Ölümün farkında olan tek varlık insandır belki. Diğer canlılarda yaşamaya odaklı bir algı ya da içgüdü varken, insan doğumlarda bile ölümü hatırına getirebilen bir varlık. İstemeden doğarız, ölürüz istemeden. Ve korku ikisinde de vardır biraz. Birinde ana rahminden tanımadık âleme geçiş, diğeri artık aşina âlemden bilmediğimiz diğer âleme göçüş.
Bize asıl üzüntü veren, ölümün veya ölmenin soğukluğu değil, ölümün sevdiklerimizi alıp götürmesidir. Bedenin kendinden kopması, ruhun tenden kopması ile sevdiklerimizden kopuş aynıdır. İşte o anlarda, kurşun ağırlığında yürek, eriyen zaman içinde külçe külçe olur da bedeni sürükleyemez hale gelir. Menziller arası bir menzilde, menzillerce hasret olur ölüm artık; ramak mesafede, sonsuzluk çarpı ramaktır.
Hayat zaten asî bir kopuşla gelen itaatkâr atılmışlığın sürgün hâliyle, bir tür ölümle başladı evrende. Başlangıcın sonu kadar, sonun da başlangıcı oldu ölüm. Her ayrılık, O’nca ölümdür, her sürgün bir ölümdür içinde, dışında. Ve ölümler çeşit çeşittir.
Ölüm bir sürgün halidir. Mecnun’suz Leylâ sürgündür; Leylâ’sız dünya, cinnetin zindanıdır Mecnun’a. Şems’ten ayrı Mevlânâ, dosttan ayrı, ruhtan yüzülen posttur. İsterse, güneşin ışığıyla varlığını ışıklandırsın, o gidince yine hilâle dönüşür. Işıyan çehresinden çok, kanayan karanlıkları vardır. “İtaati Âdem’den, aşkı Şeytan’dan” öğrenmenin sırrıdır sürgün ve kopuş.
Hasretin özeti, daralan göğüs kafesidir; gözbebeklerinde küllenen közdür, yürekte yanan özdür. Mil çekilse de gözlerine, gözbebeklerinde beliriveren daralma, o gözlerle göreni kapanarak içine almak ister; göz ile göz kapağı da yaşar hüznün güzelliğini. Gözlerin açıldığı ve kapandığı an arasında kaybolan silueti devam ettirmek çabası beyhude olur. Gözkapakları tabut olur gözlere. Ancak mahzencesine o silueti yaşatmak ister haznesinde.
Hüznün parmakları o vakit, bedendeki damarları ve sinirleri, kanunun tellerine benzetir de, her vuslatı bir münasip makamla şakır, tel tel eder. İçinden yürek uçunca daralır, daralır da, hatıraların arta kalanını çeperlerinde yakalamak, dermek ister. Daralmanın hacmince kesilen nefes, ancak yüreğin kafeste şakımasıyla can bulur. Kafeste hapsedilen can ve sevdadır.
Ayrılıkların kokusu, ölümün kokusundan da acı gelir. Ölümle hayat arasındaki nöbet değişimi, ayrılıkla vuslat arasında yoktur. Ya vardır, ya yoktur o! Varlık hayat, yokluk ölümdür. “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir de ölüm!” Mezarda ayrılanla, iki duvarın ayırdığı insanlar arasındaki fark, sadece mezardakinin ayrılığın bilincinde olmamasıdır.
Ayrılığın yastığına, tenine, gömleğine sinen koku ise, nesnelerden uzaklaşır, diğer tenin özünü muhasara altına alır, istilâ eder. Eyüb’ün tenine düşen kurtlar, Yakub’un kokladığı gömlek, Yusuf’un yırtılan gömleği… Pyramus ve Thisbe de yaşar kendilerince ölümü. Bir zamanlama hatası sonucu önce uykuyla sonra ölümle ayrılan Juliet. Tristan ve İsolde, Abelard ile Heloise mektuplarına yazdıklarının sıcaklığıyla bir kere daha yanarken, Pompei ne olurdu? Dido’nun kendiyle beraber feryatları da yanar alevler içinde; Aeneas yelken açmıştır Roma’ya.
Yoklukla erir zaman, yelkovan delirir. Zamanla eritir insanı. Sarkacın yüreği atar güm güm! O’nunla hemhâl andır yaşamak. Kendince, kendini unutarak, onca var olmayı, onunla var olmayı, O’nca var olma derecesinde hissetmek. Zaman ve mekânı anlamsız kılan anların erimesidir.
Yalnızlık bir ölümdür, yalın kılıç, dilim dilim ederek yeni “ben”ler çıkaran kendinden. Her beni bir “sencileyin” var etmektir. Kalabalıkta kayboluş bir ölümdür; “ben” râm olmuştur onlara. Aldanış ölümdür, aldatış ölümdür. Hayat bir aldanıştır Havva’ca. Ve ölüm uçmaktır. Uçmağa varmaktır. Dinlerin, felsefelerin temel konusunun ölüm olması da bundan. Ölümü hatırda tutmak, ölümsüzlüğün fanilere getireceği zulüm ve hırsa gem vurmaktır. Bu nedenle her intihar, ölmek isteğinden çok, yaşayamaya, yaşamakta olan birine, birilerine rest çekmektir.
Ölüm nedir ki?
Yapmayı planladıklarımızın belki yarım kalmasıdır. Yazılan, okunan bir kitap bitmeden meselâ. Bir çocuğu tastamam yetiştiremeden, kendimizi hayatta iken okuyamadan, kendimizden ötesini tam okumadan ölmek. Özdeki toprağı keşfetmeden, orada güller yeşertmeden; yani, hayatın bir işe yaradığını, hayattayken işe yaradığımızı göremeden. “Hayat nedir?” sormadan, hayatın anlamını hayattan kaçmak şeklinde değil de hayatla bizzat yüzleşerek ve ölümü de hayatı da “eyvallahsız” bir şekilde ölmek ve yaşamak. Ölmeyi öldürmektir yaşamak. Othello gibi, “Uykuyu öldürdüm!” diye haykırmak bir sanrıdır sadece.
Yaşamak halvet hâlidir ölümle; hayata darılmadan. Kilometre saatini doldurmak değil ki yaşamak veya mide ya da cep! Hele yaşarken ölümü yüceltip, ölürken hayata dönmek isteği! Pişman olduğunuz her fiil bir nevi ölmektir aslında. “Keşke!”ler lahdine defnedilen nice ölüm vardır! Ve beraberinde tekrar yaşamaya dair yapılan taahhütler, yeminler.
Mesafe ve zamanı sımsıkı kuşatmaktır yaşamak, şimdisi ve “hemen!”i ile. Hayatın coşkusuyla yatağına sığmayan sular gibi, kâh başını kayalara vurmak belki, kâh kayalardan --minnacık da olsa--parçalar koparmak kayanın içine işleyerek. Eritemeseniz de, kayanın ağırlığını artırmak, üzerinin yosun tutmasını sağlamak. Belki kayalardan koparmak minnacık parçaları ve özündeki toprağa dönüştürmek. Yaşadıklarımızdan pişman olmadan, kendimizle iç içe. İç içe olmayı bile bir ayrılık mesafesi bilip, eriyerek zaman içinde, zamanı içimizde eriterek.
Hatalar yapmak cesaretidir yaşamak, hataları tekrar etmeden. Yani öğrenerek. Hatasızlık arzusuyla hayatı karartmak değil, hatanın bir öğrenme sürecinin parçası olduğu bilincinde olarak. İnsanca! Öğretmeyi değil, öğrenmeyi temel alarak. Öğrendiklerini aktarmak için değil, öğrendiklerinle yaşamak için. Hayatın getireceğine, ölümün bitireceğine aldırmadan hani! Bir de yaşarken “ne artılarımız var, ölürsek ne eksilir bu âlemden?” diye sorarak.
Hayatı sormuk şekeri gibi olmasa da, "zehirle pişmiş aş" gibi, ama bir çocuğun safiyeti, cüretkârlığı, hesapsızlığı içinde somurmaktır yaşamak. Her insanın ölümüyle silinmek ve her doğumla yeniden yazılmak gibi. Hiç’liğin coşkusunu yudumlamak. Toprağa boynunu dürerek özümüzce, topraktan nasipsize karşı dimdik durarak.
Yaşamak esasen bir posta kutusu, bir telefon numarası, bir e-mektup adresi ve ikametgâh numarasından ibarettir. Yani bir anlamda yaşayanlarla irtibatımızdır. Ölüm ise onların boşluğu, silinmesidir. Ölesiye yaşayıp ölmek, ölesiye sevmek, ölene dek sevmek, öldürmektir sevgiden uzak olan her şeyi. Sevilmesek de sevmek hatta. Severek ölmek. Severek sevmek, beklentisiz. Sevdikçe sevmek, sevmese de sevmek. Sevilmeyi beklemeden, hatta illâ sevmesini istemeden sevmek. Sevecek bir şey yoksa en azından kendimize ait olan iyilikleri sevmek, ama yine de sevmek.
“Sevilecek daha ne var?” diye bakınabilmektir yaşamak. Başkasının farkında olarak yaşamak, kendimizi fark ettirmek çabası değil. “Kim var? Ne var geride?” diye sormadan ölmek de yaşamışlığın ifadesidir. Ve bölmek kendimizi bir sıfırla, sonra sıfırla kendimizi çarpmak. Sonra bir ile çarpıp sonucun yine “bir” ettiğini tek “bir” ile fark etmek.
Sevmek varlıktır, varlığının farkında olmaktır. Sevilmek isteği ise, bir başkasını varlığınızın farkında olmaya davettir. Asıl olan davettir. İcabet beklentisi, sevmedeki coşku, terazinin diğer kefesindeki anlamsız ağırlığın hesabıncadır. Biriyle gelen coşku, diğeriyle gelen çakılmadır. Sevilme beklentisi dahi, ölümdür.
Adaletin gereksiz, hatta anlamsız olduğu tek bahis budur. Kefedeki ağırlığı yerin çekimiyle oluşan görece bir hesap iken, teraziye gelmeyen ve görece olmayan bir cevherdir sevmek. Rüya ile riyayı tartmak kadar abesle iştigaldir. Ağırlık miktarınca cevher, külâhın kefeye dokunmalarıyla önce salınır, sonra ayar verme faslında dökülür, ziyan olur. Her sevgi, yaşatmak isteğidir. Her nefret bir öldürme arzusu. Ondandır “sevdirin, nefret ettirmeyin!” Sevenin, sevmekle gelen coşkusunu, beklentiyle oluşan hüzün muhasarasına teslim etmeden sevmek.
Arayan, soran, yazan, konuşan yoksa zaten ölümdür yaşanan. Yaşadıklarımız, kendimizle sınırlı ise ölümdür bu. Yaşam alanı sadece mağara ise, ölümdür. Ölüm kendini aşmaktır tepeleri tepe tepe. Hakikatin yaşmağını sıyırıp, yaşamanın derunî hüznünü özümüze giydirmekle varılan bir kendini giyinme hâlidir. Korku ile değil cüretle, belki sevilenlerden sevilmesi gerekene bir yolculuk. Meşgalenin bittiği an, istirahatın başladığı ve yeni enerjilerin depolandığı an. Gidilecek yerde de seveceklerimiz olduğunu bilerek…
Aslında, her daim şikâyet eder gibi olduğumuz ve fakat her nedense yaşamayı hâlâ biyolojik fonksiyonlardan öteye algılayamadığımız bir sürece son verilmesidir ölüm. Sevda otağına girer gibi, karasevda gülleri dermek için.
Esasında ölüm, hayata anlam katan bir süreçtir. Her şeyde olduğu gibi, bir şeyin değeri onun ya eksikliği ya da yokluğu ile anlaşılır. Hayat ve katmanları da öyle. Ölüm hayatı anlamlı kılan şeydir bu mânâda. Ölüm, hayatla anlam kazanır. Yaşamak iç huzuru ile ölmek de. Ve gondolun marinada salındığı gibi salınmak hayattan dinlenişe doğru. Yaşamak iç huzuru ile ölmek de. Zakkum ağaçlarının ötesinde, bir gül bahçesinde ıtır olurcasına.