“Çanakkale geçilmez!” dedik, geçilemedi.
Ancak 13 Kasım 1918'de Osmanlı'nın İstanbul işgal edildi.
Zafer ders kitaplarına, işgal gelecek kazananların hesaplarına işlendi.
Sevr’den sonra Mondros Antlaşması imzalanmıştı.
Sevr’e göre Mondros ehveni şerdi.
Ancak…
Ardından Osmanlı başkenti, namahrem eline geçti.
İstanbul deyince sadece dünyanın en güzel şehri değildir O.
Osmanlı’nın başkenti ve kalbiydi.
İşgal 6 Ekim 1923'te İstanbul'un Kurtuluşu ile sonuçlandı.
Bu işgal sadece toprak işgalinden ibaret değildi.
Padişah ve iradesi yani Devlet işgal edilmişti.
Hani İstiklal Savaşı dediğimiz öyle her açıdan kazanılmadı.
Aslında İstiklal Savaşımız ancak tek bir açıdan kazanıldı.
Ülkemizde yaşama hakkını elde ettik.
Bunun bedeli olacaktı elbette.
Oldu da…
“Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin” diye bülbüle anlattık derdimizi.
Gül ve bülbül, malum seven ve sevilenin anlatırdı.
Gül artık vatan oldu, Bülbül milletin tamamı.
Kendimize yabancılaşarak maliyetlerini ödedik.
Siyasi, ekonomik, entelektüel akademik istiklalimiz hâlâ kazanılmadı.
Osmanlı’dan kalan borçlar ekonomik ve siyasi istiklali geciktirdi.
Dahası Osmanlı-Cumhuriyet geçişinde ideolojik savaşlar yaşandı, yaşanıyor.
Türkiye’nin üzerinde “burası zaten Türklerin değildi” tezleriyle gelmeye başladılar.
Hani Amerikalı, İngiliz, Alman vs. var oluştan beri aynı ülkelerindeydiler.
Propaganda savaşları önceleri Osmanlı’nın dinine yönelmişti.
Müslüman toplumlar geriydi; İslam, toplumları geri bırakıyordu, Ernest Renan’a göre.
Cevaplar yazıldı çizildi, savunmalar yapıldı.
Cemalettin Afgani’den, Namık Kemal’e, Mehmet Akif’e, Sait Halim Paşa’ya kadar…
İngilizlere verilen cevaplar zaten din üzerinden siyaseti odaklıyordu.
Savaş siyasiydi, ancak görünümü din ve kültür temelli olarak sunuluyordu.
Ayrıca İngiltere Osmanlıya karşı tebaalarını bizzat İslam’ı kullanarak tahrik ediyordu.
Sonraları bu savaş Türkiye’nin ve bizzat Türklerin varlığını tehdit etmeye başladı.
Osmanlının son demlerinde, temelde Hıristiyan Araplar ve Hıristiyan tebaa üzerinden Osmanlı aleyhtarı propagandalar yapıldı. Öte yandan fitnenin bir de Müslümanlar ve İslam üzerinden çörekleneni vardı. Lawrence o örneklerden sadece biriydi. Vehhabilik, Müslüman tebaada, Marksist yaklaşımlı propaganda Hıristiyan tebaada etkili oldu.
Bu propagandaların arkasında temelde zamanın süper güçlerinden İngiltere ve Fransa vardı. Osmanlı’yı sömürgeci göstererek Osmanlı tebaasını sömürgeleştirdiler. Yani Batı’nın kurtuluş reçeteleri aslında halkların esareti için kullanıldı. Aynı tür propagandalar Cumhuriyet döneminde de devam etti. Fransızcanın önceleri, Almancanın ve İngilizcenin sonraları okullarda ve okumuşlar arasında temel yabancı dil olmasının anlamını iyice düşünmekte yarar var. Dil ve kültür bağlantısı her zaman oldu ve dil iletişimden öte bir kimlik ve hegemonya aracıdır.
Tarih kitaplarına bakılınca Osmanlı'yı, Abdülhamit’le başlayarak hedef alanların İngiliz kökenli propaganda, Cumhuriyeti hedef alanların da ağırlıklı Alman propagandası olduğunu görürüz. Ancak ikisinin argümanlarıyla bizler kavga ettik. Osmanlı’yı yerin dibine sokmak için İngilizlerin dediklerini, Çanakkale Savaşını küçük düşürmek için Almanlara prim vermeyi tercih ettik; aslında “Çanakkale Savaşını bir Alman komutan” kazanmıştı. Mustafa Kemal’de arada dürbünle kuş izliyordu belli ki. Osmanlıya ait hasletleri İngiliz'in gözüyle yerden yere vururken, Mustafa Kemal’in baştan beri sanki Osmanlı’dan bağımsız hareket etmiş gibi anlattık. Başta Ankara Hükümetini göğe çıkaranların, sonraları onu yerin dibine batırmak isteyenlerle aynı olduğunu unuttuk.
Vahdettin Osmanlının son sultanıydı; Mustafa Kemal bir Osmanlı asker ve siyaset adamı idi ve bu hasletlere yenilerini ekleyerek yeni devletin ilk lideri oldu. Ve Osmanlı ve Cumhuriyet arasındaki, Vahdettin, Mustafa Kemal arasındaki farkları onları birbirine düşmanlık derecesinde anlattılar, durdular. Hâsılı, Osmanlı’nın son demlerinde Osmanlı’nın ruhunu kendine çekmek için uğraşan İngilizler ve Almanlar, Cumhuriyetten sonra da buna devam ettiler.
Oysa Mustafa Kemal, Naciye Sultan’la evlenebilse Saray’da önemli yerlerde olacaktı. Kısmet Enver Paşa’ya imiş, o da kahraman hissiyatı, ama makul olmayan “yeniden doğuş” planları ile Osmanlı’nın yok oluşuna katkılarda bulundu. Dahası, Vahdettin’in yaveri olarak Mustafa Kemal’i Avrupa’da sağlık amaçlı gezisinde bulundurması, kendisi bir şey yapamadığı için Mustafa Kemal’i görevlendirmek suretiyle, işgal altındaki devletin kurtulmasını istediğini biliyoruz. “Helalleşme” olacaksa buralardan başlamalıdır.
Osmanlı-Cumhuriyet siyasi ayrışımlarının olması sonradandır. Ayrı durum Vahdettin ve Mustafa Kemal için de geçerlidir. Mustafa Kemal’in emrine o zaman Osmanlı’nın en iyi yatlarından olan Savarona’yı tahsis etmesi, ona altın saat hediye etmesi, görev emri çıkartması ve bunları işgal güçlerinden gizlice yapma çabaları, hatta bir miktar silah temin ederek kurtuluş amaçlı çabalar içinde bulunması bilinen, ama ifade edilmeyen gerçeklerdir.
İradesi hemen hemen tamamen alınmış, yetkileri sadece İstanbul’a ve hatta Saray’a indirgenmiş bir padişahın yapabileceği çok az şey vardı. O nedenle Mustafa Kemal’i görevlendirmişti. Sonradan Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal’e dair çıkarılan menfi fetva ve kararlar arkasında işgal güçleri vardı. Ve bu güçler Cumhuriyet döneminde de İstanbul Hükümetini “hain” ilan etmek için her şeyi yaptılar. Sonuçta, bir kesime göre “Mustafa Kemal, İngiliz Ajanı” oldu ve Osmanlı’yı yıkmakla görevlendirilmişti. Diğer kesime göre de, Vahdettin “haindi”; ülkeyi yol olma noktasına getirmiş ve İngiliz gemisiyle İstanbul’dan uzaklaşmıştı. Daha doğrusu kaçmıştı. Artık "hain"leri içimizde aramaktan geçmek zamanıdır. “Hain”
Yaftalarını vuranların aslında “ihanet” tezgahlarına mahkum kılanlar olduğunu hatırlamak zamanıdır. Tarihimiz Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti ve İslam öncesi ve sonrasıyla Türk devlet tarihinin bütüncüllüğü içinde algılanmalıdır.
“Helalleşme” olacaksa buralardan başlamalıdır.
Kelam raks ederse, hâl çengi olur.