Giderek artan bir “ele geçirme” ve dâhili “istilâ psikozu” Türkiye’ye hâkim olmaktadır.
Önceleri inkâr ettiler. Sonraları mantık cambazlıklarıyla bunu meşrulaştırdılar.
Bir ara, devletin kendi içinde dönem dönem oligarşiler oluşturan “iç tehdit, dış tehdit konseptleri” vardı. “İrtica”nın kamufle ettiği sermaye ve güç savaşları oldu.
Sonra sistem oligarşiden kurtuluyoruz diyerek “holygarşiye” dönüştürüldü. Yani kutsal oligarşi…
Öyle ki, Bülent Arınç bir insan için, Gazze meselesi patlak verince “O her zaman doğruyu söylemiştir!” diyebildi. Bu sözün tek muhatabı İslâm tarihinde sadece Hz. Muhammed olmuştu. “Doğrudur” dediği de Başbakan’ın dediklerinin tam tersiydi!
Anlıyoruz, kızılcık şerbeti, alçılı demokrasi…
Şimdilerde dış düşmanlar unutuldu. İç düşman konsepti değişti. Bush’un bir zamanlar dediği gibi, “ya bizimlesin ya da bizim düşmanımız!” Yani ya taraf olacaksın ya da bertaraf. Araf’ta kalmanın bile “içtihatta” yeri yok.
İntikamın kararttığı ruh gözleri bedevîce dönüyor: “Onlar” da yaptılar. Sonra “onlar” herkes olur nagehan! Ne mızrak gizli artık, ne de kılıf kullanmaya hacet duyuyorlar.
Görünen o ki, birileri ittifak kurmuşlar, düşman güçlere cihat ilân etmişler.
Türkiye “Dâr-ül Harp,” olunca her hile de “helâl” oluyor. Haram-helâl kavramlarını taktıklarından değil.
İçlerini kurtçuklar kemirse de “Dicle kenarında” kendileri kurt oldular. Zulmün kendini, zalimden daha helâl görmelerinden...
Düşman kim? Sen, ben, o?
Sen, ben, o kim? “Bizden” olmayanlar.
Ya “biz” kimiz? “Onlar”dan olmayanlar.
Ya “onlar” kim? Onlar da bilmiyorlar.
Önceleri gömlekleri vardı, gömlekçileri vardı. Sonraları çömlekçileri oldu, çömlekleri doldu.
Susamın kapısını susanlar açıyorlar; ağzını “hayır”a açmayanlar…
Hükümet tek partili derken bakıyorsunuz aslında koalisyon: AKP-C. Ruh ikizliği faslını tamamlayıp, şuh ikizler olarak arz-ı endam eden koalisyon.
Biri Türkiye’de yaşayan herkese ve her şeye kendince olmadıkça bertaraf lâfı ediyor. Diğeri onunla da yetinmiyor. “Mezardaki ölüler bile” yardıma gelsin istiyor. Kendisi “Mesih” ne de olsa! Tek tuşta o da halledilecektir.
Tam bir NLP dönemindeyiz. Sil, yeni baştan yaz. Unut, yeniden yaz. Yaz, silmeden üstüne yaz.
Gözlerini açınca 28 Şubat görüyorlar. Ağızlarını açınca 12 Eylül.
Darbecileri önce “cennetle” müjdelemişlerdi. 28 Şubat sürecinde Aydın Doğan’ın kanalı Kanal D’de 28 Şubat işbirlikçiliği de yaptılar.
Yetmedi, adi suçtan yargılanan bir Deniz Kuvvetleri mensubunun yargılanma aşamasında, suçu sabit olmasına rağmen destek mesajları da verdiler. “Kahraman ordumuzun” bir neferine böyle yapılmaması lâzımdı o dönemde.
Biliyorum, her daim bir hikmeti vardır! Hanefi Avcı da çok sevdikleri bir polisti.
Holygarşinin işine kimi dedikleri yaradı bir zaman. Ülkesini seven, becerikli bir insan. Lekesizdi hani.
Sonra, son iki günde birden, linç operasyonu başladı.
“Bolşevik” Devriminden sonra Troçki rolünü giydirmek an meselesi.
Sahi, Avcı ne diyor ki?
Eskiden ülkenin zihinsel ve ideolojik bölünmüşlüğünün sembolü olarak polis ayrışmıştı. Pol-Bir vardı, Pol-Der vardı. Hamdolsun, şimdilerde FOL-Bir var. Yani bir “üç maymun” hikâyesi izliyoruz.
Bu koalisyon kendi içinde çatışmalar var. Lâkin dışarıya karşı sızdırmazlık ilkesi işliyor.
Paylaşmanın “dayanılmaz hafifliği” ikisini de çok ruhanî yapıyor.
Kendileri haricinde herkes karşı tarafta ve onlar her zaman kötü, kötü niyetli, yanlış.
Musa Firavun’un sarayında büyüdü ama Firavun olmamıştı.
Bir yandan Ramazan’da tatlı tatlı asıl cihadın “nefs ile olan cihat” olduğunu anlatırlar. Bir yandan --bu nasıl bir nefs, ihtiras ise, intikam hırsı ise—hem pençe atıyorlar hem de pençelerinin kirasını istiyorlar.
Hadi koro hâlinde, “Yaşasın zalimler için cehennem!” Birilerinin aklında olan “zencilik” psikozu, kireçleseniz gitmiyor. Gitmeyecek de!
Ta ki o meşhur kamusal alan tam—Süleyman Çelebi’nin tabiriyle-- bir “tamu”sal alana dönüşene dek.