Ya bilginin İslami’si olur mu?
Bilimin dini olmadığı gibi, İslam’ın bilimle sorunu da yoktur. Var gibi görünen sorunlar bilim adamlarıyla din adamları arasındadır. Bu tartışmaların bir kısmı bilim adamlarının çalışma alanlarından hareketle kendilerini tartışılmaz kılma ve diğer bilim alanlarına galebe çalma hissinden kaynaklanmaktadır. Ki, bu tür yaklaşımlar, aynı bilim alanlarını çalışanlar arasında da vardır: yani, “İslami bilimler” ve “pozitif bilimler.”
Hâlbuki bilim, bilgi ve öğrenmeye dair ne varsa aynı bilgi kaynağının farklı kollarını ifade etmekte ve “evren kitabının” farklı bölümlerini ifade etmektedir. Evren kitabını yazan aynı olduğu için, bilgi kaynağı da aynıdır. Bilimin “dini” ve “seküler olanı gibi bir ayrımda söz konusu olmaz. Vahyin kapsama alanı da insanın ondan çıkardığı anlam kadar daralır veya genişler.
İslam’ın prensiplerinde esas alınan hususlar bilimin ya da bilimle ortaya çıkan şeylerin İslamiliğini belirler. Bilgi zaten gelen anlamda insanın yaratmadığı bir şey olduğu için, bilginin “İslami” ve şeytani kullanımlarından söz etmek daha anlamlı olacaktır. Bu açıdan bakılınca, Profesör Dr. Açıkgenç’in “İslami” bisiklet tanımı yerindedir. Çünkü o, insanlığa hayrı olan her şeyin zaten “İslam” dairesi içinde olduğuna inanmaktadır. “ilim Çin’de olsa, alınız” hadisinde, zaten o dönem Çin’inin İslami ilimlerle uğraştığı, ya da Çin’in hidayete ermiş olduğu değil, Çin’in hem uzaklığı hem de Çin’le ilgili “ötekilik” bahsi vurgulanmaktadır. “Hayrın” ne olduğu tartışmak ayrı bir konudur.
Din ile bilimi uzlaştırma çabaları esasen önyargı ve ideolojik çatışmaların ürünüdür. Dahası, bu çatışmanın özünde tarihsel bir iktidar savaşımı var. Uymak, uzlaşmak gibi algılansa da uyumak ve uyuşmak yan ürün olarak ortaya çıkar. Neticede din bilimi uyutur, bilim de dini. Din ve bilim boyutunda gerçekleşen savaş, aslında “din adamı” ve “bilim adamı” arasında olmuştur.
Tartışmanın arka planında 19. asırdan beri gelen, dinin yerine bilimi ikame etme mantığı yatmaktadır. Daha önce din çalışmaları dâhil hemen her araştırma konusu “felsefe”nin alt alanlarıydı. (“Fıkıh” kelimesi de illa dini araştırmaları değil, genel anlamda araştırmayı ifade ediyordu.)
Hıristiyan Ortaçağında bilim zaten Kilise sultasında ve Hıristiyanlığı muktedir kılmak üzerine dini ve siyasi nitelik taşıyordu. Bireysel anlamda vicdanı sorgulayan, ama toplumsal anlamda siyasal sistemi sorgulatmayan bu gelenek, bizzat siyasal sistemi dini verilerle olumlarken aslında kendi meşruiyet damarlarını kurutmuş oldu. Buna Haçlı Seferlerinin başarısızlığı da eklenince Kilise dağılmaya başladı ve yeni Hıristiyan mezheplerinin çıkmasıyla Hıristiyan ittihadı bitmiş oldu. Avrupa 16. asıra kadar anti-İslam olarak kimliğini tanımladı.
16. Asırdan sonra sekülerleşme eğilimleri bu sefer de Hıristiyanlıktan gelen verileri inkâra dayalı olarak gelişmeye başladı. Bu dönem sekülerleşme eğilimleri kadar, Osmanlı üzerinden kendini tanımlayan Batı âlemi artık anti-Osmanlı olarak daha milli-kültürel kimlikleri esas almaya başladı. Önceleri İtalyancanın Latinceden ayrışmaya başlaması, diğer Batı dillerinin ayrışmasına zemin hazırlarken, milli dillerin verileri tedricen Hıristiyanlığın da milli sürümlerinin oluşmasına yol açtı. Haçlı birlikteliği bitmiş, feodal yapılar da milletleşmeye başlamıştı.
Bilim alanları felsefeden ayrıldıkça bu tartışmalar da başladı. Bu yolla Kilise üzerinden din adamlarının kullandığı güç el değiştirecekti. Deneysel bilimler ayrıştıkça gözleme dayalı düşünsel alanlar dayanaksız kaldılar. Din çalışmaları da bundan nasibini aldı. “Zamanın ruhu” öyle istedi. Önce bilim Kilise sultasından çıktı. Sonra da “gerçeklik.” Bilimle uğraşan ve bilimi finanse eden merkezlerin bu güç kaydırmasında rolü büyük olmuştur. Bilim cephesinden ortaya atılan mantık, daha sonra dini savunmak yönündeki diğer açmazlara yol açmıştır.
İlkin Hıristiyanlıkta başladı bu tartışma. Sonra İslam’a sıçradı. (Gazali’nin şikayet ettiği bilim adamları “ihlassız, kifayetsiz” olanlardı, çalıştıkları alan ya da inanç alanları değildi.) Netice olarak, bilim dinin, din de bilimin alanlarına girmek durumunda kaldı. Her ikisinde de amaç karşı tarafın “gerçeklerine” temayülleri olanı kendi tarafına çekme mücadelesinden öteye gitmemiştir. Her iki alan da gerçekliği iktidar için kullandıkça gitmeyecektir de.
İnanç alanları irrasyoneldir. Tanrı algısı kendi başına irrasyoneldir: yani aklın mikyasına ve kapsama alanına girmez. Müslüman için “asli günah” teslis ne kadar irrasyonel ise, Hıristiyan için çok evlilik, Yahudilik için kadının “şer olmayabileceği” konuları da aynı şekildedir. Rasyonel aklın “irrasyoneli” kendi yöntem ve formüllerine sığdırması çabası da anlamsızdır. Çünkü rasyonel akıl günceli geçmişinden bağımsız algılamaya çalışır. Bunu yaparken de “tarihsellik” kategorileri kurar.
Pozitif bilimlerle beşeri bilimler zaten kendi arasında yöntem, içerik ve kavramsal gerçeklik çatışması yaşarlar. Tanrı rasyonel mantığa vurulamaz: O, zihinsel kapsam alanı ötesindedir. Pozitif bilimlerin gerçeklik algısı da ancak onunla uğraşanların kapasiteleriyle sınırlıdır. Öte yandan, rasyonelliği sadece “materyale” dökmek zaten yine aynı kısır döngünün ürünüdür.
Dinin yorumlanmasını pozitif bilimle yapmak dini pozitivist mantıkla algılamaktır. Dinin yorumu beşeri bilimlerin bakış açısıyla anlamlı olacaktır. Dinin mutlak tartışılmazları vardır. Ancak anlaşılmazları olmaması gerekir. Oysa bilimin, tartışılmazı yeni bir tartışma çıkana kadar geçerlidir. Hatta yolda da değişebilir.
Tevrat ve Kur’an astronomi, oşinografi kitapları değildir. Gemiden, okyanustan bahsetmesi Kutsal Kitabı denizcilik ders kitabı yapmaz. Abdest almak “sağlığa uygunluk” için değildir, ritüele hazırlıktır. Orucun sağlığa yararlarından bahisle orucu teşvik pozitivist kaşıkla Müslüman iftarı yapmaktır. Sindirim sistemini çalıştırmak için Teravih namazı kılınmaz. Spor salonlarının işlevini namaza yüklemek abesle iştigaldir. Her dinin bilim ve gerçekliğe bakışı zaten farklıdır. Bilgiyi teşvik eden din veya yorumu kadar, engelleyen din veya yorumu da vardır.
Öte yandan…
Bilimin kendisi de dogmatik olabilir. Aristo’dan Einstein’a gelen süreç akıllardadır. Önce Kilise ve onu temsilen papalık. Sonra o aşıldı ve aynı tartışılmazdı, “Gerçeklik” sadece materyal dış âlemden gelmez. Laiklik tartışmalarına kadar giden bir dolu kavganın özünde de esasen din ve bilim arasındaki karşılıklı mütecaviz mantık yatmaktadır. Dini “hakikatlerin” illa da ilmi “tahkikatlarının” yapılması mükellefiyetleri yoktur.
Dinle bilimin çatıştığı noktalar var oldukça birini diğerine uydurmak için tornaya sokmak, yontmak ikisine de haksızlık yapmaktır. Din ile bilimi illa da aynı kefede tartışmak baştan yanlışlıktır. Çünkü ikisinin alanları ve metotları farklıdır. Bütün bilimler aslında Tanrı’yı anlama yönünde birer küçük ipucu sunsalar da, bütün güzel sanat alanları kaybedilen bir öz güzellik ve hakikate yönelişin tezahürleri olsalar da, Tanrıyı somut hale getiremezler. O nedenle, dine inanan bu tartışmayı Sanatkârın sanatıyla algılar. Güzellik ve gerçek aynı Tanrı’nın iki ayrı tecelli alanlarıdır. O halde güzellik de gerçek de dini metinlerden ya da din adamından çıkmasa da takdiri hak eden unsurlardır. Buna sanatın uğraştığı güzellik ve bilimin uğraştığı gerçeklik de dâhildir.
Yeter ki bilim ve din üzerinden verilen kavga yekdiğerini yok etme ya da onlar üzerinden güç edinimi için olmasın! Yani mesele bisiklet değil, ilmi ve entelektüel sıklet meselesidir.