Değişim ve Uykuya Uyanış
Franz Kafka’nın “Değişim” adlı hikâyesi bir uyuyup uyanma sürecini anlatır. Gregor Samsa makineleşme ile hayatı saran kapitalist mekanizmada, mekanik bir hayatın içinde bir vida parçasıdır. Hayattan kopuk, ailesinden, para kazandığı kadar sevgi gören Samsa, bir sabah uyanır ve bir de ne görsün? Bütün vücudu ile tam tekmil bir böceğe dönmüştür! Elbette ki bu imge Kafka’nın içe dönük travmatik yapısının ve bunu da Samsa tipine yansıtmasının bir sonucu.
Ancak Kafka’nın hikayesinde Ovid’in hikâyelerindeki dönüşümlerden farklı bir tarz vardır. Samsa böcek görünümündedir, ama hala ruh hali itibariyle insandır. O zamana kadar değer verdiği insanların, kendine ne kadar değer verdiğini ancak bu yeni kimliğiyle görür. Bu büründüğü yeni şekil bir anlamda kapitalist sistemdeki ilişkiler ağını derinlemesine görmesini sağlayacak, kendini sevenlerin neden ve ne kadar sevdiklerini gösteren bir mercek bakışı sağlayacaktır. O bu yeni değişime uğramış haliyle etrafını; etrafındakiler de onu izleyecektir. Aslında değişime uğrayan sade Samsa olarak kalmayacak, onun değişen rolüyle aile fertleri de değişecektir. Değişimin özünü oluşturan ise, kapitalist sistemdeki Samsa’nın rolüdür.
Yeni rolünde Samsa artık işe gidememekte, eve ekmek getirememektedir. Bu nedenle işyerinden gelen denetleyicinin gözünde artık bir hiç olduğu gibi, ailesi de tedricen onu bir hiçliğe mahkûm edecek ve zamanla onu çöpe atarak kurtulma yolunu seçecektir. O halde, Samsa aslında kendi hiçliğine uyanmıştır. Uyanışla gelen varlığının anlamsızlığına dair bir hiçliğe... Böylece, Kafka’nın “değişim” hikâyesi, kapitalin her şeyi tayin ve her şeye tahakküm ettiği yeni bir hayat tarzının, Kafka’nın kendi hafakanlarıyla yoğurduğu bir insanlık hikâyesini, Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sından önce ortaya koyan bir eser olarak edebiyat tarihinde yerini alır.
Yakın dönemlere geldikçe uyku ve uyanış temasının yoğunluk kazanarak edebiyata olduğu kadar sinemaya da yansıdığını da görmek mümkündür. Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği, Zamyatin’in Biz, H.G.Wells’in Uyuyanlar Uyanınca gibi eserleri bu geleneğe dâhildir. Bu dönem aynı zamanda, on dokuzuncu asırdan itibaren artan hayalî ideal toplum projelerinin sonra erdiği ya da bu projelerle oluşan hayal kırıklarının ortaya çıktığı, distopyaya dönüştüğü dönemdir.
Büyük bir uyanışı ifade eden, önceleri rüya gibi görünen, ama daha sonraları gitgide kâbusa dönüşen Bolşevik Devrimi, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve Varoluşçu sorunları ile beraber zahiri görünüm ile hakikat arasındaki uçurumlar ve bunun neticesi ortaya çıkan bunalımlar; Potemkin Zırhlısı, Hayvan Çiftliği, 1984, Total Recall, Blade Runner, Apocalypse Now ve yakın zamanlarda Matrix bu konuda en belirgin eserlerdir. Bir de Katolik sinema sektörünün estetik kamuflajla örttüğü, Cell, Stigmata gibi filmler de aynı meyandadır. Robotlaşan insan ve insanlaşan robotlar arasında geçmeye başlayan mücadeleler, genelde bilimle geleceği var sayılan yeni dünya rüyalarının nasıl birer birer kâbusa dönüştüklerini anlatmaktadır. Büyük görünen ideallerin nasıl, karşı oldukları “şer” âlemden daha çok şerre yol açtığı da bir başka acı uyanışı ifade eder. Artık, kapitalist, komünist ve teknolojik totalitarizmin içine uyanan gözler fal taşı gibi açılırken, Mesihçi kahramanlarla epiğin dünyasından kotardığı yeni insan tiplemeleri de çıkmaktadır. Mesih kahramanın en büyük özelliği ise, uyutan sistemin farklı narkozlarına karşı durabilmesi ve başkalarını da narkoza karşı direnme çağrısıdır.
1990’larda Sovyet ideolojisi tamamen çökünce, eski dönem kolonileştirme hareketleri, “Yeni Dünya Düzeni” ve “küreselleştirme” adı altında çikolata kaplı pasteller halinde yeni bir şekle büründü. Tüketim toplumunun tiryakilik derecesinde pompaladığı alışkanlıklar, kitle iletişim araçları ve kapitalin (sermaye) dünya devletleri ve hükümetlerini hiçe sayarak, yasama organlarını dolaylı olarak ele geçirmeleri sonucu, daha önce teritoryal olan sömürü, gitgide artan oranda ülkeleri aşıp, kapitalin kendisini (Amerika ve Amerikan halkı dâhil) dünyanın Kapitali (yanı başı ve başkenti) yaparken, dünya halklarını zihinsel kolonileştirme, mankurtlaştırma sürecine sokmuştur. On dokuzuncu asırdan kalma ve nispeten kirlenmiş, eskimiş olan Kapitalizm ve Emperyalizm, yerine Globalizm, liberalizm gibi daha yumuşak ve olası tepki ve tepkimeleri yumuşatmayı amaçlayan kelimeler placebo etkisini göstermeye başlamıştır.
Martin Amis’in 1984 yılında yayımladığı Money adlı romanında bu placebonun etkilerini açıkça görmek mümkündür. Eserin “kahramanı” John Self adında biridir. Self bir sabah uykudan uyanır ve “gerçek” dünya ile medyanın sunduğu imajların dünyasında uçurumu fark eder. Öncelikle debelenir bu uçurumda, hangisinin gerçekten gerçek olduğuna dair hafakanlar yaşar bir müddet. Kendi ile hesaplaşma süreci sancılıdır. Müteakip safhalarda Self (bir anlamıyla “Nefs”) olan gerçeklikle sunulan gerçeklik arasında kaybolur ve ahlaken yozlaşmaya başlar. Artık onun için gerçek, maddi zenginlik ve cinsel dürtüleridir. Süfli arzular ve paradır varlığının özü Self’in artık. Ne “ideo ne de “logos”u vardır (=ideoloji).
John Self’in sonraki hayatı, artık Christopher Marlowe’un Doktor Faustus’unun hayatına benzer. Daha önce iyi bildiği her şey kişilik ve kimliğinde iz bırakmadan buharlaşmıştır. Onun tek amacı kendi kimliksizliğinin rahatsızlığı ile kendini başkalarında etik-klonlamak suretiyle meşrulaştırma çabalarıdır. Kendini ahlaki açıdan karbon kopyalarken, iyiden iyiye şeytanın rolüne de soyunur Self. Makineleşen hayatın mekanik, seri üretim tarzında onun hayatı da mekanikleşir. Var olduğunu düşündüğü bir âlem içinde, iradesi esaret altında olan Self, bir Truman Show içinde kendini bulmuştur.
Self geçirdiği dönüşüm aslında sonraki yıllarda ortaya bariz olarak çıkan bir kültürel ve ruhsal serencamı ifade etmektedir. Tüketimin hayattaki bütün yenilgi ve sıkıntı alanlarının telafi edildiği bir mutluluk iksirine dönüştüğü, sözüm ona bireylerin tükettiği kadar mutlu olduğu ve o ölçüde insan, vatandaş ve hatta mesela dindaş sayıldığı bir yeni düzen. (“Safları sıklaştırın, araya fakirler girmesin!”)
İnançsızlığın ve sonrasında inancın ticarileştiği, hesapların Tanrı’ya bırakılmadan, onun dünyadaki vekilleri tarafından kesildiği, ümmet, millet, yoldaş, partidaş ve bilmem ne derken gitgide kabileleşen, aşiretleşen, külte dönüşen güya sivil toplum birlikteliklerini böyle yakalıyoruz. Birlikteliği BİR’de değil, cebirde, tekfirde, iksirde, tesirde bulan, afyonlaşan, Batınileşen, teatralleşen ve maskeleşen, maskeleştikçe kaskatı kesilen, mazlumluk hissiyatıyla yola çıkıp zalimleşen, hak ve sorumluluk alanında oluşan değerleri ancak daha çok tüketmekle telafi eden kitleler, kütleler böyle çıkıyor.
Globalizmin tapınaklarında her şey satılıktır. Tapınakların kendisi de! Parayla alınan her şeyin yanında bir bedava tanrı olarak sunulur ki yeni Self’lere yol açılsın. Uyku ile uyanış arasında sadece neyin “uykudan daha hayırlı” olduğuna dair alınamayan bir karar ve o karardaki istikrar, secdedeki huşu ve kıyamdaki vakar, rükûdaki serdengeçti hal esas kalır. Elif’e mim gibi. Elektronik kıble göstericiler ile kolaylaşan yön tayini ve fakat seyyarlaşan kıble ile yoldan çıkıştır bunun adı.
Obama ne demişti?
“Change!
Yes, we can!”
Kapıkulluğu ve yanaşmalık hissinden uzak; kendi cevheriyle ve birey olarak var olduğunu anlayan ve ifade edenlerin, sadece Rabb’ın terbiyesiyle terbiye olup, ona kulluk eden ve O’nun yazdığı kitabı onun muradınca okuyan; O’nun gerçeğine teslimiyetin, hakiki hürriyetin mihenk taşı olduğunu anlayan; inanmanın gururunu yaşayan ve hayat boyu her gün inanmanın biteviye bir süreç olduğunun farkında olan, hatası ve sevabıyla var olan, hatasıyla kendisini girdaba sokmayıp sevabıyla kendini göklere çıkarmayan bir uyanış hali olmalı amaç.
Evrenin Müellif ve Sanatkârı haricinde her şey ve herkese dair mükemmellik iddiasını atarak, mükemmel vehmedilenlere takılmadan, Şeytandan değil, O’ndan korkan, ondan aldığı güçle Şeytana ve Şeytani olana meydan okuyan, sadık olması kaydıyla hem fecre hem de onun için zulmete hazır olan, trafik canavarı ve günah keçisine dönüşen “nefs” le kavgasına teneffüsle ara verip hakikatin nefasetine kendine bırakan, en başta zihniyle üretmeyi esas alan ve kendinden utanmayan, kendi meşruluğuna önce kendisi inanan, aldığı mirasın şuurunda olan, ama altında ezilmeyen ve “....aminu” buyruğunu zihninde damıtıp, gönlünde özümseyen, yüreğine kazıyan ve Kehf’de uyumayı değil, mağaradan çıktıktan sonra parayla uyutulmamayı esas alan bir uyanış. Uyumakla uyanışın arasında tebdil-i halden öte yeni uyanışın yeni bir uyku hali olmasına izin vermeden bir muttasıl intibah... İster gece, ister sabah. Uyumayan erlere selam olsun!