Osmanlı Devleti “Hasta Adam” olarak kodlandığında Osmanlı ölüm döşeğindeydi. Ve aslında Osmanlı’nın ölüm tarihi 1920’ler değil, en az yetmiş yıl öncesiydi. Dahası, Osmanlı’nın tabutunu hazırlayan etkenler bugün de Türkiye Cumhuriyeti için geçerlidir.
Avrupa’nın, özellikle İngiltere’nin, Hasta Adamı muhafaza etmekteki amacı aslında Rusya’ya karşı tampon olarak Osmanlı’yı kullanmak ve İstanbul üzerindeki etki ve kontrolünü artırmaktı. Bu aynı zamanda Osmanlı Halifesi üzerinden Uzak Doğu ve Ortadoğu planlarını kolaylaştıran durumdu. İtaat kültürünü İngilizler iyi deşifre etmişti…
Osmanlı’nın uzatmalı sultanları da Rusya’ya karşı İngiltere kozunu kullanmış oluyordu. Pratikte bunun vahim sonuçları vardı. 1861 yılında Hıristiyan, Müslüman ve Dürzîler arasında peyda eden bir seri karmaşadan sonra, Fransızlar Beyrut’a asker çıkardılar ve Lübnan Dağı civarında yaşayan Hıristiyan nüfusun özerkliğini sağlayan bir anlaşmayı zorladı. Rusların, Slav halklarını “kurtarmak için” giriştiği işgal çabaları 1877’deki savaşa yol açtı.
Ardından Rusya ile San Stefano (Yeşilköy) Anlaşması ve İngiltere ile 1878’deki Kıbrıs Müzakeresi geldi. Artık Osmanlı Avrupa’daki topraklarından mahrumdu. İngilizler Rusya’ya karşı yardımlarına mukabil Osmanlı’dan Hıristiyan azınlıkların muhafaza ve idaresini ellerine geçirme amacındaydılar. Bütün bu olanlara rağmen, Osmanlı 19. asrın en büyük siyasi güçlerinden olarak devam etti. Hilafetin gücü ve tarihsel hafızanın son dalgalarında sörf ediyordu.
Lakin bariz bir şekilde, Osmanlı sırtlan pençesindeydi. 1830’de Cezayir’i Fransızlar, 1881’de Tunus’u Fransızlar ve Mısır’ı İngilizler işgal etti. Sonraki elli yılda Mısırı İngilizler bizzat yönetti. İngilizler 19. yüzyılda daha önce Osmanlı’nın daha az etkin olduğu Arap Yarımadasının güney ve doğu kıyılarına yerleşmişti zaten. Süveyş Kanalı gibi, İran Körfezi de 1869’da açıldığında Hindistan ve diğer yerlerle iletişim için İngilizlerin can damarı oldu. 1820’den sonra ise İngiltere bölgedeki Arap liderleriyle antlaşma zincirine başlamıştı. Bu anlaşmaların çoğu bugünkü ülkeleri İngiliz mandasına sokuyordu ve bir kısmı 1970’e kadar devam etti. Bunları bir uzantısı da Uzak Doğu’da yapılan anlaşmalar oldu ki, Hindistan ve Çin gibi büyük ülkelerin parçalanmalarını beraberinde getirdi.
Arap bağımsızlık hareketleri Türk İstiklal Savaşından sonra,1920 ve 1939 yılları arasında hız kazandı. Bu bağımsızlık aslında Osmanlı’dan “bağımsız” olurken kolonicilere bağlı olmak anlamındaydı. Artık hilafetin de kurtarmadığı açıktı. Din kardeşliği de ayrı bir tür etkiyle bitmişti. Dahası, bağımsızlık hareketlerinin ardından “millileşme” gelirken, aslında kolonici ülkenin kafasına teslim, ama adı yerli olan insanlar ikame edildi. Aynı şeyler yerli isimleri olan yabancı petrol şirketleri için de geçerliydi.
Osmanlı’nın dağılmasıyla Araplar ve Türklerin yolları tamamen ayrılmıştı. Bunda önemli etkenlerden birisi hem tarihsel anlamda Osmanlı “Lawrence sendromları”, acıları hem de Türkiye Cumhuriyetinin kimlik tanımlama gayreti oldu. Hem Mustafa Kemal’in Türkiye vizyonu hem de Batılılaşma hareketleri Doğu’ya dudak büktü. İran ile diplomatik durum aynı değildi mesela. Osmanlı’nın geçmişteki ihtişamı anlamsız kalmıştı ve Batı’nın sultaları da eski arka bahçeyle uğraşmak imkânı bırakmamıştı. Türkler de kendi dertlerine düşmüşlerdi.
Osmanlı’nın yıkılışına kadar Osmanlı-Türk kimliğine muhalefet üzerine kurulan Arap milliyetçiliği, yönünü Osmanlı sonrasında ülkelerini müstemleke haline getiren Batı’ya çevirmeye başladı. Artık Müslüman Türkler yerine Batılı Hıristiyanlar vardı. Osmanlı dört yüzyıl boyunca Müslümanları ve özellikle Arap Müslümanları Batılılara karşı korumuştu. Merkezi hükümetin otokrat tavırları vardı, ama ülkelerin içlerinde büyük bir serbestlik vardı. Ağa Han’ın Hatıralar’ında bahsettiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti o zamanlarda iki ayrı özellik gösteriyordu: “Yapayalnızdı” ve “bağımsız kalan tek Müslüman ülkeydi”. Araplar ise temelde yöneticilerini Hıristiyan ve Yahudi unsurlarla değiştirmişti.
1950’lere kadar Arap ülkeleri Batılı ülkelerin uyduları şeklinde yönetildiler. Zayıf ve bölünmüşlerdi. Bu nedenle 1948 yılında kurulan ve resmi kurulma haberinin ardından 11 dakika sonra ABD tarafından tanınan İsrail devleti, Arap çoğunluğa rağmen yine Batı destekli savaşlarında Arapları mağlup etmiş ve aslında bağımsızlık kazanma çabaları sürerken Batı ile olan savaşlarını farklı şekilde devam ettiriyorlardı.
Araplar işte bu dönemde Osmanlı’nın gidişiyle neler kaybettiklerini anlamaya başladılar. 1920’lerde Haşimiler önderliğinde kurulmak istenen Arap Birliği çatırdamıştı zaten. Osmanlı dönemindeki sınırlar esas alınarak, ama onları mümkün olduğunca bölerek Irak Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin şekillendirildi. Arapların bu konuda ne düşündüğü Batılı güçlerin umurunda değildi zaten. Her ne kadar Arap şuuraltında bu sınırların uydurma olduğu devam ettiyse de gitgide bu vaktiyle eyalet olan ülkelerde çıkar grupları sınırları derinleştirmek yönünde davrandılar. Bağdat, Şam, Amman ve Ürdün artık yeni pastalar oldu.
Öte yandan, Mısır’da, Fransız işgali altındaki Kuzey Afrika’da durum biraz farklı oldu. Bu ülkeler Osmanlı idaresinden uzaklaşalı zaten epey olmuştu. Koloni ülkeleri ve onların tarihleri en azından bir yüzyıldır, ama hassaten 50 yıldır onları esir edenlerce yazıldı. Bu anlamda üretilen belgeler ve yorumları ile aslında “istiklal” kazanan ülkeler zihin müstemlekeleri olmaya devam ettiler. Burada da İngiliz, Fransız ve sonraları Amerika vardır. Bir tür sinir sistemiyle bağlı olan çöl Arabistanında ise, dil, kültür, tarihsel tecrübe ve hatta dini inanışlar değişmeye yüz tuttular. 1930'lardan itibaren Filistin yara olarak anıldı, 1950'lerde ise Cezayir devrimi diğer Araplara ilham kaynağı oldu.
Fransa’nın Suriye ve Lübnan’daki esas işlevi, Ortadoğu politikasının ana ayağı olarak, buradaki Fransızca konuşan ve/ya Hıristiyan olan azınlıkları desteklemek şeklinde oldu. İlk manda yıllarından itibaren bölge halkı Fransızları müstemleke gücü olarak bildi. Paris’te taslağı hazırlanan anayasa taslağı 1926’da Lübnan'a empoze edildi. Oluşturmak istedikleri, meclis ve kabinede esas aldıkları ise dini inançlardı. Başkan Maronit Katolik ve Başbakan Sünni Müslüman’dı…
Ayrıca ülkeyi daha kolay bölmek, yönetmek için Fransa Suriye’yi, ülkenin dini ve ırki kökenlerine göre dörde ayırdı. Kafası çalışan elitten bir kısmı buna karşı çıktıysa da durum devam etti. Şam'daki milliyetçilerle Dürzîlerin ayaklanması bu durumu biraz azaltan etkiye sahip oldu, ama bu durumda 1930’da Fransa’nın yeni bir anayasasıyla peyda etti. Buna göre, Lübnan gibi Suriye de Parlamenter Cumhuriyet oldu. Tabii bu arada Fransa dış ilişkiler ve güvenlik konularında söz sahibiydi. Yürümedi tabi. 1932-1937 arasında Lübnan, 1933-1936 arasında da Suriye anayasası askıya alındı.
Öte yandan, 1932 yılında İngilizlerle Irak arasında varılan anlaşma sonunda 1932 yılında Irak, 1936 da Mısır bağımsız oldu. Bunda etken olan ise, İtalya’da Faşist yönetimin yayılma siyaseti ve İspanyol İç Savaşının patlaması ve Fransa’da Halk cephesi Hükümetinin iktidara gelmesi oldu. Hatay'ın tekrar Türk toprağı olması da bu karmaşa yıllarına denk gelmektedir. 1937'de sancak olan Hatay, Fransa’nın uzlaşması ve yapılan seçimlerle tekrar Türkiye topraklarına katıldı.
Fransa mandası olan Suriye’de yeni bir idare tarzı, gümrük uygulaması, tapu ve kadastro uygulaması getirdi. Yollar inşa ederken aynı zamanda Antikalar Bakanlığı kurdular. Suriye ve Lübnan’da Fransız Frank’ı ve hem sanatı hem de ziraatta Fransız tekeli vardı. Kazançlar ise anında Fransa’ya gidiyordu. Yabancı misyoner okulları korumaları altındaydı ve Fransız dili ve kültürü öğretiyorlardı.
Arap çocuklarının öğrendiği tarih, Fransız tarih yorumuna dayanıyordu. Buna göre, Osmanlı sömürge gücüydü ve Fransızlar ülkeye demokrasi getirmişti! Fransa’nın rahatsız olduğu ise, milli bağımsızlık tarafı güçlerdi ve halk özgürlüklerini kısıtlamak için çok çaba harcadılar. İşin ilginç tarafı bu aydınlar bu kavramları Paris’te öğrenmişlerdi. Milliyetçi unsurlara baskılar öylesine arttı ki, 1936’da bir Fransızca bilen Katolik Başrahip Fransız hükümetine bu zulümleri anlatan muhtıra yazmıştı. Hükümet uygulamalarını ağır bir şekilde eleştiriyordu.
Hâsılı…
Ortadoğu'’nun kader çizgisine yazmak isteyenler yeni haritada milletimizin kanını kullanmak istemektedir. Necip Fazıl’ın “yüreğimden kalemime kan çekerek” dediği tarzda Türkiye’den kan alarak Ortadoğu’da yeni etnik eskizler üzerinde oynanmaktadır. Bu süreç içinde, hırsızın katlettiği hane halkı ve çaldıkları bir yana, bir de ev sahibini yargılama küstahlığı da eklenmiştir. Oluşturulan yeni Ortadoğu sömürü planına stratejik mayınlar yerleştirilmiştir. Milletimizin uyuşukluğunun üç durumda aniden tersine döndüğünü unutmuş görünüyorlar: Yuvası, namusu ve Vatanı.
Millet var oldukça, devlet her zaman kurulur. Gerekirse istiklal marşı yeniden yazılır. “Korkma!” diye kükreyerek. İstikbâl, siyasal ikbali değil istiklâli esas alacaktır. Çanakkale bunun canlı timsali olarak hafızalardadır. Çanakkale’den sonra köprünün altından ne kadar su aktığını ise yeni tasarlanan Ortadoğu tarihi gösterecek.
Şimdilik resim Ortadoğu’nun Osmanlı sonrasındaki ikinci paylaşımından ibarettir.