Bir asırdır yaşadıklarımız gösteriyor ki milletimizi ümmetlikte erittik; sancaktar ruhumuz iyi oldu, ancak bayraktar ruhumuz Rumeli’de kaldı. Ümmetlikten milletliğe geçiş aşamasında millet yerine ancak etnik, dini, siyasi ve ekonomik aşiretler oluşturabildik. Kâbe’den sonra en güzel ve civardaki halkların ilticagahı olan güzel vatanda, vatanı karnın doyduğu yer ötesinde algılayan da pek kalmadı gibi. Devlet küresel sistemin şirketleştirdiği ve CEO tayin ettiği bir kurum haline gelirken, demokrasi diye en büyük aldatmacaların en hilekâr oyunlarına alet oldu. Hukukun bir kısmı AB boyunduruğuna, bir kısmı the cemaat ve the siyaset erbabına teslim oldu.
Sancıların paylaşımı arada etkili oldu biraz; ancak sevinçlerin paylaşımında sıkıntı oldu. Sonra da parsa topladıkça millete oynayanlar oldu; milletle oynayanlar oldu. Milletin pastasını artırmak yerine, olan pastadan haklı haksız istekler belirdi. Bir de Türk milleti üzerinden milletleşmeye gidenler oldu: Ermeni, Yunan, Arap ve şimdi de Kürtler. Türk milleti devlet vakarıyla davrandıkça, devletin aslında elinden kaydığının farkına varmadı. İçindeki yaraları içine kapanarak sarmaya çabalarken, cesaret, cesamet ve adaletin akınlarından korku, endişe ve birlik adına akınsızlıklara duçar oldu.
Hedefleri dışarıya değil kendine dönükleşen bir değerler dizisi içinde gelişti varlığımız. Devamlı kendini monitör eden, devamlı kendinde hata arayan ya da artık tanrısallaşan güçlere teslimiyet üzerine kurulu bir nizamın hem darbecileri hem de darbe karşıtları olduk. Demokrasi geldi derken Gladyö virüsüyle delik deşik olan bir kargaşa nizamını kendi tarihini alt etmek, kendi kimli kimliğimizi yok etmek için kullandık. Mitleri ve kahramanları olmayan milletlerin akıbeti belliyken, mitleri yok etmek, tahrif etmek, kahramanları silmek, dahası tarihimizi tarihimizin düşmanlarına yazdırmak gafletine duçar olduk. Türk dili, edebiyatı, felsefesi ve tarihini ya akademik merdiven tırmanma, ya da hamaset kurmacalarına indirgedikçe birden her şeyin anlamsızlaşması da beraberinde geldi. Orta Asya üzerimizde kaldı, Rumeli paramparça. Eski coğrafyalarımıza da aniden demokrasi savruldu birden; gene gafil yakalandık kaosa. “Dava” dediğimiz sancılardan öte, yarım kalan bireysel hesapları kesmeye dönüştü.
Kendi tarih tezlerini ya propaganda amaçlı ya da bıçak kemiğe dayandıkça karşı-propaganda amaçlı kullanmak Türk akademisinin “başarılarından” oldu. “Devletten” bağımsız müstakil ve dirayetli ama Türk kültürüne beklentisiz olarak hizmet eden bilim adamlarımızı gözler arar oldu. Ancak “devlet” emredince ve devletin istediği kadar var olmak varlığını öyle törpüledi ki, “devletin” varlığını kutsarken milletçe varlığın anlamı azaldı. Akamayan milletin kokmaya başlaması böyle oldu. “Müslüman olmak” yerine “Türk olmak” kavramını Batı asırlarca kullanmışken, hem İslam’dan Türklüğü, hem de özünden İslam’ı koparanlara karşı sessiz hatta onlarla işbirliği mesabesinde bir izansızlık ve ferasetsizlik furyası gözlere sis perdesi oldu. Yada taşlarından dem vururken, taşlara hayat veren tarihi, taşlaşan yüreklere anlatmak sıkıntısı doğdu. Tuğlarla tuğraların ayrıldığı noktada, Truva atları kendilerini Akal Teke atlarına benzettiler. Otağ, “oda”dan, oda salondan, dil gönülden, yürek merhametten ve cesaretten ayrılmaya başladı. Orta Asya sevdamız “Şark köşesi” kadar özlemli, ama etnografya müzeleri kadar cansız kaldı. Doğu Türkistan’a nefesimiz yetişti biraz, Bosna’ya ancak nefsimiz galebe çaldı.
Varlığı kendinden, ancak vatanının adı—“Türkiye,” Arapça; “Türkistan” Farsça-- bile başka milletlerin dillerinden olan bir milletin komplekssiz yaşama bilinci, son dönem Osmanlısında münavebeli olarak İngiliz ve Rus, son dönem Türkiye Cumhuriyetinde ise AB ve ABD üzerinden var olmaya devroldu. Eskiden Osmanlıya İran ne kadar engelse, şimdi bizzat içinden bazı unsurların atılıma engel olmaları “kazan-kazan” değil “kazan-kepçe” aldatmacasına evirildi. Bir eliyle darbeyi verdi, bir eliyle darbe karşıtlığı terennümlerini ve sivil-asker demeden milletin diğer milletler nezdinde gücünü artırma yerine, milletin bir unsurunun diğer unsurundan güç kotarmasına dönüştü kavgamız. Hat yazılarından, hudut yazılarına geçiyorduk ki, görüntüler anlam evrenimizi muhasara altına aldı. Yunan mezaliminden, siyasi mezalimlere kadar görüntü başka oldu, alt yazıları başka. “Babıâli,” Bab-ı Âliden sonra “basın” oldu; “medya” olduğu noktada ise medyumların dünyasına dalmıştık artık. Ağlayanın varlığı, Gülen’e yar oldu. Yaran yardan aşağı tepetaklak oldu. Nisan ayının “ayların en zalimi” olduğunu, hatıra ve arzuyu” birbirine kattığını öğrendik. Çorak Ülke’nin manzaraları ruh evrenimizde belirdi nagehan.
Siyasete gelince, muhalefette düşmanı olduğu mekanizmaları iktidarda baş tacı eden, ama bir yandan da halk dalkavukluğu yapmaktan geri durmayan bir sarmal hali var. Dinin the cemaatsel yorumu dinin ta kendisi gibi her alana tahakküm etmek isterken, dilimizin şairlerinde küskünlük, romancılarında Batıcı öykünmecilik devam etmekte. Sanırsınız kimlikler sadece kullanılan markalardan ibaret. Kahramanlarını siyaset narasını en galiz şekilde atanlardan seçen toplumun ümit bağladıkları da ümitlerini içeri değil dışarı bağlamış durumdalar. Kültürel anlamda bakılınca, kimliklerini korumada kalkan olduklarımızın bir kısmı kalkanı eritip Türk milletine fırlatılan ok uçlarına dönüştürme niyetindeler. Moby Dick etkisini ne zaman anlayacakları ise meçhul. “Daha deniz, daha müren; Güneş bayrak, gök kurıkan!” Ödlek zamandır; zaman ödlektir. Arapça öğrenen Lawrence sonraları Türkçeye başladı.
Üstten alta yapılanmayı Osmanlı’dan beri şiar edinen Türk toplumunda siyasetin ve sultanın dinine göre çabucak hiza alan kitleler oluşurken etnik ve dini bölücülük marifetiyle teşekkül ettirilen poşulu ve besmeleli bölücülük devleti adeta rehin almak çabasındadır. Akademi dünyası her zamanki gibi suskun ve acaba hangi renge ve ışığa göre arabasını yenileyeceğinin, yazlığının nerede olması gerektiğini hesap etmektedir. Medya müptezelleri her zamanki tavırları ile banka hesapları ile haysiyet muhasebesi arasında tereddüt yaşamadan saflarını seçmiş durumdalar.
Peki, ne kadar millet olduk bu süreç içinde? Hayırda şerrin, şerde hayır olabileceği imanımızın bir parçasıdır. Tarihin uzun teneffüs vaktinde “ağır” yük aldık yine. Ayağa kalmak vaktidir artık. Nalına da mıhına da… Türkiye kendine rağmen, kendi içindekilere rağmen, kendi dışındaki Türkiyeleri yeniden hatırladıkça tarihin anlamını yeniden keşfedecek ve aşiret arkalaşmalarını da bozacaktır. Kendisi ve parçalanan ruhunun dolaştığı coğrafyaları yeniden teneffüs ettikçe, Millet olduğunu ve Türk Milleti olmadan tarihin bir türlü hizaya gelmediğini de başkalarına anlatacaktır. Ümidimiz ve öfkemiz aynı nedenle. Şimdisi ve hemeniyle!