12 Eylül darbesine nasıl gelmiştik? (II)
“Bizim çocukların” çıkardığı terör olayları artık ayyuka çıkmıştı. Cumhurbaşkanı seçimi de akamete uğramıştı. Durum böyle olunca diğer “bizim çocuklar” devreye girdi. Sahayı karışık gören Evren ve arkadaşları “memleketi kurtarmak” için büyük bir görev yüklendiler ve 12 Eylül 1980’de memlekete hizmet edip yorulan insanları tatile çıkardılar. Düdük çaldı. Maç tatil oldu ta ki 1987 yılında yasakları kalkana kadar.
12 Eylül günü Evren’i izlediğimi hatırlıyorum. O siyah beyaz televizyonda, yanındaki kurmaylarla. Onlar kahramandılar. Milletimizin her zaman aradığı o kurtarıcılardan idiler. Ve TSK’nın İç Hizmet Kanununa dayanarak milletimizi üçüncü defa kurtarmışlardı sancılı da olsa yürüyen demokrasiden.
Ecevit’i, Türkeş’i, Erbakan’ı ve Demirel’i alkışlayan milletimiz bu sefer de onları alkışladı, sevindiler... Hatta çoğu öyle ileri gitti ki “siyasi parti liderlerinin” hepsini asıp bu milleti onlardan kurtarmak gerektiği lafları bile sarf edildi... Gazetecilerimiz, birkaç istisna hariç, darbeye alkış tuttu. Akademi dünyası sevindi birkaç çatlak ses haricinde. İşadamları memnundular. Alan razıydı, veren razı. O halde, gerisine söz etmek düşmezdi...
Liderlerin arkasından koşturan, oğlunun işini, kızının tayinini hallettirmek için takla atanlar, ikbal beklentileri içinde olanlar, birden yok oldular ortalıktan. Menderes’i hatırladılar birden. O, üç bakanıyla beraber darağacında hem de hiç hak etmeden asılan Başbakanı. Göğsüne asılan yaftayla, darağacında boynu bükük sallanan, buna rağmen milletine “küskün” olmadığını söyleyerek aslında kırgınlığın boyutunu ifade eden Menderes’i... Ya gene öyle bir şeyler oluraydı! Kendileri de kovuşturma geçirselerdi! Ne olacaktı çoluk çocukları, ne olacaktı işleri güçleri? Düzenleri bozulmaz mıydı? Dünyaları zindan olmaz mıydı? Böyle durumlarda yüce milletim dünyanın “zindan” olmadığını hatırlar. O zamanlarda, zindanın içindeki zindana girmemek için her yolu dener.
Dillerden dökülen kasidelerin şimdi hicviyeler almıştı yerini ve farklı aralıklarla tutuklanan siyasi liderler artık bir araya gelip “adam gibi konuşmak” zamanı geldiğini askerin zoruyla, onların sultasıyla anladılar. Onlarla beraber çoğu devrimci ve ülkücü camiadan olan insanlar... Ve hedeflerin aslında aynı olduğuna dair fikir beyan edeceklerdi hapishanelerde. Karşıt görüşten insanlardan yaralı ve muhtaçlarına yardım etmeye kadar bir tekevvün içine girmişlerdi. Aynı Anadolu’nun çocukları olduklarını anlamışlardı. Mesela 1980 sonrasında yıllarca hapis yatan darbe öncesi ülkücülerin lideri olan rahmetli Yazıcıoğlu ve kimi devrimciler bu konuda çok kafa yormuşlardı. Hapse girenler de yalnızlık ve terk edilmişliğin ıstırabını yaşadılar. Dava adına ne hırsızlık ve namussuzlar yapılabildiğini, kendileri yardım için gönderilen paraların nasıl iç edilebildiğini ve nasıl aileleriyle keyfi bir mantık doğrultusunda görüştürülmediklerini ve “onlara neler oldu acaba?” gibi kahredici düşünce çengellerinin beyin hücrelerini tırmaladığı, nasıl saçlarını ve yılları kopardığını ve ondan arta kalan zamanlarda da işkencecilerin ömürlerinden kopardıklarını. Bir de “ihanete uğramışlığın” travması…
Ruhunu, vicdanını, satılığa çıkaran bir azınlık haricinde, farklı fraksiyonlardaki kişiler aslında güzel ideallere binaen mensup olmuşlardı bir yerlere. Esas hata “tek yolcu” bir bakış açısının hâkim olmasıydı bütün ideolojilere. Ülke sıkıntıdaydı, kurtulması gerekiyordu. Onun reçetesi de her grubun sadece kendisindeydi. Yani kendileri için iyi şeyi başkaları için de dayatmak niyetiyle hareket ediyorlardı. Karşı her grup ise, ya Rus ya Çin ya İran ve veya Amerikan uşağıydı onlar için.
İdealler vardı, ama çoğu zaman “idea” yoktu. Çoğu zaman şifahi kültürle aktarılan kurtuluş reçetelerinin kaynağı ise, müellifleri yabancı ülkelerden olan ideologların yarım yamalak çevrilmiş, çevrilirken sansürlenmiş kitaplarıydı. Onları okudukça, fikirlerinde daha sabit hale geliyorlar, kaleler inşa ediyorlardı ideolojik enaniyetlerini kuşatan Babil kulelerinin etrafına.
Güçleri heyecanlarından, mensup oldukları gruptan, sabitleşen ve hemen hiç süzemedikleri bazen dinleyerek bazen okuyarak edindikleri fikir hamulelerinden kaynaklanıyordu. Onlar “milliyetçi veya “yurtsever” idiler, ama millet olarak sadece kendi gruplarını algılıyor, yurtlarını ise hayal ettikleri hayalî Kızılelma ve Kızıl Bayrak ülkeleri. Sağda tarih milliyetçileri, sol da ise dil faşistleri vardı... Sokaktaki jargonlara fikirden süzülen felsefi argümanlar değil, sloganlar mütehakkim idi.
Her iki tarafın hem hakimi hem de savcısı hem de infaz memurları olmuştular. Fatsa vb. yerlerde “halk mahkemeleri” kurulmuştu. Dilde tasfiyeyi o kadar ileri götürenler aslında bunun ırkların tasfiyesine yönelik bir tür Hitler mantığı olduğunun farkına varmadan karşıda “ecdadın” yaptıklarını anlatıp, hiç değilse haldeki zilleti unutmaya çalışanları faşistlikle suçluyordu. Kendi ideolojik kapsam alanlarına girse bile, karşıdan gelen her doğruya kapılarını ve beyinlerini kapalı tutuyorlardı. Öyle buyrulmuştu parkalı, postallı “birinci” sigarası içen büyüklerince.
Ve sloganlar kan kokuyordu. Nefret kokuyordu. İntikam kokuyordu. Memleketin hemen her yerinde bina ve bahçe duvarları ve yollar bu sloganlarla dolan birer kültür zangocu oldular. Darbeye çağıran zangoçlar. Sloganların ortak noktası karşı tarafın kahrolması üzerine bina edilmişti. Peki niye? Niyesi önemli değil, öyle olması gerekiyordu. Emir aldıklarına kayıtsız bir emniyet ve sadakat, hedef olanlara kayıtsız bir nefret ve itimatsızlıktı esas olan... Her iki kesim de kendisini “good guy” olarak algılıyordu... Her ikisini de muhatap alan darbeciler ise mutlak “good guy” olarak sadece kendilerini ortaya koydular. Koruyucu, kollayıcı ve kurtarıcı melekler... Uzlaşma zamanı gelmişti, ama uzlaşma nerede olacaktı. Uzaklaşma nerede?