Henry David Thoreau ve "Sivil İtaatsizlik"[1]
H. David Thoreau (1817-1862) yılları arasında yaşamış bir Amerikalı deneme yazarı ve şairdir. Concord Massachusetts'de doğdu; Harvard'da eğitim gördü. Thoreau kariyerine öğretmen olarak başladı. Kendinden yaşlı olan dostu ve komşusu Ralph Waldo Emerson aracılığıyla Transcendentalist akıma katıldı. The Dial'ın editörlüğünü yürüttü. 1845'te Walden Pond'da Emerson'un arazisi üzerinde bir kulübe inşa etti ve buradaki hatıralarını 1849'da yayımlanan Concord ve Merrimack Irmaklarında Bir Hafta adlı eserinde topladı. Walden'da kaldığı süre içinde Thoreau, kelle vergisi ödemediği için bir günlüğüne hapse atıldı. Aşağıda okuyacağınız denemesini Meksika Savaşını protesto etmek için yazdı. "Köleliğe ve Kaçak Köle Kanunu"na da karşıydı. Hayranlık uyandıran görüşlerine rağmen Thoreau'nun sağlığında yayımlanan her iki kitabı da ilgi görmedi; yayıncılar satılmayan kitapları kendisine iade ettiler. Hatta bu durum karşısında Thoreau'nun şöyle dediği rivayet edilir: "Yaklaşık 900 kitaptan oluşan bir kütüphanem var; 700'den fazlasını benim yazdıklarım oluşturuyor." Denemenin kendisi gerekli her şeyi söylediği için daha fazla söze gerek yok diyor ve Türk okurların Thoreau'yu daha iyi anlayacağını ve takdir edeceğini ümit ediyorum. Umarım “sivil itaatsizlik” kavramının gündeme geldiği şu günlerde kavramı anlamaya yardımcı olur.
Sivil İtaatsizlik
"En az yöneten devlet, en iyi devlettir"[2] düsturuna yürekten inanıyor ve bunun daha hızlı ve sistemli uygulandığını görmek istiyorum. Uygulamaya konulduğunda bu, "hiç yönetmeyen devlet en iyi devlettir" noktasına varır ki, ben de bu kanıdayım. İnsanlar buna hazır olduklarında, yönetildikleri devlet türü böyle olacaktır. Devlet, sonuç olarak amaca varmakta kullanılan kestirme bir yoldur sadece. Fakat devletlerin çoğu genellikle bütün devletler bazen gereksizdir. Daimi orduya itirazlar olmuştur ve bunlar çok ağır nitelikli olup sürüp gitmekte haklıdırlar. Aynı itirazlar devlete de yöneltilebilir. Daimi ordu, sadece ve sadece daimi devletin bir organıdır. Bizzat devletin -ki, sadece insanların isteklerini yerine getirmek için vardır--kötüye kullanılması muhtemeldir ve insanlar onun aracılığıyla harekete geçene kadar yolundan saptırılma ihtimali vardır. Sürüp gitmekte olan Meksika harbine bakın; işbaşındaki hükümeti birkaç kişi araç olarak kullanıyor, çünkü halka sorsalar bu savaşa rıza göstermeyecekti.[3] Yeni olmasına rağmen işbaşındaki Amerikan devleti, esasen sürüp gitmekte olan bir gelenekten başka nedir ki? Kendisini gelecek nesillere kusursuz göstermeğe çalışırken, her dakika dürüstlüğünden bir şeyler kaybetmiyor mu? Onda yaşayan bir insanın gücü ve canlılığı yoktur, zira tek bir adam, onu kendi amaçları doğrultusunda eğip bükebilir. Bizzat kendisi insanlara yöneltilmiş tahta bir silahtır, ama gereksiz de değildir. Çünkü halkın zihnindeki devlet fikrini tatmin etmek için şu veya bu şekilde, bu karmaşık mekanizmaya sahip olması ve onun gürültüsünü dinleyerek mutlu olması gerekir. Böylelikle, devletler insanların ve hatta kendilerinin bizzat kendi çıkarları konusunda nasıl etki altına alınabileceklerini göstermektedir; kabul etmeliyiz ki bu harika bir şeydir. Ama bu devlet bizzat kendini yoldan çıkaran şevk haricinde hiçbir zaman kendi başına bir teşebbüsü ilerletme gücünü gösterememiştir. Ne ülkeyi hür olarak muhafaza ediyor, ne de Vahşi Batı'yı ehlileştiriyor. Eğitim yapmıyor. Başarılan her şeyi yapan esasen Amerikan halkında mevcut olan karakterin ta kendisidir; öyle ki eğer devlet yoluna çıkmasaydı halk daha fazlasını yapabilirdi. Zira devlet, insanların kendisi aracılığıyla birbirlerini yalnızlığa terk etmeyi gönüllü olarak başardığı bir araçtır ve söylediği gibi, yönetilenler en gerekli olduğu zamanlarda, onun aracılığı ile yalnız bırakılmaktadır. Eğer ticaret ve takas usulü alışverişin lastik top misali tabiatı olmasaydı, kanun koyucuların önlerine diktiği engelleri zıplayıp aşamazlardı. Ve birisi çıkıp bu insanları sadece niyetleriyle değil de tamamen davranışlarının sonuçlarıyla yargılasa, onlar ancak demiryollarının üstüne barikatlar kuran yol kesici haydutlar gibi muamele görmeye ve cezalandırılmaya müstahak olurlar.
Fakat kendilerini devlet yanlısı görmeyen insanların aksine, bir vatandaş olarak gerçeği söylemek gerekirse, "hiçbir devleti istemiyorum" yerine "daha iyi bir devlet istiyorum" derim. Bırakınız, kim ne tür bir devlete saygı duyduğunu ifade etsin; böylece onu elde etmeye doğru bir adım atılmış olacaktır.
Ne de olsa insanların elindeki gücün, kendilerini yönetmeleri için bir çoğunluğa teslim edilmesi ve bunun sürüp gitmesinin gerçek nedeni, muhtemelen haklı olmaları ya da azınlıktakiler açısından bunun adil olması değil, fiziki olarak onların en güçlü olmalarıdır. Ama çoğunluğun onayını almış bir yönetim, insanların anladığı kadarıyla bile her halükarda adalet temeli dayalı demek değildir. Çoğunluk idaresinin sadece politik yürütmenin uygulanabilirliği konusunda karar verdiği, ama herşeyin doğru ve yanlışlığını vicdanın kararlaştırdığı bir devlet düşünülemez mi? Vatandaş vicdanını arasıra veya istisnai hallerde de olsa bir kanun yapıcıya devretmek zorunda mıdır? Eğer öyleyse niçin herkesin bir vicdanı var? Ben önce insan sonra tebaa olmamız gerektiğini düşünüyorum. Kanuna saygı göstermeyi öğretmek, doğruya saygılı olmayı öğretmek kadar cazip değildir. Yükümlü olduğum tek zorunlu şey, her zaman doğru bildiğim şeyi yapmaktan ibarettir. Haklı olarak denilmiştir ki, "bir şirketin vicdanı yoktur," fakat "vicdanlı kişilerden oluşan bir şirket vicdanlı bir şirkettir." Kanunlar hiçbir zaman insanı daha adil kılamamıştır ve kanuna saygıları yüzünden iyi niyetli insanlar dahi günden güne bir adaletsizlik unsuru olup çıkmaktadırlar. Kanuna körü körüne saygının tabii ve genel sonucu olarak bir dizi asker, yüzbaşı, onbaşı ve neferin, barut taşıyıcıların ve benzerlerinin, hayranlık uyandıran bir düzen içinde vadi ve yamaçları aşıp iradeleri haricinde, dahası sağduyu ve vicdana aykırı olarak uygun adımlarla vadi ve yamaçları aşıp savaşa gittiğini görürsünüz. Tepeler bitmez gibidir ve bu yürüyüş kalp çarpıntısına neden olur. Onlar bulaştıkları bu işin lanetli olduğundan şüphe etmezler; hepsi de barışa eğilimlidir. Kimdi nedir bunlar? İnsanlar mı? Yoksa iktidardaki birkaç vicdansız adamın emrine amade küçük, hareketli kaleler ve cephane depoları mı? Gidip savaş gemisi üreten tersaneleri gezin, alıcı gözüyle bir denizciye bakın.[4] O ancak Amerikan devletinin ortaya çıkarabileceği veya sihirle yaratabileceği --sadece bir gölge ve insanlık hatırası, dimdik ve dipdiri ayakta ve denebilir ki daha şimdiden cenaze merasimi eşliğinde silahlar altında gömülü olsa bile--bir insandır:
Ne bir davul sesi duyuldu, ne bir cenaze duası
Cesedini sipere koştururken biz;
Bir asker olsun veda atışı yapmadı
Kahramanımızı gömdüğümüz mezar üstünde.[5]
İnsan kitleleri devlete esas itibariyle insan olarak değil, bedenleriyle makineler gibi hizmet etmektedirler. Onlar daimi ordudur, milistir, gardiyandır, polistir ya da barışı korumakla görevli (posse comitatus) insanlar vesairedir. Fakat hangi ahlaki mefhum ya da hükümle karşılaşırsa karşılaşsınlar, onlar için özgürce hareket etmek çoğu zaman söz konusu değildir. Kendilerini ağaçla, taşla veya toprakla bir tutarlar; belki onların amaçlarına hizmet edebilecek ahşap insanlar da üretilebilir. Bu gibiler, bir saman ya da pislik yığınından daha fazla hürmete layık değildir. Değerleri at ve köpeklerinki kadardır. Yine de böylelerine iyi vatandaş gözüyle bakılır. Diğerleri--çoğu kanun yapıcı, politikacı, milletvekili, makam ve mevki sahipleri vb.-- devlete sadece kafalarıyla hizmet ederler; basiretleri bağlı olduğundan bu esnada şeytana kölelik etmeleri de mümkündür, Tanrı'ya da. İçlerinden çok azı--kahramanlar, vatanseverler, şehitler, müspet anlamda reformcular ve halk-- devlete vicdanlarıyla da hizmet ederler ve haklı olarak çoğu kere devlete karşı koyarlar. Tabii ki devlet de bunlara düşman gözüyle bakar. Akıllı bir insan sadece insan olarak faydalı olmayı düşünecek, "toprak" olmayı ve "rüzgârın girişini engellemek için bir deliği kapatmayı" kabullenmeyecek ve o tür bir makamı hiç de kale almayacaktır:[6]
Mal mülk sahibi,
Ve dünyadaki hiçbir hükümran devlete
Faydalı bir hizmetçi ya da alet
Olmayacak kadar asilim.[7]
Kendini tamamen vatandaşlarına adayan birisi, onların gözünde faydasız ve bencildir. Kendini onlara kısmen adayanları ise, dost ve velinimet ilan ederler. Bugün insan nasıl olur da Amerikan devletine itaat eder? Benim cevabım şu: Onunla özdeşleşen utanca ortak olmadan, hiç kimse Amerikan devletine itaat edemez. Ben bir anlık da olsa, aynı zamanda bir kölenin devleti olan bir siyasi teşkilatı kendi devletim olarak tanıyamam.
Bütün insanlar, zorbalık ve zulüm dayanılmaz boyutlara eriştiği zaman ihtilal hakkını, yani hükümete bağlılığı reddetme ve ona karşı direnme hakkını kabul ederler. Fakat kimse henüz o anın geldiğini söylemez. Onlara göre durum '75 ihtilalinde öyleydi.[8] Birisi ortaya atılıp bana bu hükümet kötüdür, çünkü limana gelen bazı malları vergilendiriyor dese, büyük ihtimalle bu hususta yaygara koparmam, çünkü onlarsız da yaşayabilirim. Bütün makineler sürtünme etkisine tabidir ve muhtemelen bu sayede hayli kötülük önlenebilmektedir. Yine de bu hususta yaygara koparmak büyük kötülüktür. Ama böyle bir sürtünme gücü makineye galebe çalmaya başlar, zulüm ve soygunculuk örgütlenirse, böyle bir makinenin hiç olmaması daha iyidir derim. Bir başka deyişle, hürriyetin sığınağı olmayı üzerine almış bir milletin nüfusunun altıda biri köleyse ve bütün ülke adaletsizce idare ediliyor, yabancı bir ordunun istilasına uğruyor ve askeri kanunlara tabi tutuluyorsa, sanırım namuslu insanların ayağa kalkıp ihtilal yapması uzak değildir. Bu görevi daha da acil hale getiren gerçek, böyle yönetilen bir ülkenin değil, bu ülkeyi istila eden ordunun bizim olmasıdır.
Çoğunun gözünde ahlaki konularda bir uzman olan Paley,[9] "Sivil Hükümete İtaat Görevi" bahsinde "bütün vatandaşlık yükümlülüklerini, işin doğru ya da yanlış olduğuna bakılmaksızın uygulanan politikalara bağlar ve şöyle devam eder: "Bütün topluluğun çıkarları gerektirip de, hükümete karşı konulamadığı ve halkı huzursuz etmeden değiştirilemediği sürece artık o hükümete itaat etmemek Tanrı'nın emri sayılır. Bu prensip kabul edilince isyanın her halinin hukuku, bir tarafta ızdırabın ve tehlikenin, diğer tarafta hükümeti ıslah etmenin mümkün olup olmadığına ve eğer mümkünse bunun yol açacağı masrafın hesap edilmesine indirgenir. Buna da herkes kendi başına karar vermek zorundadır." Fakat Paley, bir halkın ya da ferdin neye mal olursa olsun adil olması gereken, politika kaidelerinin işlemediği durumları hesaba katmamış görünüyor. Ben haksız yere boğulan bir adamın tutunduğu kalas parçasını elinden alırsam, kendim boğulacak olsam bile onu iade etmem gerekir. Ama Paley'e göre, bu hiç de uygun değildir; boğulmaktan kurtulması mümkün birisi hayatını kaybetse bile.[10] Öyleyse bu halk, hayatına mal olsa bile Meksikalılarla savaşa son vermeli ve artık esir almamalıdır.
Milletler Paley'le pratikte hemfikirdir; ama hiç kimse şimdiki bunalımda Massachusetts'in tamamen doğru olanı yaptığına inanıyor mu?
Bir eyalet fahişesi, simli kumaştan sürtük,
Arkadan sürünen eteğini taşıtır ve sürükletir ruhunu pislikte.[11]
Pratikte Massachusett'deki reform aleyhtarları, Güney'deki yüzbin politikacı değil, buradaki, neye mal olursa olsun kölelere ve Meksika'ya hakşinas davranmaya henüz hazır olmayan, insanlıktan çok ticaret ve ziraatle ilgili yüzbin tüccar ve çiftçiden ibarettir. Ben uzaktaki düşmanlarla değil, içimizde olup da uzaktakilerle işbirliğine giren, onlarla ağız birliği edip onlara itaat eden ve onlar olmayınca çaresiz kalanlarla kavga ediyorum. Halk kitleleri henüz olgun değil demeye alışmışız. Gelişme yavaş, çünkü azınlık materyal açısından çoğunluktan daha akıllı ve daha iyi. insanların sizin kadar iyi olması bir yerde mutlak iyiliğin olması kadar önemli değil; çünkü bütün kitleyi yoğuracak olan odur.[12] Fikren köleliğe ve savaşa karşı tavır alan binlerce insan var; fakat kuvveden fiile geçmek için hiçbir şey yapmazlar ve kendilerini Washington'la Franklin'in evlatları addedip elleri ceplerinde oturarak, "ne yapacağımızı bilmiyoruz" der ve kıllarını bile kıpırdatmazlar. Bir de hürriyet meselesini serbest ticaret meselesine tercih edenler var ki, akşam yemeğinden sonra, Meksika'dan gelen son haberler eşliğinde ve sakin bir edayla borsa haberleri okur ve her iki haberi de hazmederek uykuya dalarlar. Bugün vatanseverlerin ya da dürüst insanların borsa fiatı nedir? Tereddüt ederler, üzülürler, bazen dilekçe verirler, ama ciddi ve etkili hiçbir şey yapamazlar. Bütün iyi niyetleriyle oturarak bir başkasının kötülükle savaşmasını beklerler; çok çok ucuz bir oy verir ve hak ellerinden savuşup giderken acınacak bir tavır takınırlar. Bir tek faziletli insana mukabil dokuzyüzdoksandokuz fazilet hamisi mevcut; ama bir şeyin gerçek sahibiyle uğraşmak onun geçici muhafızıyla uğraşmaktan daha kolaydır.
Oy vermek, dama veya satranç gibi hafif de olsa ahlaki değeri olan bir kumara benzer; doğru veya yanlış hamleleri vardır ve tabiatı gereği her kumar, bahsi de yanında getirir. Seçmenlerin karakteri kumarda bahis konusu edilemez. Ben muhtemelen doğru düşündüğüm şekilde oy veririm, fakat doğrunun hüküm sürüp sürmeyeceği ile doğru dürüst ilgilenmem, onu çoğunluğa bırakmaya razı olurum. Dolayısıyla bu hususta duyulan sorumluluk, sıradan bir işin sorumluluğundan farksızdır. Oyu, doğru olan için kullanmak bile, bir çözüm olmaktan ziyade, acınacak bir şekilde sadece doğrunun hüküm sürmesi için temennide bulunmak anlamını taşır. Akıllı bir adam, hakkını tesadüflerin insafına terketmediği gibi, onun çoğunluk yardımıyla etkili olmasını da istemez. Kitlelerin davranışında pek az fazilet bulunabilir. Çoğunluk en sonunda köleliğin kaldırılması için oyuyla değiştirebileceği hiçbir şey olmadığından oy kullanacaktır. işte o zaman sadece kendileri köle olacaklardır. Köleliğin kaldırılmasını hızlandırabilecek olanlar sadece, kendi oylarıyla özgürlüğünü ispatlayan kimselerdir.
Baltimore'da ya da başka bir yerde başkan adayını seçmek üzere, katılanların çoğunluğunu editör ve profesyonel politikacıların oluşturduğu bir kongre yapılacağını duydum.[13] Fakat düşünüyorum da, onların verebilecekleri karar, bağımsız, zeki ve saygıdeğer bir insanı ne kadar ilgilendirir? Buna rağmen, biz onun da bilgelik ve dürüstlüğünden istifade etmeyecek miyiz? Bazı bağımsız oylara ümit bağlayamaz mıyız? Ülkede bu tür toplantılara katılamayan çok mu fazla kişi var? Ama hayır! Onurlu insanlık görevinden hemen vazgeçmiş, ülkesinin ondan ümit kesmesine sebep yokken, o ülkesinden ümit kesmiştir. Hemen öyle rasgele seçilen adaylardan birini var olan tek kişi gibi kabul ediverir ve böylece kendisinin bir demagoğun amacı için ne kadar uygun olduğunu ispatlar. Onun oyu, satın alınmış olması çok mümkün bir yerli uşağın ya da hiçbir prensibi olmayan bir yabancınınkinden daha değerli değildir. Kapı komşumun dediği gibi: "insan olup da kendisine laf anlatmanın deveye hendek atlakmaktan zor olan kişiye yazıklar olsun!" Bu ülkede bin metrekareye kaç insan düşüyor acaba? Bir kişi bile değil. Amerika, insanların bu boş topraklara yerleşmesi için teşvik politikası izlemiyor mu? Amerikalı insan, düşe düşe yasama organlarının gelişmesi için aşikar bir beyinsizlik ve pervasız bir öz-güvenle tanınan, dünyaya geldiğinde, daha rüştünü bile isbat etmeden ilk ve en büyük derdi sosyal yardım kurumlarının iyi tamir edilip edilmediğini merak eden ve muhtemelen dul ve yetimlerin himaye edilmesi için para toplamayı dert edinen, kısaca kendisini münasip bir şekilde defnetmeye söz vermiş Mutual Insurance şirketinin desteğiyle yaşayan bir Old Fellow (karşılıklı insancıl yardım cemaati) seviyesine gelmiştir.
Ne kadar devasa olsa da, zulmün ortadan kaldırılmasına kendini vakfetmek elbetteki bir insanın görevi değildir. Kendisini yeterince meşgul eden başka problemleri pekala olabilir, ama en azından bunları bir tarafa bırakması ve uğraşması gereken daha geniş çaplı problemler olduğunu kabul etmekle görevlidir. Benim en azından biribirlerinin omuzlarına basarak iş yürütmediklerini görmem gerekir. Onun da kendi gailelerinin üstesinden gelebilmesi için öncelikle benim onun sırtından inmem gerekir. Bakınız kadar çirkin tutarsızlıklara göz yumuluyor! Bazı hemşehrilerimin şöyle dediğini duydum: "Onların bana köle ayaklanmalarını bastırmam ya da Meksika'da savaşmam için emir vermeleri hoşuma gider; ama gör bakalım, kılımı kıpırdatıyor muyum?" Fakat bu adamların herbiri, doğrudan bağlılık göstererek veya en azından dolaylı olarak paralarıyla kendilerini rahatlatacak bir bedel keşfettiler. Savaşı yapan zalim bir devleti desteklemeyi reddetmeyenler, zalim bir savaşta çarpışmayı reddeden askere alkış tutuyorlar. Kendi davranış ve otoritesini hiçe sayıp gözardı eden halk, sanki devlet pişman olmuş da günah işlediğinde kendisini cezalandırsın diye birini kiralamış, fakat günahlarını bir anlık terkedecek kadar pişman olmamış gibi, bu defa askeri övüyorlar. Böylece Sivil Devlet ve Düzen adına neticede kendi rezilliğimizi kutsamak ve onu sürdürmek zorunda kalıyoruz. Günahın ilk utancının ardından vurdumduymazlık geliyor; ahlakilikten uzaklık, yerini ahlaksızlığa terkediyor ve sürdüğümüz hayatın varlık sebebini yok sayıyor.
Vahim bir hatayı sürdürebilmek için, tarafsız olmaya azmetmiş, menfaat gözetmeyen bir fazilet anlayışı gerekir. Vatanperverlik faziletinin genellikle maruz kaldığı bu önemsiz siteme soyluların da maruz kalması kuvvetle muhtemeldir. Devletin izlediği siyasete karşı çıkarken ona bağlılık sunup destek verenler, şüphesiz en vicdanlı destekçileri ve fakat bir o kadar da reformun içindeki en büyük engeli teşkil ederler. Bazı kimseler[14] devlete, Birliği dağıtması ve devlet başkanının[15] emirlerine aldırış edilmemesi için başvuruda bulunuyorlar. Neden kendileri harekete geçerek devletle aralarındaki birliği feshetmiyor ve hazineye vermeyi taahhüt ettikleri miktarı ödemeyi reddetmiyorlar? Kendileri ile devlet arasındaki ilişki, Devletle Birlik arasındaki ilişkiyle aynı değil mi? Kendilerini devlete karşı gelmekten alıkoyan sebepler, devleti Birliğe karşı koymaktan alıkoyan sebeplerle bir değil midir?
Nasıl olur da insan, bir fikri sadece kabul etmekle tatmin olup da ona sahip çıkmaz? Eğer rencide olduğuna inanıyorsa, ona karşı çıkmamaktan nasıl hoşnut olabilir? Eğer komşunuz sizi dolandırıp elinizden bir dolar alsa, aldatıldığını bilmekle veya bunu ifade etmekle, hatta o komşunuzu paranızı iade etmesi için kibarca ikaz etmekle yetinmezsiniz. Hiç değilse paranızın tamanını geri almak ve bir daha dolandırılmamak için gerekli her tedbiri alırsınız. Prensipten hareketle, hukukun idrak ve icrası eşyayı ve insanlararası ilişkileri değiştirir: Esasen bu inkılap kabilinden bir şeydir, tamamen var olan birşeyden de ibaret değildir. Sadece devleti ve Kiliseyi değil, aileleri de böler. Ferdi de içindeki şeytaniliği, ilahi olandan ayırarak parçalanmaya zorlar.
Evet, hiç de adil olmayan kanunlar var. Hiç tepki göstermeksizin onlara tabi olmakla yetinecek miyiz? Yoksa ıslah edilmeleri için gayret mi göstereceğiz? Bu gayede başarılı olana kadar kanuna saygı gösterecek miyiz, yoksa hemen ihlal etmeğe mi yelteneceğiz? insanlar genellikle böyle bir idare altında, kanunları değiştirmek için çoğunluğu ikna edene dek beklemeleri gerektiğini düşünürler. Zannederler ki karşı koyacak olurlarsa, buldukları devanın dertten daha vahim sonuçlar doğuracaktır. Fakat bu durumda izlenen devanın, dertten daha vahim olması yönetimin hatasıdır. Onu daha da beterleştiren devletin bizzat kendisidir. œartların olgunlaşmasını beklemek ve bu arada reform hazırlıklarını yürütmek neden daha uygun olmasın? Devlet niçin akıllı azınlığın üzerine titremiyor? Niçin acı çekmeden önce ağlayıp direnmiyor? Niçin vatandaşlarının kusurlarını ortaya çıkarmak için her zaman tetikte durmaya ve onları olduklarından daha iyi olmaya teşvik etmiyor? Neden her zaman isa'yı çarmıha germeyi tercih ediyor, Kopernik ve Luther'i afaroz edip, Washington ve Franklin'i isyankarlıkla suçluyor?
insan düşünüyor da, devletin düşünmediği tek şey otoritesinin kasıtlı ve pratik olarak reddedilmesidir; aksi halde niçin kendisi için muayyen ve uygun bir ceza kararlaştırmadı? Hiçbir mal varlığı olmayan birisi, bir defaya mahsus devlete dokuz şilin[16] vermeyi reddedegörsün, bildiğim hiçbir kanunun tahdit etmediği, fakat kendini oraya tıkan kişilerin yetkisiyle belirlenmiş bir süre için kodese tıkılıverir. Ama bir başkası devletten doksan çarpı dokuz şilin çalıverse, kısa zamanda tekrar serbest kalır.
Eğer bu sürtünme devlet mekanizmasının kaçınılmaz bir sonucu ise, bırakınız öyle kalsın, belki pürüzler zamanla yokolup gider. Makina mutlaka eskiyecektir. Eğer zulmün kendine has bir kuyusu, çıkrığı, halatı ve manivelası varsa, çare dertten daha mı kötü diye düşünebilirsiniz. Fakat öyle değil de, sizlerden birbirinize karşı bir zulüm unsuru olmanız isteniyorsa o zaman derim ki, kanunu çiğneyin. Bırakınız hayatınız zulüm makinasını durdurmak için zıt bir sürtünme gücü oluştursun. Benim yapmak istediğim şey, neye mal olursa olsun, lanetlediğim zulme ve haksızlıklara alet olmadığımı görebilmektir.
Devletin kötülüğe çare olsun diye benimsediği yollara gelince; böyle bir şeyi ne gördüm ne de duydum. Onların ki, göz boyamaya yönelik çabalardır. Öte yandan, insan ömrü hızla akıp gitmekte. Meşgul olacak başka işlerimiz de var; bu dünyaya iyi ya da kötü yaşamak için geldim ben, dünyayı yaşanacak bir yer kılmak için değil. insan bu süre içinde her şeyi değil, ancak birkaç şeyi yapabilir. Her şeyin üstesinden gelemeyeceği için de birkaç şeyde yanlışlık yapması gerekmez. Benim işim ne validen ya da meclisten bir şeyler talep etmektir, ne de onların benden bir şeyler talep etmesi onların yapması gereken ilk şeydir. Eğer bana aldırış etmezlerse o zaman ne yapmalıyım? Devlet bu ihtimali tamamen gözardı etmiştir; kendi anayasası zaten şerdir. Katı, dikbaşlı ve uzlaşmasız bir tavırdır bu. Fakat o sadece ve sadece kendine itibar eden ve layık olan kişiye nezaket, incelik ve saygıyla davranmaktadır. Bedeni şiddetle sarsan doğum ve ölüm gibi bütün değişiklikler, işte böyle daha iyiye varmak amacına yönelmiştir.
œunu tereddütsüz ifade edebilirim; köleliğe karşı olduğunu söyleyenler, Massachusetts eyaletinden desteğini --şahsen ya da aynen-- derhal çekmeli, çoğunluğu sağlayıncaya veya hak onlar vasıtasıyla tecelli edinceye kadar beklememelidirler. Bana sorarsanız, çoğunluk olmasa da Tanrı'nın onların yanında olması kafidir. Dahası, komşulardan daha hakşinas bir kişi de olsa zaten çoğunluğu oluşturuyor demektir!
Ben Amerikan devleti veya onun temsilcisi Eyalet yönetimiyle, vergi memurunun şahsında senede bir kere --daha fazla değil-- yüzyüze geliyorum. Benim durumumdaki bir kişinin, devletle muhatap olabileceği tek vesile budur; devlet işte o zaman açık açık, "beni tanı!"
talebinde bulunuyor. Bu kafadaki bir hükümetle ilişki kurmanın, ondan hemen hiç memnun olmadığınızı ve onu hemen hiç sevmediğinizi belirtmenin en etkili ve şimdiki hale nazaran en vazgeçilmez yolu, onu reddetmektir. Benim vergi memuru sivil hemşehrim, uğraşmam gereken adamın ta kendisidir. Çünkü ne de olsa ben kağıt parçalarıyla değil, insanlarla mücadele ediyorum ve o da kendi irade ve arzusu ile hükümetin bir organı olmak yolunu seçmiştir. Bana --ki, onun komşusuyum ve üstelik bana saygı da duyar-- komşu ve iyiniyetli bir insan gibi mi, yoksa manyak ve huzur bozucu biriymişim gibi mi davranacağını düşünmek zorunda kalmadıkça, insan ya da devlet memuru olarak kendisinin ne olduğunu ve ne yaptığını, nasıl hakkıyla bilebilecek ve davranışına tekabül eden daha kaba ve aceleci bir fikri olmaksızın, komşuluk hukukunun sınırlarını aşıp aşmadığını nasıl farkedecektir? Gayet iyi biliyorum ki, köle bulundurmayı yasaklayan Massachusetts eyaletinde bin değilse de yüz ya da ismini verebileceğim on kişi --ya da dürüst bir kişi-- gerçekten suç ortaklığından çekilse ve bundan ötürü ilçe hapishanesine atılsa, bu Amerika'da köleliğin fiilen kaldırılması anlamına gelecektir. Zira kıvılcımın ne kadar cılız olduğu önemli değildir; bir kere iyi yapılan şey sonsuza dek öyle gider. Reformun hizmetinde onlarca gazete var, ama tek bir insan yok. Eğer günlerini konsey odasında insan hakları meselesini çözmeye adayacak olan eyalet büyükelçisi muhterem komşum,[17] Carolina hapishaneleriyle tehdit edilmek yerine, köleliğin vebalini kızkardeşine atmaya meraklı olan Massachusetts eyaletinin hapishanesinde otursa--her ne kadar şimdilik sadece bir soğuk muamelenin kızkardeşiyle aralarında münakaşa konusu olduğunu farketse de-- Meclis konuyu bir başka bahara atamayacaktır.
insanları haksız yere hapseden bir yönetimde, hakların yeri elbette hapishanedir. Bugün Massachusetts'in daha hür ve daha az ümitsiz insanlara, eyaletin kendi kanunları çerçevesinde üzerlerinden kilitlenmelerini temin ettiği tek yer hapishanelerdir, zira onlar zaten kendi prensipleriyle kendilerini çıkarmışlardır. Devletin kendisi ile beraber olanı değil, kendisine karşı olanı yerleştirdiği, kaçak kölelerin, şartlı tahliye edilmiş Meksikalı savaş esirlerinin ve yerlilerin kendi ırklarının ceremesini çekmeye geldiği o farklı, fakat daha hür, ve o derece de şerefli mekan, bir köle düzeninde hür bir insanın şerefiyle ikamet edeceği tek yerdir. Eğer birisi bu şerefli insanların hapishanede kendini ıslah edeceğini, çıkardığı muhalif seslerin artık devleti rahatsız etmeyeceğini ve duvarlar arasında düşmanlık edemeyeceklerini düşünürse, gerçeğin yalandan ne kadar güçlü olduğunu ve zulme az da olsa maruz kalanın zulümle ne kadar etkili ve kesin bir tarzda mücadele edebileceğini bilmiyor demektir. Oy verirken, sadece bir kağıt parçasını değil, oyunuzun tamamını ve bütün etkinizi kullanmalısınız. Azınlık çoğunluğa tabi oldukça tesirini ve gücünü kaybeder ve artık azınlık bile sayılmaz; bütün ağırlığıyla mani olursa dayanılmaz olur. Eğer tek çare haklı insanların tamamını hapse tıkmak veya kölelikten ve savaştan vazgeçmekse, emin olunuz devlet hangisini seçeceğinde tereddüt etmez. Bu yıl bin kişi vergisini ödemese bu, zulmü sadece finanse etmek, devletin zorbalığını ve masum kanı akıtmasını desteklemek kadar zorbaca ve kanlı bir başkaldırı olmaz. œayet böyle bir şey gerçekleşirse, bu barışçı bir inkılabın tanımıdır. Eğer bir vergi memuru ya da başka bir kamu görevlisi gelip de bana --birinin yaptığı gibi-- "Ama ben ne yapabilirim ki?" diye sorarsa, benim cevabım "Gerçekten iyi bir şey yapmak istiyorsan istifa et!" olur. Tebaa itaatı reddeder, memur da görevinden istifa ederse inkılap gerçekleşmiş demektir; ama bu arada kan akacağını da aklınızda bulundurun. Vicdan yaralandığında da kanama olmaz mı? insanın gerçek insanlığı ve ölümsüzlüğü işte bu yaradan fışkırır, ebedi bir ölüme doğru akar. Ben şimdi bu kanın aktığını görüyorum. Devletin, malına mülküne el koymak yerine suçluyu niçin hapse attığı üzerinde düşünüp duruyorum. Bir bakıma ikisi de aynı gayeye hizmet ediyor, zira en temel hakları diline dolayan ve neticede dejenere olmuş bir düzende en ziyade tehlikeli görülen insanlar, genellikle mal-mülk yığmaya fazla zaman harcamayanlardır. Devlet de böylelerine nisbeten daha az hizmet götürür ve özellikle alın teriyle para kazanmak zorunda iseler, azıcık bir vergi bile onlara fahiş bir miktar gibi görünecektir. Devlet tamamen para kullanmadan yaşayan birinden para istemekte tereddüt eder; ama zengin birisi --hayır, haksız bir mukayese yapmıyorum-- kendini zenginleştiren kuruma satılmıştır. Mutlak anlamda insanın ne kadar çok parası varsa, o kadar az fazileti vardır. Çünkü para, insanla amaçları arasına girer ve amaçlarını onun adına satın alır. Para kazanmak elbetteki zor bir iş değildir. Artık cevaplandırılması gereken zor, fakat gereksiz yegane soru parayı nasıl harcayacağından ibarettir. Böylece ahlaki zemin ayaklar altından kayar gider. "Servet" diye adlandırılan şey arttığı oranda yaşama fırsatları azalır. Zengin olunca insanın kültürü için yapacağı en iyi şey, fakirken tasarladığı şeyleri uygulamaya çalışmaktır. Durumlarına bakarak isa, Herodlulara şu cevabı vermişti: "Bana vergi olarak vereceğiniz parayı gösterin." Birisi cebinden bir kuruş çıkardı. isa dedi ki, "Eğer üzerinde Sezar'ın resmi olan ve onun tedavüle sokup değerli kıldığı parayı kullanırsanız, yani devletin tebaası iseniz ve Sezar idaresinin nimetlerinden yararlanıyorsanız, istendiğinde onun parasının bir kısmını ona geri ödeyiniz. Bu nedenle, Sezar'ın hakkı Sezar'a; Tanrı'nınki de Tanrı'ya."[18] Fakat isa onları hangisi hangisidir konusunda öncekilerden daha bilgili olmalarını sağlayamadı, zira onlar bilgi sahibi olmak niyetinde değildiler.
Bu meselenin azamet ve ciddiyeti hakkında ne söylenirse söylensin, kamunun serinkanlılığını nasıl değerlendirirlerse değerlendirsinler, komşularımızın en hür düşünceli olanıyla sohbet ederken şunu farkediyorum ki, mevcut devleti desteklemekten vazgeçmiyorlar ve ona itaatsizliğin mallarına ve ailelerine getireceği tehlikelerden endişe ediyorlar. œahsen ben, devletin himayesine muhtaç kaldığımı düşünmek bile istemem. Fakat devletin otoritesini vergi emirnamesini elime tutuşturduğunda reddedersem, çok geçmeden malıma mülküme el koyacak, onları israf edecek ve hem beni hem ailemi taciz edecektir. Bu müşkil bir iş; insanın hem şerefli hem de huzur içinde yaşamasını imkansız kılıyor. Mal biriktirmek işe yaramaz zira tekrar elinizden gider; tahıl yetiştirirsiniz, ama fayda etmez, çok geçmeden tükenir. Öyleyse her zaman kendi içinizde yaşamalı, daima kendi başınızın çaresine bakmalı ve daima yeni bir başlangıç için tetikte durmalısınız; çok fazla ayak bağınız olmamalıdır. Faraza, eğer Türk devleti her bakımdan iyi bir tebaaya sahipse, insan Türkiye'de bile zengin olabilir. Konfüçyüs der ki; "Eğer bir devlet aklın prensipleriyle yönetiliyorsa, fakirlik ve sefalet utancın tebaasıdır. Eğer devlet aklın prensipleriyle yönetilmiyorsa, zenginlik ve şeref rezaletin tebaası olur." Hayır, Massachusetts eyaletinin himayesi, hürriyetimin tehlikede olduğu uzak bir güney limanında bana uzanmasını isteyene ya da memleketimde bir malikane inşa etmeye kalkışıncaya kadar Massachusetts'e, onun malım ve hayatım üzerindeki hakkına itaat etmeyi göze alabilirim. Her halükarda devlete itaatsizliğimden dolayı maruz kalacağım ceza, ona itaat ettiğimde çekeceğim cezadan daha hafif kalacaktır. Ona itaat durumunda kendimi aşağılanmış hissederim çünkü.
Birkaç yıl önce devlet, kilise adına benimle karşı karşıya geldi ve vaazlarına bir vakitler babamın devam ettiği, ama benim hiç bulunmadığım din adamlarını desteklemek için benden bir miktar para istedi.[19] Bana "ya parayı ödersin, ya da hapsi boylarsın," dedi. Para vermeyi reddettim. Fakat maalesef başkaları bu emre boyun eğdiler. Neden papazları desteklemek için bir öğretmenin vergi vermesi gerekiyor da aksi geçerli değil, anlamıyorum. Ben devletin öğretmeni değildim, ama halkın gönlünden koparıp verdiği yardımlarla geçiniyordum. Lise, niçin kilisenin yaptığı gibi isteklerini temin etmek için kendi vergisini toplamıyor, hayrettir. Buna rağmen kasabadaki memurların ricasıyla şöyle bir yazılı açıklama yapmaya tenezzül ettim: "Buradaki herkes bilsin ki ben Henry Thoreau iştirak etmediğim hiçbir anonim topluluğun üyesi olarak tanınmak istemiyorum. Bunu kasaba katibine verdim; şimdi ondadır. Devlet, böylece kilisenin cemaatinden biri sayılmak istemediğimi öğrenmiş olup, o zamanlar önceki fikrine sadık kalmak zorunda olduğu kanaatini belirttiyse de, benden bir daha benzeri bir istekte bulunmadı. O zaman aklıma gelip de isim verecek olsaydım, açık seçik bir şekilde imza atıp üye kaydolmadığım bütün cemiyet üyeliklerinden de çekilirdim; fakat böyle tam bir listeyi nerede bulabileceğimi bilmiyordum.
Altı sene kelle vergisi ödemedim. Bir keresinde bu yüzden bir geceliğine hapse atıldım ve 80-90 santim kalınlığındaki sağlam duvarı, demir ve ahşaptan mamul 30 santim kalınlığındaki kapı ve ışığı süzen demir parmaklığı düşünüp dururken, bana kodese tıkılması gereken et, kemik ve kan parçasıymışım gibi muamele eden devletin aptallığına şaşırdım kaldım.[20] Uzun uzadıya acaba dedim; devlet benden en iyi bu şekilde yararlanabileceğini düşünüyor da şu veya bu şekilde benden yararlanmayı akıl edemiyor mu? Anladım ki benimle hemşehrilerim arasında taş bir duvar varsa, onların benim kadar hür olmaları için aşmaları ya da yıkıp geçmeleri gereken çok daha kalın bir duvar var. Bir an olsun kendimi hapiste hissetmedim ve içine kapatıldığım duvarlar bana taş ve harç israfı gibi göründü. Hemşehrilerimin içinde sadece kendimin gerçek vergisini ödemiş olduğumu hissettim. Açıkçası onlar bana nasıl davranacaklarını bilmiyorlardı ve nitekim iyi terbiye görmemiş kişiler gibi davrandılar. Bana yönelttikleri her tehdit ve iltifatın ardında bir gaf vardı; çünkü tek arzumun bir an önce o taş duvarlardan dışarı çıkmak olduğunu sanıyorlardı. "Kapıyı nasıl da bir şevk ve gayretle düşüncelerimin üstüne kilitliyorlar!" diye gülmekten kendimi alamadım. Aslında tehlikeli olan fikirlerimdi ve hiçbir izin ve engel tanımadan onların ardından rahatça dışarı çıkabiliyorlardı. Bana ulaşamadıkları için, "eşeğine gücü yetmeyen semerini döver" hesabıyla çözümü, bedenimi cezalandırmakta bulmuşlardı. Devletin yarım akıllı ve zengin, fakat tek başına yaşayan bir kadın kadar ürkek olduğunu, dostunu düşmanından ayıramadığını farkettim; duyduğum artakalan saygımı da kaybederek devlete acıdım.
Bu suretle devlet maksatlı olarak hiçbir zaman ahlaki olsun, zihni olsun, şuura değil, sadece bedene ve duyulara karşı zor kullanabilir; üstün bir zeka veya dürüstlükle değil, üstün bir fiziki kuvvetle donanmıştır o. Ben bir şeylere zorlanmak için doğmadım, istediğim gibi davranırım. Görelim bakalım, en güçlü kim? Sayıca çoğunluk kimin? Beni kendileri gibi olmaya zorluyorlar. insan kitleleri tarafından şu veya bu şekilde yaşamaya zorlanan insanlara dair bir şey işitmedim. Ne biçim bir hayat sürmek olurdu o? Bana, "ya paranı, ya canını," diyen bir devletle karşılaşınca ona paramı vermeğe niçin can atayım? Devlet büyük bir çıkmazda olabilir, ne yapacağını bilmeyebilir; ben ona yardım edemem. Benim gibi o da başının çaresine bakmayı öğrenmelidir. Bu hususta burun çekerek ağlamak gerekmez. Toplum mekanizmasının saat gibi işlemesinden ben sorumlu değilim, bu mekanizmayı bir vakitler kurmuş olan mühendisin oğlu da değilim. idrak ediyorum ki, meşe palamutuyla kestane yanyana düşünce, biri diğerine yol açmak için hareketsiz kalmaz, ikisi de kendi kanununa uyarak alabildiğine zıplar, büyür gelişir; ta ki biri diğerine üstün gelip mahvedene kadar. Eğer bir bitki kendi tabiatına uygun yaşayamazsa ölür, insan da öyledir.
Kodesteki gecem hayli ilginçti. içeri girdiğimde mahkumlar akşam saatlerinin tadını çıkarıyor ve sohbet ediyorlardı. Ama gardiyan, "Haydi çocuklar, kapıları kapatma vakti geldi!"
dedi ve boş koğuşlarına dönen mahkumların ayak sesleri kulağıma çalındı. Gardiyan bana koğuş arkadaşımı, "birinci kalite dost ve zeki bir adam" diye takdim etti. Kapı kapandığında koğuş arkadaşım şapkamı nereye asacağımı ve orada bu gibi meselelerin üstesinden nasıl geldiğini anlattı. Odalar ayda bir kere badana ediliyordu ve bu koğuş en azından kasabadaki en beyaz, sade döşeli ve en tertipli apartman dairesiydi. Bana, nereli olduğumu, buraya niçin tıkıldığımı sordu. Cevap verdikten sonra, onun da kati surette dürüst bir adam olduğu inancıyla neden burada olduğunu sordum. "œey," dedi, "beni ahır kundaklamakla suçluyorlar, ama asla böyle birşey yapmadım." Anlayabildiğim kadarıyla sarhoşken elinde pipo ile uyuyakalmış ve böylece ahır tutuşuvermiş. Zekasıyla nam salmış bir kişiymiş ve üç aydır mahkemeye çıkmayı bekliyormuş, bir o kadar daha da bekleyecekmiş. iyi muamele gördüğü inancındaydı, meteliksizdi ve halinden şikayetçi değildi.
Pencerelerden biri onun, öteki benimdi ve gördüm ki, insan orada uzun zaman kalacak olursa yapacağı tek şey pencereden dışarı bakmaktır. Tez zamanda oradaki bütün duvar yazılarını okudum; önceki mahkumların yıkıp kaçtığı, bir başka mahkumun testereyle kestiği parmaklığın olduğu yeri gördüm ve benden önceki pek çok mahkumun hikayesini öğrendim. Gördüm ki, orada bile bir tarih ve o tarihten hapishane duvarlarından taşamayan bir sayfa vardır. Muhtemelen burası bütün kasabadaki, basılmayan ama özel imkanlarla sonradan dağıtılan şiirlerin kaleme alındığı tek mekandır. Kaçmaya yeltenirken yakalanan, duyduğu intikam hissini manzume haline getirip sonradan namelere döken delikanlıların yazdıkları şeyleri gösterdiler bana.
Bir daha göremem endişesiyle, mümkün mertebe mahkum arkadaşımın ağzını yokladım, ama o sadece hangi yatağın benim olduğunu işaret etti ve lambayı söndürmem için odadan çıktı.
Oradaki hayatım, görmeyi aklımdan bile geçirmediğim uzak bir ülkeye seyahat etmek gibi bir şeydi. Parmaklıkların yakınındaki pencereyi açıp uyuyorduk. Sanki akşamları kasabanın saat kulesindeki saatin vuruşunu hiç duymamıştım. Doğduğum kasabayı sanki yeni görüyordum: Concord, Ren'in akarsularından birisine dönüşmüş gibiydi; şato ve şövalye hayaletleri gözümün önünden geçiyordu. Sokakta rastladığım kasaba sakinlerinin sesleriydi onlar. Olup bitene ne kadar yabancı olduğunu hissetim. Bu benim için tamamen yeni ve az rastlanır bir tecrübeydi, kapılıp gitmiştim. Kasaba sakinlerinin neyle meşgul olduklarını merak etmeye başladım.
Sabahları kahvaltımız kapıdaki delikten içeriye sığabilecek ebatta, içinde bir demir kaşık, sıvı çikolata ve kahverengi ekmek olan dört köşeli küçük bir teneke kaplarla veriliyordu. Kapları geri istediklerinde artan ekmeği iade edecek kadar acemiydim önceleri, ama arkadaşım hemen ekmeği kaptı ve diğer günler için saklamamı söyledi. Çok geçmeden civar tarlalarda ot biçmesi için, onun dışarı çıkmasına izin verdiler. Hergün gidiyor ve öğleye kadar dönmüyordu. Bu yüzden her defasında bana iyi günler diliyor, beni bir daha görüp görmeyeceğinden emin olmadığını söylüyordu. Hapisten çıktığımda -zira birisi araya girip vergi borcumu ödemişti- genelde büyük değişiklikle karşılaşmadım.[21] Gençliğinde memleketi terkedip de, aksaçlarıyla ağır aksak adımlarını sürükleyerek dönen ihtiyarlar gibiydim. Ama çevreye baktığımda önemli farklılık vardı; içinde yaşadığım devleti daha açık-seçik görebiliyordum. Aralarında yaşadığım insanların komşu ya da arkadaşı olarak ne kadar güvenilir olduklarını farketmiştim: iyi gün dostuydular, doğru olanı yapmaya pek de hevesli değildiler. Bana batıl inançları ve önyargıları yönünden Çinliler ya da Malezyalılar kadar benden farklı ırktanmış gibi görünüyorlardı. insanlık düşüncesine bir şeyler katmak bir yana, hayatlarını veya mallarını tehdit edebilecek en küçük bir riski bile göze alamadıklarını, asil sıfatıyla onurlandırılmayı hak etmediklerini, hırsıza hırsızın kendilerine davrandığı gibi davrandıklarını birkaç harici intiba ve birkaç duayla, faydasız da olsa dosdoğru bir yolda yürümekle ruhlarını kurtarmayı ümid ettiklerini farkettim. Belki komşularımızı çok insafsızca yargılıyorum, ama yargımdaki bu sertlik, onların kasabalarında hapishane gibi kurumun varlığından haberdar bile olmayışından kaynaklanıyor.
Önceleri kasabamızda bir adet vardı; zavallı bir borçlu hapisten çıktığında, tanıdıkları onu karşılamak için gelir, hapishane parmaklıklarını andıran parmak aralarından bakarak, nasılsın derlerdi. Komşularım beni böyle karşılamadılar, ama sanki uzun bir seyahatten dönmüşüm gibi önce bana sonra birbirlerine baktılar. Tamirde olan ayakkabımı almaya giderken tutuklanmıştım. Ertesi gün serbest bırakıldığımda, yarım kalan işimi tamamlamak için dışarı çıktım ve onarılmış ayakkabılarımı giyip kendilerini emrime sunmaya hazır huckleberrylerin (Amerika'da yetişen yaban mersinine benzeyen bir meyva ) partisine katıldım. Çok geçmeden at eyerlendiği için yarım saat içinde iki mil uzaktaki en yüksek yamaçlardan birinde bulunan huckleberry tarlasının içindeydim. Biraz sonra devlet hiçbir yerde görünmüyordu.
Benim Hapishanelerim'in tekmil hikayesi budur.22
Karayolu vergisi ödemeyi hiçbir zaman reddetmedim; çünkü iyi bir komşu olmayı istediğim kadar, kötü bir tebaa olmayı arzuluyorum. Okullara yardım etmeye gelince halen vatandaşlarımı eğitmek için elimden geleni yapıyorum. Vergi borcundaki herhangi bir özel aksaklıktan dolayı vergi vermeyi reddediyor değilim; sadece devlete bağlılık duymayı reddediyorum ve ondan beni rahat bırakacak derecede uzak durmayı istiyorum. Paramın nereye gittiğinin hesabını yapmam, ah yapabilsem!. Ta ki o parayla insan öldürsün diye, insan ya da tüfek satın alınana kadar -paranın kendisi masumsa da- bağlılığımın sonuçlarını takiple ilgilenmem gerektiğini hissediyorum. Aslında, bu gibi hallerde olduğu üzere bana sağladığı imkanlardan yararlanacak olsam da, kendi çapımda devlete sessizce savaş ilan ediyorum.
Devlete duydukları muhabbetten ötürü benden istenen vergiyi başkaları ödediğinde, esasen kendileri için yapageldikleri bir şeyi yapmış oluyorlar ya da adaletsizliğe devletin istediğinden daha büyük ölçüde yardımcı oluyorlar demektir. Eğer vergiyi, bir vergi mükellefine duydukları mariz bir ilgiden ötürü, onun malını kurtarmak ya da hapse girmesini engellemek için ödüyorlarsa, bunun sebebi onların kendi mahrem duygularının kamu yararına ne kadar müdahale etmesine izin verdiğini akıllı başlı düşünüp taşınmamalarıdır.
O halde benim şimdiki durumum budur, fakat insan inadından önyargılı olur, başkalarının fikrine haksızlık olur korkusuyla böyle bir durumda fazla inad edemez. O halde bırakınız dilediğini yapsın.
Bazen, bu insanlar niçin iyi niyetli, ama cahiller diye düşünüyorum; eğer nasıl yapacaklarını bilseler mutlaka daha iyi şeyler yaparlar. Komşularınızı istemedikleri şekilde davranmaları için niçin zorlayasınız? Ama tekrar düşünüyorum; bu benim onlar gibi hareket etmem veya başkalarının farklı bir açıdan daha fazla acı çekmesine seyirci kalmam için yeterli bir sebep değildir. Kendi kendime diyorum ki, sıcak bir yuvası olan ve kötü niyet beslemeyen milyonlarca insan sizden sadece birkaç şilin istese, anayasalarına göre onların halihazırdaki taleplerini değiştirme veya ondan vazgeçme imkanı olmadan -sizin bu milyonlarca insana fikrinizi anlatabilme imkanınız olmadığına göre- bu ezici vahşi güce niye karşı koyasın. Soğuğa, açlığa rüzgarlara ve dalgalara karşı böyle inatla karşı koymuyorsun; benzeri binlerece duruma sessizce boyun eğiyorsun. Fakat ben bunlara tamamen aynı derecede vahşi güçler gözüyle değil, kısmen insan gücü diye bakıyor ve düşünüyorum ki benim sadece vahşi ve cansız şeylerle değil, milyonlarca insanla milyonlarca ilişkim var ve öncelikle ve aynı zamanda onları kendilerine şikayet etmenin mümkün olduğunu görüyorum. Fakat ben maksatlı olarak başımı ateşe sokarsam, ateşe ya da ateşi yaratanı şikayet etmek olmaz. O takdirde suçlanacak biri varsa, o da benim. insanlardan, oldukları haliyle memnun olduğuma kendimi ikna edebilsem ve iyi bir müslüman ve kaderci gibi onlara bazı yönlerden kendimin ve onların davranması gerektiği beklentisiyle davransam, herşeye razı olmam ve bunun Tanrı'nın bir takdiri olduğunu söylemem gerekir. Herşeyin ötesinde buna karşı koymakla, tabii ve vahşi güçlere karşı koymak arasında dağlar kadar fark vardır. Birine etkin bir şekilde karşı koyabilirim; ama Orpheus gibi, kayaların, ağaçların ve hayvanların tabiatını değiştirmeyi ümid edemem.23
Benim mücadelem ne bir fert ne de bir milletle. Kılı kırk yaracasına tahliller, hoş sınıflamalar yapmak ve kendimi komşularımdan daha iyi göstermek arzusunda değilim. Üstelik ülkemin kanunlarına riayet etmek için bahane arıyorum dahi diyebilirim. Onlara uyum sağlamaya dünden hazırım. Gerçekten, bu konuda kendimden şüphe etmem için sebepler var: her yıl vergi memuru çıkar gelir ve ben itaat etmek için bir bahane bulmak amacıyla özelde eyalet ve genelde devletlerin tutum ve davranışlarını ve halkın ruhunu yeniden gözden geçirmek zorunda kalırım.
Abad etmeliyiz ülkemizi atalarımız gibi,
Aşkımız ve gayretimizi esirgersek ondan olur ya,
Mevcut eserlere hürmet etmeli ve ruhumuza,
Din ve vicdan meselelerini öğretmeliyiz,
iktidar ve menfaatı değil!24
Yakında devletin bu meşgalayi elimden alacağına inanıyorum: böylelikle ben de hemşehrilerimle aynı seviyede olacağım. Biraz mütevazı açıdan bakıldığında anayasa hata ve sevaplarıyla güzel, kanunlar ve mahkemeler saygın ve çoklarının dediği gibi, Amerika ve Amerikan devleti hayranlık uyandıran ve minnet duyulması gereken ender şeylerdir. Benim yaptığım gibi, biraz daha müşkülpesent açıdan bakıldığında, kim bunların ne olduğu veya bakmaya ya da üzerinde kafa yormaya değdiğini söyleyebilir?
Buna rağmen, devlet beni fazla ilgilendirmiyor; ona mümkün olduğunca az kafa patlatacağım. Bu devletin idaresi altında, hatta bu dünyada yaşadığım anlar çok azdır. Eğer bir insan düşünden, hayalden ve muhayyileden uzaksa--ki bu ona, asla uzun süreli olmaz değildir--akılsız yönetici ve reformcuların onun intizamını bozması mukadder değildir.
insanların çoğunun benden farklı düşündüğünü biliyorum; fakat hayatlarını bu ve benzeri konulara vakfetmeyi meslek edinenler beni diğerleri kadar az memnun ediyorlar. Mekanizmaya tamamen uyum gösteren devlet adamları ve kanun yapıcılar, onu çıplak gözle ve açık seçik olarak göremezler. Hareket halindeki bir toplumdan dem vururlar, fakat onsuz bir dinlenme, mola yerleri yoktur. Belli bir tecrübeye sahip ve seçkin olabilirler; şüphesiz dahiyane ve faydalı sistemler de icat etmişlerdir. Hepsi için onlara minnettarız. Fakat zeka ve faydaları dar bir alanla sınırlı kalmaktadır. Onlar, dünyanın politika ve üstünkörü yürütmelerle yönetilmediğini unutmaya alışıktırlar. Devletin arkasından gitmediği için Webster'in bu konuda konuşmaya yetkisi olamaz. Mevcut idarede köklü değişikliklere gitmeyi düşünnmeyenlere göre, onunki büyük bilgeliktir. Fakat düşünenler ve her zaman kanun yapanlara göre, onun bu konuyla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ben bu konuda makul ve serinkanlı spekülasyonları, Webster'in kafasının ve dostluğunun sınırlarını ortaya koyacak kişiler tanıyorum. Fakat çoğu reformcuların ve genelde politikacıların belagat ve bilgeliği ile karşılaştırıldığında, onunkiler biricik duyarlı ve değerli sözlerdir. Bunun için de Tanrı'ya şükrediyoruz. Onunkiler nispeten daima güçlü, orijinal ve dahası pratiktir. Yine de onun özelliği bilgelik değil, ihtiyattır. Avukatın gerçeği, gerçek değil tutarlı izlenen bir yoldur ve esasen amacı zulüm ile kolkola yürüyen adaleti ortaya çıkarmak da değildir. Bazılarının dediği gibi, avukat "Anayasanın Muhafızı" diye çağrılmayı hakediyor. Aslında onun savunma amaçlı olanlar hariç darbe indireceği yoktur. O bir lider değil, müriddir. Liderleri '87 neslidir. "Ben hiç çaba harcamadım ve çaba harcamayı asla teklif de etmem" der. "Hiçbir çabayı desteklemedim, çeşitli eyaletlerin Birlik haline gelmesini sağlayan düzenlemeyi orijinal haliyle desteklemek niyetinde de değilim." Yine de anayasanın köleliğe karşı koyduğu müeyyideler aklına gelince şöyle der: "Bırakınız öyle kalsın; orijinal anlaşmanın bir parçasıdır o." Hususi zeka ve kabiliyetine rağmen, bir gerçeği sırf politik ilişkiler konumundan ayrı tutamaz; gerçek, beyni tarafından fırlatıp atılmak üzere beklerken, o seyretmekle yetinir. Örneğin, bugün Amerika'da kölelik açısından insana ne yapmasi yakışık alır da, kişi bir yandan münferiden ve mutlak surette konuşmayı şiar edinip bir yandan da aşağıda ki gibi talihsiz bir cevabı vermek tehlikesine düşer veya sürüklenir, ve söylediklerinden yeni ve benzersiz toplumsal görevler kanunnamesi çıkarılabilir? O şöyle der: "Köleliğin varolduğu eyaletlerin yönetimleri, bunu kendi yararlarına, kendi halkına, mülkiyetin, adaletin ve insanlığın genel kanunlarına ve Tanrı'ya karşı olan sorumluluklarına göre düzenlerler. insaniyet duygusuyla başka yerlerde oluşturulan derneklerin, bununla hiçbir ilgisi falan yoktur. Onlar benden hiçbir cesaret almamışlardır, alamayacaklar da!"25
Gerçeğin diğer saf kaynaklarını bilmeyenler onun yataklarını daha yükseklerde aramamışlar ve uslu uslu Kutsal Kitaba ve Anayasaya bağlı kalıp saygı ve tevazuyla ondan kana kana içmektedirler. Fakat gerçeğin nereden kaynaklanıp hangi göle veya havuza damla damla aktığını görenler bir kere daha kıçlarını kaldırıp kaynağa giden kutsal yolculuklarında devam ederler.
Kanun yapma dehası olan tek bir insan olsun Amerika topraklarına ayak basmamıştır. Dünya tarihinde de böylelerine az rastlanır. Tonlarca, nutuk atan politikacı, güzel konuşan hatip vardır. Fakat bugünün kabuk bağlamış yaralarına deva bulacak hatip henüz ağzını açmış değildir. Belagat hatırına belagat hoşumuza gidiyor, ama ilham edeceği kahramanlık ya da ifade edeceği gerçek hatırına belagatı sevmiyoruz. Kanun yapıcılarımız serbest ticaretin, birliğin, özgürlüğün ve faziletin bir millet için nisbi değerini henüz öğrenememişlerdir. Nispeten basit olan vergilendirme, finans, ticaret, üretim ve ziraat dehaları ve kabiliyetleri yoktur. Rehberlik için sadece Kongre'deki laf ebesi kanun yapıcıların eline kalsak, halkın etkin şikayetlei ve yıllanmış tecrübeleri yanlışlıkları düzeltmese, Amerika diğer milletler arasındaki yerini çok geçmeden kaybeder. Belki bunu söylemeye hakkım yok, ama Yeni Ahid 1800 yıl önce yazılmıştır; fakat kanun biliminin üzerine dökülen ışıktan yararlanacak kadar akıl ve pratik bilgiye sahip kanun yapıcı nerdedir?
Benim dahi itaat etmeye razı olacağım devlet otoritesi--çünkü ben benden fazla bilen ve daha iyi iş yapanlara ve çoğu konuda o kadar da bilgi ve beceri sahibi olmayanlara itaat edeceğim--hala saflıktan uzaktır. Tamamıyla adil olması için, devletin halkın rıza ve onayına sahip olması gerekir. Benim ona gönül rızasıyla verdiğimden hariç, şahsım ve malım üzerinde hak iddia edemez. Mutlak monarşiden mahdut monarşiye, mahdut monarşiden demokrasiye atılmış adım, ferde gerçek saygıya doğru atılmış bir adımdır. Çinli filozof Konfüçyüs bile, ferde imparatorluğun temeli gözüyle bakacak kadar akıl fikir sahibiydi. Bazılarının dediği gibi, demokrasi idarede son aşama mıdır? insan haklarını tanıyıp düzenleyecek daha ileri bir adım atılamaz mı? Devlet güç ve otoritesinin kaynağı olan ferdi, daha yüce ve bağımsız bir güç olarak tanımaya başlamadığı ve bunun gereğince davranmadığı sürece gerçekten hür ve aydın bir devlet hiçbir zaman olmayacaktır. Ben kendimi, en azından herkese karşı adil olan ve ferde bir komşu gibi saygıyla muamele eden bir devlet hayaliyle avutuyorum; Bir devlet ki, komşu ve hemşehri olarak bütün görevlerini yerine getirmiş, devletin işine burnunu sokmayan ve devletin kucaklamadığı birkaç kişi, kendinden uzak durunca bunun kendi emniyetine aykırı olduğu fikrine kapılmaz... Böyle bir meyve taşıyan ve olgunlaştığında meyvesini düşürmek için ıstırap çeken bir devlet, daha mükemmel ve daha muhteşem, benim hayal ettiğim, fakat şimdiye dek dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen devlete giden yolu açacaktır.
[1]. "Sivil itaatsizlik" ilk defa "Sivil Hükümete Karşı Direniş" adı altında 14 Mayıs 1849'da editörlüğünü transendalist Elizabeth Peabody'nin yaptığı Aesthetic Papers adlı dergide yayımlandı. Thoreau'nun denemesi bu başlık altında ilk kez, yazarın ölümünden sonra A Yankee in Canada'da 1866' da yayımlandı. Bizim burada kullandığımız metin için bkz. Anthology of American Literature, c. I, ed. George McMichael (1974,
[2]. Bu düstur o zamanlar adeta sloganlaşmıştı. 1801'de Jefferson, halkı kendi işlerini düzenlemekte "serbest bırakacak bir devletin" sözcülüğünü yapmıştı. Emerson ise 1841'de "devlet ne kadar küçülürse o kadar iyidir" diye yazıyordu. Thoreau bu ifadeyi, United States Magazine and Democratic Review adlı New York'ta yayımlanan aylık bir dergiden almıştı.
[3]. Thoreau, bu denemesini Meksika Savaşı (1846-1848) sırasında yazmıştı.
[5]. irlandalı şair Charles Wolfe'un (1791-1823) "Sir John Moore'un Corunna'da Defni" adlı eserinden.
[6]. "Ölmüş ve toprak olmuş haliyle Kral Sezar, / Bir deliği kapatabilir, girmesin diye rüzgar." Hamlet, V, i, 236-237.
[9]. William Paley (1743-1805) ingiliz ilahiyatçısı ve Thoreau'nun alıntılar yaptığı Ahlaki ve Siyasi Felsefenin Prensipler adlı eserin yazarıdır.
[10]. isa şöyle diyordu:"Hayatını kurtaran, onu kaybedecek, benim için canını vereni ise ben kurtaracağım." Luka 9:24.
[12]. "Azıcık bir mayanın kocaman bir hamur parcasını mayaladığını bilmez misin?" Korintliler I 5:6.
[17].
[19]. Thoreau'nun adı, ataları kilise cemaatından oldukları için, vergi kayıtlarında yazılı olup her yıl Mal Müdürlüğünden vergi ilamı alıyordu.
[20]. Thoreau, temmuz ayının 23'ü veya 24'ünde hapse atıldı. Bronson Alcott kendinden üç yıl önce aynı gerekçeyle tutuklanmıştı. Alcott ve Thoreau 20-70 arası her erkeğin ödemesi gereken kelle vergisini
[21]. Muhtemelen Thoreau'nun yengesi Maria Thoreau.
22 1832'de yayımlanmış, italyan ihtilalci vatanperperver Silvio Pellico'nun (1788-1854), hapishane hatıralarını anlatan eser.
23. Yunan efsanesine göre, Orpheus'un müziği tanrıları, hayvanları ve hatta cansız nesneleri "efsunluyordu."
24. George Peels'ın (1558?-1597?) Alcazar'ın Savaşı (1954) adlı eserinden uyarlanmıştır; II, ii, 425-430).
25. Thoreau, alıntıları Webster'in 1845-1848'deki konuşmalarından yapıyor.