünce ve bilgi, ahlâk, hukuk, din, Tanrı vb. konularında İleri sürerek geliştirdikleri rölativizm, sübjektivizm ve şüpheciliklerle yıkıcı bir rol oynamışlardır.
Günümüz Türkiye’sinde liberal görünümlü sofistlerin ekserisi de bu tür tarih, mantık, siyaset cambazlıklarını liberallik diye pazarladılar. Renksizliğin, omurgasızlığın, kindar suflörlüğünün, bazen siyaset destekli diklenmelerin, çıkar kavgalarında lafazanlık ve hacıyatmazlığın adı liberallik oldu. Ne Derrida gibi, ne Lacan gibi frekanslarını her şeyi “merkezden bağımsız” olarak algılamak için zihin yordular; ne de devir farkı gözetmeden olanlara doğru soruları sordular.
En iyisinden becerdikleri “ezber bozmak” çabası oldu liberallerin. Bozulan her ezber yerine aynı güçte yeni ezberleri ikamet ettiler. Aslına yaptıkları ezberlerin yer değişimi oldu. “Hitabe”yle uğraşırken amaçladıkları ezberlerindeki kitabeleri zihinlere nakşetmek oldu. “Put” kırmak sadece kendi putlarını ikame etmek için oldu. Burke’nin tartışmadığı kadar “devleti,” Burke İrlandalıydı, ama liberaller kadar İngiliz’in İngilizliğini tartışmadı.
Liberaller Burke kadar Fransız “devrim” geleneğine karşı oldular (Burke Fransa’ya savaş açma taraftarları arasındaydı!); Amerikan Devrimini desteklediler. Ancak Amerika’da olan zaten “devrim” değildi! İngiliz’in Amerika kıtasındaki uzantısıydı. Yani Burke oldukça muhafazakârdı; toplum değerlerini tanırdı. Ama “Türkiyeli” liberal kendi tarihinden habersiz olup, sadece Avrupa ve ABD’de olanlardan yola çıkarak Türkiye’den numunelerle liberal teorileri doğrulama çalıştılar.
Burke Katolik’ti de, ama kapitalizmin Katoliklikle uyuşturma çabalarına girmedi. Ülke kendi ülkesi açısından muhafazakâr, başka ülkelere karşı liberal oldu. “Ticaretin kanunları doğa kanunları, yani Tanrı kanunlarıdır” derken İngiliz’in diğer ülkelerden olacak çıkarlarını düşünüyordu. İngiliz’in Hindistan’la afyon ticaretini kınadı, ama tersine bir tavır da almadı. İngiltere onun gözünde baba tavırlı bir müstemlekeciydi. Tröst gibi çalışmalıydı. (Marks Burke eleştirinde bu konuyu ele alır ve Burke’nin “doğa kanunları ilahi kanunlardır" tanımlamasına, “bunda şaşacak ne var? Burke kendini en iyi pazarda sattı,” diyecek ve onun “dalkavuk" olmakla suçlayacaktır.)
Yani, İngiliz müstemlekeciğini aslında meşrulaştırma teorisini üreten Burke oldu. Ona göre, zamanla müstemleke insanları “doğuştan hak olan” özgürlüklerini kazanacaklardı. Bunun cevabını aslında edebiyatçı Jonathan Swift Güliver’in Seyahatlari’nde vermiş ve “Mütevazı Bir Öneri”de de İngiliz sömürüsüne çözüm de bulmuştu: “İrlandalı çocuklar iyice semirtilip şişmanlatılmalıydı. Nasılsa İngilizler onlar büyüyünce yiyeceklerdi.” Belki şişmanlar çoğalırsa İngilizleri doyurur ve bu şekilde kalanlar kurtulurdu. Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı eseri de aslında aynı konuyu işlemektedir.
Liberallerin belki okumaları ya da belki yeniden okumaları gereken bir eser de var: Burke’nin yazdığı Mevcut Huzursuzlukların Nedenleri Üzerine Düşünceler. Orada Burke “kötü insanlar birleştiklerinde, iyi olanların işbirliği yapmaları gerektiğini” düşünüyordu. Aksi halde iyi insanların “birer birer iğrenç bir mücadelede merhamet edilmeyen bir kurban olacaklar”ından dem vurmuştu.
Türkiye’de “Liberaller ne yaptı?” derseniz… Önce “kızma, birader” oynadılar. Sonra “sızma biraderi” desteklediler. Tozma biradere terfi ettiler. Sonra da “çizme, birader!”i oynuyorlar.