Yunus Emre’nin
Ten fânidir, can ölmez, gidenler gine gelmez,
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil
dediği çağlar galiba geride kaldı. Bir yandan ilm-i tebabet, bir yandan ilm-i cehalet; derken kan damlayan bedenlerde ruhun öldüğüne şahit olduk. İnsanoğlu, ölümsüz bedenin mucidi olma yolunda epey mesafe kat etti. Lakin ölümsüz ruhu öldürme becerisinde gösterdiği başarıya diyecek yoktur.
Bebeler sahillere vururken…
Ruhunu kaybetmiş askerler, halkına silah çekerken…
Çocuklar, emanet edildikleri yuvalarda tecavüze uğrarken…
…
Terlik fırlatan anneye hapis…
Baston kullanan nineye camii…
Hükmünü veren hakimler…
Kahvehaneye giden bir babayı yuvasından etti…
Ve Montesquien’in “Kanunların Ruhu”nu okumadan mezun olmuş hukukçularımız, toplumun ruhuna kast ettiler…
Terliğin ve bastonun geleneksel terbiyedeki ruhunu göremeyen hakimlerimiz, kahvehanelerimizin duvarlarını miskinler uğrağı sandılar…
Oysa ki kahvehanelerimiz…
Halkımızın organize olabildiği son kaledir.
İşsizi orda iş bekler…
Yaşlısı orda vakit geçirir…
Toplumun gözü kulağıdır kahvehaneler…
Oradan görülür, oradan duyulur her şey…
Mahallenizde olan…
Şehrinizde biten…
Ülkenizde dönen…
Her şey ama her şey…
İçilen bir sıcak çay ya da kahve…
Birkaç el çevrilen iskambil veya tavla… Ya da okey… ya da…
Ama bütün dünya gözlenir oradan…
Bizi yardan ayıran hükme inat…
Getir demli çaydan kahveci…
Evladı anadan ayıran hükme inat…
At oradan annem terliğini…
Ve dualarımızı, ibadethanelerimizi
Tutuk evine çeviren hakime inat…
Vur bastonunu torununa dedem…
Bir el iskambil oynamaya ve kahve içmeye ne dersiniz…